İçeriğe geç

If on a Winter’s Night a Traveler Kitap Alıntıları – Italo Calvino

Italo Calvino kitaplarından If on a Winter’s Night a Traveler kitap alıntıları sizlerle…

If on a Winter’s Night a Traveler Kitap Alıntıları

Ben bira kokusuyla üzerime sinen ölüm kokusunu yok etmeye uğraşıyorum.
Okumamaya öyle güzel alıştım ki, rastlantısal olarak elime geçen şeyleri bile okumam. Bu çok kolay değildir: Bize küçükten okumayı öğretiyorlar ve bütün bir hayatımız boyunca burnumuza dayadıkları yazılı malzemenin kölesi oluyoruz. Okumamayı öğrenmek için belki başlangıçta biraz kendimi zorlamış olabilirim, ama artık bana çok doğal geliyor. İşin sırrı yazılı sözcüklere bakmayı reddetmek değildir; tam tersine onlar yok olana dek dikkatle bakmaktır.
öyle günler var ki, gördüğüm her şey bana onlarca anlam yüklüymüş gibi geliyor.
Hangi liman büyük bir kütüphaneden daha güvenli bir biçimde açar sana kollarını?
Ben de okuduğum kitabı yeniden okuma gereksinmesi duyarım, diyor üçüncü bir okur, ama her okuma bana bu kitabı ilk kez okuyormuşum duygusu verir. Acaba ben sürekli değişiyor ve daha önce farkına varmadığım şeyler mi görüyorum? Yoksa okuma çok sayıda değişkeni bir araya koyarak şekillenen bir yapıda aynı tasarımla iki kez inşa edilemez mi? Bir önceki okumada hissettiğim heyecanı yeniden yaşamaya çalıştığımda farklı ve beklenmedik izlenimler bulup çıkarırım, ama bir önceki heyecanı yakalayamam.
( )okuma sürekli olmayan ve parça parça bir işlemdir. Daha doğrusu şöyle: Okumanın nesnesi noktasal ve un ufak olmuş bir maddedir. Yazının yayılıp giden geniş alanında, okurun dikkati anlamca son derece yoğunluk gösteren küçük bölümleri, sözcük uyumlarını, eğretilemeleri, sözdizimi bağlantılarını, mantıksal geçişleri, sözcük dağarcığının tuhaflıklarını birbirinden ayırır. Bunlar çevresinde bütün geri kalanın döndüğü yapıtın çekirdeğini oluşturan elzem parçacıklardır. Ya da bir girdabın dibinde olan ve akımları içine çeken, yutan boşluk gibidir. Belli belirsiz algılanabilen şimşek ışığı misali bu sarmallar sayesinde kitabın taşıyabileceği gerçeklik, onun nihai maddesi kendini ortaya koyar. Söylenceler ve gizemler bir kelebeğin bacakları üzerinde kalan polenler gibi elle tutulamayacak zerrecikler gibidir; sadece bunu anlayan, açıklamalar ve aydınlanmalar bekleyebilir.
Hiçlik her şeyden güçlüdür ve bütün yeryüzünü kaplamıştır.
Onsuz yapamayacağınız bir şeyi kenara bırakmayı bir kere başardığında, bir başka şey olmadan da yapabildiğini, sonra bir başka şeyden de sıyrılabildiğini göreceksin.
Dünya öylesine karmaşık, dolaşık ve fazlasıyla yüklü ki, biraz aydınlık bakabilmek için seyreltmek gerekiyor, seyreltmek.
sanki kanatlar ancak uçtuklarında dikenli yapraklar değil, kanat olduklarına ikna olacaklardı.
Olmasaydım, ne güzel yazardım! Eğer beyaz kağıt ve zihnimde dolaşan sözcükler ve biçim kazanan ve kimse yazmadan yok olan öyküler arasına o rahatsız edici set, bizzat ben girmeseydim.
kitap yazıya dönüştürülmüş, yazılmamış dünyanın eşdeğerinden başka bir şey olmamalı.
Olmasaydım, ne güzel yazardım! Eğer beyaz kağıt ve zihnimde dolaşan sözcükler ve biçim kazanan ve kimse yazmadan yok olan öyküler arasına o rahatsız edici set, bizzat ben girmeseydim.
Şimdi bana öyle geliyor ki, beni çevreleyen her şey benim bir parçamdır; en sonunda ben her şey olmayı başardım.
Okumak yalnızlıktır. Açık bir kitabın iki yüzü, istiridyeyi barındıran kabukları misali Ludmilla’yı koruyor. Olası, hatta kesin bir başka erkeğin varlığı silinmese de uzaklaştırılıyor. İki kişi bir arada olunduğunda bile insan yalnız başına okur.
Beden savaştadır! Beden bir özne olarak kendini ortaya koyar! Beden bir araç değil amaçtır! Beden anlam taşır! İletişim sağlar! Haykırır! Gösteri yapar!
Ludmilla yazarları bizzat tanımamanın daha iyi olduğunu savunur, çünkü yazarın kendi, kitabı okurken edinilen izlenimden çok farklıdır. Bu Ludmilla’nın ideal okurum olduğunu söyleyebilirim.
( )edebiyatın gücünün aldatmadan geldiğini, gerçeğin aldatma içinde gizli olduğunu, yani bir yalanın, aldatmanın aldatmacası olarak bir gerçeğin karesini oluşturduğunu dile getiriyor.
Her deneyiminde bir hoşnutsuzluk yaşayacağını ve bunun bütün hoşnutsuzlukların toplamıyla denkleşeceğini mi düşünüyorsun?
Bir kez onu senin kıldığında, sana ait olduğu damgasını vurduğunda, artık orada öylesine duruyor olmaktan kurtuluyorlar, sanki bir söyleşinin parçasıymış, işaret ve simgelerden oluşmuş bir anıymış gibi bir anlam kazanıyorlar.
Yalnızca senin olduğunu hissettiğin şeyler senin oluyor: Bu nesnelerin fizikselliğiyle ilgili, onları görmenin ve dokunmanın yerine geçen akılla ya da duyguyla edinilen bir düşünceyle değil.
iştahlı olduğun söylenemez, ama sahanda yumurtayla akşam yemeğini geçiştirmek seni kederlendirebilir.
İnsan kalabalığı içinde uzadıkça uzayan kötülüğün dönüşümü her birimizin ifadesine ve tavrına yansırken bu kadın uzak bir ay içerisinde korunmuş, yalıtılmış, sarınmış gibi görünüyor
çünkü kötülüğü anımsamak da iyiliğe değil de farklıya, değişkene, hareketliye yani iyi adı verebileceğim şeye karıştığında da bir keyif olabilir; olaylara uzaktan bakmak ve onları geçmiş bir şey gibi anlatmak da bir hazdır.
Bütün öykülerin vardığı sonuç şudur: İnsan tek bir hayat yaşar, tek bir tane; dokunmuş olduğu ipliklerin seçilemediği keçeleşmiş battaniye misali, hayat tekdüzedir, kendiyle aynıdır.
geçmişlerimi çoğalttım; tek bir hayat bile peşimden sürükleyemeyeceğim kadar yoğun, dallı budaklı, karmaşık geliyorsa, siz bir de pek çok hayatı düşünün
Öyle günler var ki, gördüğüm her şey bana onlarca anlam yüklüymüş gibi geliyor: Başkalarına aktarmamın, tanımlamamın, sözcüklere dökmemin zor olacağı iletiler salt bu nedenle son derece önemli. Hem beni hem dünyayı ilgilendiren uyarılar veya belirtiler bunlar: Benden yana, varlığımın dış olayları değil içimde, ta derinlerde olup bitenler; dünyadan yana ise özellikle tek bir olay değil, genel olarak her şeyin varoluş hali söz konusu. Bu nedenle ufak tefek değinmeler dışında bu konuda konuşmakta çektiğim güçlüğü anlayabilirsiniz.
Bütün öykülerin ana fikrinin iki çehresi vardır lt;.hayatın devamı;ölümün kaçınılmazlığı.
Bir kış gecesi eğer bir yolcu: Malborkr kasabasının dışında sarp bir yamaçtan sarkarken , rüzgardan ve baş dönmesinden korkmadan gölgenin yoğunlaştığı aşağıya bakarak birbirine bağlanan çizgiler ağında ay ışığıyla aydınlanan yapraklardan halının, boş bir mezar çevresinde ‘oracıkta sonunu bekleyen öykü hangisi?’diye,öyküyü dinleme sabırsızlığı içinde sorarsa
Günümüzde yazılan uzun romanlar belki de bir saçmalık: Zamanın boyutu un ufak oldu, her biri kendi çizgisinde uzaklaşıp ânında gözden yiten zaman parçacıkları içinde düşünmek veya yaşamak durumundayız. Zamanın sürekliliğini sadece aşağı yukarı yüz yıl sürmüş olan, zamanın artık durağan olmadığı ve henüz patlamadığı bir döneme ait romanlarda bulabiliyoruz, işte o kadar.
Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin.
( )Dünyanın tanığı olunamaz (ya da dünya üzerine vaaz verilemez); bireysel ya da ortaklaşa her çeşit himayeden kurtulmuş ve kendi indirgenemezliğine iade edilmiş dünya, sadece tanımazdan gelinir. ( )
( )olası olan sayıya gelmez, hiçbir zaman bir toplamın sonucu olmamıştır ve olası, daha çok içinde her noktanın bütünün sonsuz niteliğine katkıda bulunduğu, gözden yiten bir tür çizgidir.
Gözleriyle sayfa arasında beyaz bir kelebek uçuşuyor
Kendimi başkalarının, kendimin ve dünyanın uyumsuzluğuyla uyum içinde hissediyordum.
okumak, olmak üzere olan ve şimdilik kimsenin olacağını bilmediği bir şeye doğru ilerlemektir
Sürekli yenisini kovalayan, buna ek olarak henüz gözlerinin önünde durmayan, şimdilik var olmayan ama o istediğine göre var olmaması için bir neden bulunmayan kitapları bile okuyan bu kadına nasıl yetişeceksin?
Metin, sen okuduğun zaman öylece karşındadır, yüzleşmek zorunda olduğun bir şeydir, ama sana sesli olarak çevirdikleri zaman o hem olan hem olmayan, elinle dokunamadığın bir şey haline gelir.
Zamana zaman tanımak gerek.
Dünya parçalanıyor ve beni de kendi çözülmesinin içine çekmeye çalışıyor.
Filika çıpası biçimindeki bir şey, dört çengelli diş, dipteki kayalara sürtünerek yıpranmış dört demir kol bana paralanmadan, acı çekmeden hiçbir kararın alınamayacağını hatırlatıyordu.
Herkesin okumuş olduğu ve bu nedenle senin de okumuş sayılabileceğin kitaplar
Bir kanıyı yönlendiriyorum. Hayır. Kendimi yönlendirme eylemine ikna ediyorum.
Maksat dili öğrenmek değil zaten, bunu isteyen yok Dertleri sorunları tartışmak, başka ülkülere bağlayacak genel ülküler peşindeler.
Her vazgeçilen seçenekte, geriye kalan da kendi içinde çatallanır.
Bütün öykülerin vardığı sonuç şudur: İnsan tek bir hayat yaşar, tek bir tane
“Siz her öykünün bir başı ve bir sonu olması gerektiğine mi inanıyorsunuz? Çok eskiden bir öykü ancak iki şekilde biterdi: Bütün sınamalardan geçtikten sonra erkek ve kadın kahraman ya evlenirler ya da ölürlerdi. Bütün öykülerin ana fikrinin iki çehresi vardır: hayatın devamı, ölümün kaçınılmazlığı.”
Hangi liman büyük bir kütüphaneden daha güvenli bir biçimde açar sana kollarını?
“Bütün öykülerin ana fikrinin iki çehresi vardır: hayatın devamı, ölümün kaçınılmazlığı.”
Belki en başta, hani adını duyduğunda ona belli bir yüz yakıştırdığın kişiyle tanıştığında, zihnindeki çizgileri bu gördüğün yüzdekilere uydurmaya çalıştırıp şaşırman gibi bir bocalama yaşayabilirsin.
“…okumak, olmak üzere olan ve şimdilik kimsenin olacağını bilmediği bir şeye doğru ilerlemektir…“
“Okumak”, diyor, “her zaman şudur: şurada yazıdan oluşmuş, nesnel ve maddesel, değiştirilemeyen bir şey vardır, bu şey aracılığıyla var olmayan, manevi dünyayı ait, görünmeyen, sadece düşünülebilen, hayal edilebilen ya da bir zamanlar olmuş ama artık olmayan, geçmiş, yitmiş, ulaşılamayan, ölüler dünyasında bulunan başka bir şeyle karşılaştırma yapmak mümkündür.”
Mesleki olarak kitaplarla uğraşanların dünyası her zaman daha kalabalıktır ve okurların dünyası ile özdeşleşir. Elbette okur sayısı da gittikçe artıyor, ama kitapları, başka kitap üretmek için kullananlar, kitapları yalnızca okumayı sevenlerden daha hızlı çoğalıyorlar.
Sen, insanın içine gireceği en iyi beklentinin, en kötüden sakınmak olduğunu biliyorsun.
Sen, ‘Dünyanın tanığı olunamaz (ya da dünya üzerine vaaz verilemez); bireysel ya da ortaklaşa her çeşit himayeden kurtulmuş ve kendi indirgenemezliğine iade edilmiş dünya, sadece tanımazdan gelinir,’ diyorsun.
Her vazgeçilen seçenekte, geriye kalan da kendi içinde çatallanır.
Olası olan sayıya gelmez, hiçbir zaman bir toplamın sonucu olmamıştır ve olası, daha çok içinde her noktanın bütünün sonsuz niteliğine katkıda bulunduğu, gözden yiten bir tür çizgidir.
Sanırım bir yerlerde şöyle diyorum: ‘Başlayan, ama bitmeyen öyküler dünyasında yaşıyoruz.’
O anda, evrenin kusursuz düzeni içinde bir gedik, onarılması olanaksız bir çatlak açıldığını hissettim.
Nesnelerin kımıltısız mutsuzluğunda kendi ruh halimi bulmak konusunda doğal bir eğilimim olduğunu hissediyorum.
Öyle günler var ki, gördüğüm her şey bana onlarca anlam yüklüymüş gibi geliyor.
ama sen kitabın sadece başlığını biliyordun,
oysa cümleler belirsizlik, bozluk, en küçük ortak paydaya indirgenmiş deneyimin kimseye ait olmayan topraklarında akıp gitmeyi sürdürüyor.
..
olmamış olması gereken bir şeyin öncesindeki âna döneceğiz diye saatleri ve takvimleri geri döndürme takıntısına kafa yormanın manası yok.
..sahibinin peşinden gidişini gözleyen sahipsiz köpeklere özgü bocalayan bakışlarıyla sana bakanlar raflardaki kitaplardı)..
Yalnızca senin olduğunu hissettiğin şeyler senin oluyor.
Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin.
.. o sabah kalabalığa karışmış, Demir Köprü’den geçerken kendimi uzun zamandan beri olmadığım kadar mutlu ve hafif, başkalarıyla, kendimle ve dünyayla uyum halinde hissediyordum. (Yanlış sözcük kullanmak istemem; düzelterek şöyle diyeyim: Kendimi başkalarının, kendimin ve dünyanın uyumsuzluğuyla uyum içinde hissediyordum.)
Evimin alışıldık kokuları ve sesleri o sabah bana elveda dercesine sarıyordu çevremi: O ana dek bildiğim her şeyi uzun bir süre için yitirmek üzereydim -bana öyle geliyordu- ve geri döndüğümde ben dahil olmak üzere artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Zamanın akışını tersine yüzmek istiyorum derken söylemek istediğim buydu: Bazı olayların sonuçlarını silmek ve en başa dönmek. Ama hayatımın her ânı yeni olaylar birikimiyle yüklü ve bu yeni olayların her biri kendi sonuçlarını beraber getiriyor; öyle ki ben yola çıktığım sıfır noktasına dönmek istedikçe ondan daha çok uzaklaşıyorum..
Her ne kadar bu istasyona hayatımda ilk kez bu akşam inmiş olsam da, sanki ömrümü burada bu büfeye girip çıkarak, aslında bekleyişe ait olan ve birbirine karışmış olan sundurma kokusundan tuvaletlerin ıslak talaş kokusuna geçerek, aranan numara asla yanıt vermediği için attığınız jetonu geri almaktan başka bir şey yapamadığınız telefon kulübelerinin kokusunu içime çekerek geçirmişim gibi geliyor.
Yüksek sesle okuyan birini dinlemek, sessizlik içinde okumaktan çok farklıdır. Kendin okurken cümleler üzerinde durabilir ya da atlayabilirsin: Tempoyu ayarlayan sensindir. Oysa okuyan bir başkası olduğunda dikkatini onun okuma hızına uydurman zordur: Ses ya çok hızlı ya da çok yavaş ilerler.
Artık taşra kenti diye bir şey kalmadığına ve belki de asla var olmamış olduğuna ilişkin bir kanaatim var. Bütün yerleşimler, ötekilerle anında haberleşebiliyor; bu yalıtılmışlık duygusu yalnızca bir yerden ötekine giderken, yani hiçbir yerdeyken hissediliyor.
“Bir sınır çizgisi var: Bir yanda kitapları yapanlar var, öte yanda da onları okuyanlar. Ben okuyanlardan biri olarak kalmak istiyorum, bu nedenle kendimi hep çizginin öte tarafında tutmaya özen gösteriyorum. Yoksa çıkarsızca okuma hazzı sona erer ya da en azından başka bir şeye dönüşür; bu da benim istediğim bir şey değil.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir