Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından İçtihad Risalesi kitap alıntıları sizlerle…
İçtihad Risalesi Kitap Alıntıları
&“&”
Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet nasılki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilâç olur. Enbiya-i salife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz.
İçtihad Risalesi – 16
Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz
Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle Yaşasın Cehennem!" der.
Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiat ister.
Şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır.
Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur.
Çünki sohbette insibağ ve in’ikas vardır.
Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır.
Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.
Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ(boyanma) ve in’ikas(aksetme,yansıma) vardır.
İçtihad Risalesi – 22
Cevab-ül ahmak-is sükût"¹
Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizamperverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bilhak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki, bunları ibadete sevkedip istihdam ediyor.
Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl akıllı adam" denilirler?
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir haleti çok defa tedkik ettim gördüm ki; o halet, hakikattır. O halet şudur ki:
Sure-i İhlas’ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: Bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkeza… Gitgide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tedkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhâssa o Arabî lafızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.
Hem bilfiil gösterdim ki; İslamiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları ona yetişemez, belki sathi kalır.
Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle Yaşasın cehennem!" der. Cennet dahi ucuz degildir, mühim fiyat ister.
Doğrudan doğruya , umum Âlem-i İslam’a taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâm’ın bağlandığı o nurâni zincirleri koparmaya tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..
Hatta diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki; her bir harf-i Kur’an, bir hakâik hazinesi hükmüne geçer; bazen birtek harf, bir sayfa kadar hakikatleri ders verir.
İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda bir fiatla satılsa; elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının marifetine ve sözüne itimat edip körü körüne alınmaz.
O dönem Mekke müftüsünden ders aldı. Henüz 15 yaşında iken mekke müftüsünün yanında fetva verecek konuma geldi.
Kitaplar, içtihadlar Kur’an’ın aynası, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez.
İslâmiyet’in esaslari o kadar derindir ki, felsefenin en derin esaslari onlara yetişmez, belki sathî kalir.
Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki; Biz, Allah Allah diye diye geri kaldik. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti"
Öyle dinsizler idare-i hükûmete muzir olduklari gibi, terakkiye dahi mânidirler. Terakki ve ticaretin esasi olan emniyet ve âsâyişi kiriyorlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.
Bir Müslüman, İslâmiyet’ten çiksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez.
Hâlbuki zaaf-i imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çikan ve lisan-i Arabî’ye karşi nefret ve zaaf-i imandan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasiyla tercüme edip Arabî aslini terk etmek, dini terk ettirmektir!
Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle Yaşasin cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiyat ister.
Ezan gibi ve namazin tesbihati gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakâikleri, başka lisanla ifade etmek çok zararlidir. Çünkü menba-i daimî olan elfâz-i ilâhiye ve nebeviye kaybolduktan sonra o daimî letâifin daimî hisseleri de kaybolur.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Ashabima sövmeyin. Şayet sizden biriniz Uhud Daği kadar altin infak etse, bu ashabimdan birisinin yarim avuçluk yaptiği infakin değerine ulaşamaz.
(Hadis-i Şerif)
Bir su, beş muhtelif mizaçli hastalara göre nasil beş hüküm alir.. şöyle ki:
– Birisine, hastaliğinin mizacina göre su, ilâçtir; tibben vaciptir.
– Diğer birisine hastaliği için zehir gibi muzirdir; tibben ona haramdir.
– Diğer birisine az zarar verir; tibben ona mekruhtur.
– Diğer birisine, zararsiz menfaat verir; tibben ona sünnettir.
– Diğer birisine ne zarardir, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tibben ona mübahtir.
İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktir. Sen diyebilir misin ki: Su yalniz ilâçtir, yalniz vaciptir, başka hükmü yoktur."
Hâtemü’l-enbiya’dan(Efendimizden) sonra şeriat-i kübrâsi, her asirda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamiştir. Fakat teferruatta, bir derece ayri ayri mezheplere ihtiyaç kalmiştir.
Zaruret eğer haram yoluyla olmamiş ise, harami helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyâriyla, gayr-i meşru sebeplerle zaruret olmuş ise; harami helâl edemez, ruhsatli ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez.
İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanlari mübtelâ eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardir ki; sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden; ruhsatli ahkâmlara medar olup, harami helâl etmeye medar olamazlar. Hâlbuki şu zamanin ehl-i içtihadi, o zarurati ahkâm-i şer’iyeye medar yaptiklarindan, içtihadlari arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, şer’î değil.
Zaruret, harami helâl derecesine getirir.
Bir hükmün hikmeti ayridir, illeti ayridir.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
İçtihad kapisi açiktir. Fakat şu zamanda oraya girmeye Alti Mâni" vardir.
Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtimâ edemiyor.
… gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar.
Enâniyeti terketmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terkeder.
Kitablar, içtihadlar Kur’anın âyinesi, yahut dürbün olmalı.
Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’cizbeyân.
Kur’an âyine ister, vekil istemez.
Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikâz edilir.
Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti."
"Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût" kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur.
Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:
Ey bîçareler!
Bu dünya bir misafirhânedir.
Her günde otuzbin şahid, cenâzeleriyle "El-mevtü hak" hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehâdet ediyorlar.
Ölümü öldürebilir misiniz?
Bu şâhidleri tekzib edebilir misiniz?
Mâdem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir.
Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümât-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlâkını ümid-i mutlâka çevirebilir?
Mâdem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor.
Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.
Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saâdet-i hayâtiyeyi beklesin.
Fakat mürtedin hakk-ı hayâtı yoktur.
Çünki vicdanı tefessüh eder, hayât-ı içtimâiyeye bir zehir hükmüne geçer.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş.
Ne vakit salâbeti terketmişse, tedenni etmiş.
Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle Yaşasın Cehennem!" der.
Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiat ister.
ﻟﺎَ ﻳَﺴْﺘَﻮِﻯ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ ﻭَﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔِ ﺍَﺻْﺤَﺎﺏُ ﺍﻟْﺠَﻨَّﺔِ ﻫُﻢُ ﺍﻟْﻔَٓﺎﺋِﺰُﻭﻥَ
[ Cehennem ehli ile Cennet ehli bir olmaz.
Cennet ehli, muradına ermiş olanların tâ kendisidir.
(Haşir Sûresi, 59:20) ]
Mesâil-i Şeriattan bir kısmına taabbüdî" denilir; aklın muhâkemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır.
İlleti, emirdir.
O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabîlinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir.
Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nurânî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar.
Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..
Nasılki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabani ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder.
Öyle de şeâir-i İslâmiyedeki tâbirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayatdar ve sevabdar bir cild, bir deri hükmündedir.
Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.. nur uçar, dumanı kalır.
Her ne ise…
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:
ﻛُﻞُّ ﺑِﺪْﻋَﺔٍ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٌ ﻭَﻛُﻞُّ ﺿَﻠﺎَﻟَﺔٍ ﻓِﻰ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ
[ ( Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir.)
(Müslim, Cum’a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Nesâî, Î’deyn: 22; İbni Mâce, Mukaddime: 6, 1; Dârîmî, Mukaddime: 16, 23; Müsned, 3:310, 371, 4:126, 127) ]
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?
… tesâdüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar.
Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakâik-i imâniyeye karşı gelmek istiyor.
Hususan Şaban ve Ramazanda, akıldan ziyâde kalb hissedardır, ruh hareket eder.
Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir.
Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşâ’ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede?
Lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’aniyenin i’câzı öyle bir tarzdadır ki, kâbil-i tercüme değildir!
Belki muhaldir" diyebilirim.
Kimin şübhesi varsa, i’câza dâir Yirmibeşinci Söz’e müracaat etsin.
Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır.
Sahabelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatları nerede?
Ey müddei!
Senin şiddet-i za’fından, ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede?
… bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şübheye düşen imanınız nerede?
Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehud’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahabelerin imanları nerede?
… şimdi saâdet-i ebedîyeye bedel, saâdet-i dünyevîye medâr-ı nazardır.
Beşerin nazâr-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir.
Bütün kalbler, Rabbimizin bizden istediği nedir?" diye merak ederdi.
… câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebevîyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakâik ve rehber-i kemâlât olurdu.
Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesbederdi.
Allahım!
Esmâ-i Hüsnânın tecelliyâtına câmi’ bir ayna oluşu sırrıyla, esmâ ve sıfâtının güzelliğine olan kudsî muhabbetinin envârı onda temessül eden, masnuâtının en ekmeli ve en bedîi, kemâlât-ı san’atının enmûzeci ve mehâsin-i nukuşunun fihristesi olması hasebiyle, masnuâtındaki san’atına olan kudsî muhabbetinin şuaları onda temerküz eden, mehâsin-i san’atının en âlî dellâlı, nukuşunun güzelliklerini ilân edenler arasında sesçe en yüksek oluşu ve kemâlât-ı san’atının en güzel medîhelerini dile getirişi sebebiyle, san’atının istihsânına muhabbet ve rağbetinin en latîf cilveleri onda tezâhür eden, Senin ihsânın olan mehâsin-i ahlâkın kâffesini ve eser-i fazlın olan letâif-i evsâfın hepsini câmi’ olması sırrıyla, mahlûkatının güzel ahlâkına ve masnuâtının latîf evsâfına olan muhabbet ve istihsânının aksâmı onda tecemmu eden, Furkan’ında muhsinlerden, sâbirlerden, mü’minlerden, müttakîlerden, tevvâbînden, evvâbînden ve Kendini onlara sevdirdiğin ve muhabbetinle onları şereflendirdiğin bilcümle esnâf-ı ibâdın için doğru bir mihenk ve fâik bir mikyas teşkil eden, ve öyle bir mihenk ve mikyas ki, Senin habiblerinin imamı ve Senin mahbublarının seyyidi ve Senin dostlarının reisi olan Zâta, bütün ashâbına ve ihvânına, salât ve selâm et.
Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn.
Not: Bu kısım kitapta Arap’ça olarak geçiyor.
Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?
Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki:
Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vâcibdir.
Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır.
Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur.
Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir.
Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mubahtır.
İşte hak burada taaddüd etti.
Beşi de haktır.
İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle berâber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimâd edip, körükörüne alınmaz.
… şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesâfe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler.
… bir içki mübtelâsı zarûret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: Zarârettir, bana helâldir."
… şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir.
… şu zamanda, medeniyet-i Avrupanın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayât-ı dünyevîyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir.
Zihinler mànevîyata karşı yabanileşmiştir.
her kimin güzelce bir istidâdı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır.
… şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengamında, içtihad nâmıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.
… büyük bir selin hücumunda, tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir.
Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir.
Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil.