İçeriğe geç

İçimdeki İstanbul Fotoğrafları Kitap Alıntıları – Mario Levi

Mario Levi kitaplarından İçimdeki İstanbul Fotoğrafları kitap alıntıları sizlerle…

İçimdeki İstanbul Fotoğrafları Kitap Alıntıları

Size hüznü bu şehrin en vazgeçemeyeceğim mirası olarak gördüğümü söylememiş miydim?
Kayıpların sende doğurduğu hüzün, hüznün sana anlattıkları, yaşadıklarının söylettikleri ve söyletemedikleriydi. Söylenmek istenenlerin, söylenmeye ihtiyaç duyulanların ve söylenemeyenlerin uyandırdığı kırıklıktı…
Mesele değildi, herkes istediğini, istediği gibi hissedebilirdi. Asıl mesele hakikatin bir daha kendini gösteremeyecek kadar kaybolmasında, çok derin sulara gömülmesindeydi.
Birileri hayatın bir yerlerde sürdüğünü birlerine anlatmak için mutlaka uyumazdı, uyutmazdı, ayakta kalırdı sanki. Geceleri yaşamanın duygusu başkaydı üstelik. Gece insanları başkaydı.
İnsan bir bilinmezliğin içinde istediklerini hayal etme imkânına sahipti ya sonuçta…
Ayrıca suçlu yok biliyorsun. Suçsuz da yok. Yanlış, doğru, haklı haksız da Sadece insan ilişkileri var.
Kimi taraflar tüm açıklığıyla görülebiliyordu. Kimi tarafın kaldığı karanlıksa çok sarsıcıydı.
Aradan yıllar geçtikten sora bazı oyunlar daha rahat seyredilebilir, bazı duygulara yeniden dönülebilir, kaygılanma.
Kimi kırgınlıklar neden kaldırılamıyordu? Neden yılların akışında önemini yitiren, yitirmesi gereken yanlışlıklar yüzünden, hayatı daha anlamlı kılacak o beraberlik zamanları kaçırılıyor, ıskalanıyordu?
Ya bu yapılan da bir başka isyanın, hem de çok derin bir çaresizlikten kaynaklanan bir başka isyanın dışavurumuysa?
Tüm anlattıkların rağmen hâlâ eksik bıraktıkların var oysa, biliyorsun. Tüm anlattıklarına rağmen, anlatmayı ertelediklerin, başka hikâyelere bıraktıkların.
Bu oyunu oynayabileceğimizce oynayacağız. Sahnede kalabildiğimizce kalacağız. Repliklerimiz yine bazen bizimkiler, hayattan kazandıklarımız, bazen de başkalarının dayattıkları olacak.
Bir yola çıkılır ve unutulduğu sanılan çehreler, gün gelir, insana farkına varılmadan saklanmış birkaç fotoğrafın hikâyesini ve duygusunu hatırlatır.
Bu umut kırıntısı güzel, kimilerine bir başka hayatı ıskalama şekli gibi görünse de güzel.
Çağrışımlarımız bizi yine bir yerden bir başka yere savurabilir. Önemli değil. Varsın savursun, boş ver. Olası kopukluklar içimizde zaten birleşecektir.
Hikâyeler sıradandı belki ama, yine de farklıydı. Herkes farklı bir kişisel tarihten geliyordu çünkü sonuçta, farklı bir savaşa çıkacaktı zamanla. Kendini bulma ya da sınırlarını, gidebileceği yeri daha iyi görme savaşı o kadar da kolay bir savaş değildi.
Yaşanmışlıkların dışında kalınca bazı ihtimaller nasıl da yakıcı olabiliyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yaşadıkladını her hatırlayışında küçük bir acaba içini çok derinlerinden yoklar.
Kim bilir hangi hikâyelerden geliyorlardı, dahası nelerin son demlerini taşımaya çalışıyorlardı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bu akışta söyleyebileceklerini söyleyecektin sen de. Söyleyemediklerinin uyandırdığı duyguysa sende o uzun hikâyeyi inşa etme ihtiyacını doğuracaktı.
Bilmek için yaşamak gerekiyordu. Yaşarken de görebilmek. Sonra da görülenlerin içinde kendini görebilmek, büyütebilmek, tanıyabilmek.
Bir trajedinin içinde miydik, anlamlı bir komedinin içinde mi? Cevap bulunmayı tercih ettiğimiz yere göre değişirdi. Yaşamak zorunda kaldıkldınıza, hatırlamadan edemediklerimize, unutmayı tercih ettiklerimize göre de
Aslına bakılırsa tüm yaşananlar ne zaman biteceğini bilemediğimiz bir oyunun içinde kalmış gibiydi. Sahneler değişiyor, yeni oyuncular, yeni replikleriyle hikâyeye katılıyordu. Bazen sahicilik, bazen de oyunculuk hünerleriyle
Bize kalan şiir bir tanık, dahası bir masal anlatıcısıydı sanki.
Ama giden insanların yerine, o fotoğrafların duyurdukladı karşısında başkalarını koymak hiç kolay değildi. Tek çare zamanın akışında başka fotoğrafların içine girmeyi denemekti, göze almaktı.
Sevinçler bazen ne kadar da basit, ya da basit görünen nedenlerden kaynaklanabiliyordu.
Sahici hikâyeler tekrarlanır, sadece insanları değişir, ama hep aynı kalır; aslında yaratılmaz, yoktan yaratılmaz; anlatılır, aktarılır, ölmemek için paylaşılır.
Bazı sözler çağrışımlarını kendiliğinden uyandırıyor.
Ama insan elinde hüznün haritalarıyla yol almaya çalışınca nereye sürükleneceğini her zaman bilemiyor.
Ama insan ister istemez kaldırıyor, ölümlerini taşımayı öğrenebiliyor, zehir damarına yavaş yavaş zerk edilince, kaybettikleriyle de yaşayabiliyor.
Çoğaldıkça eksildiğimizi, kalabalıklaşıkça yalnızlaştığımızı, gördükçe körleştimizi söylemeyeyse pek az insanın takati kaldı. Bunca çok görüntünün arasında birbirimizi, hatta kendimizi bile göremediğimizi söylemeye de
İnsan kendindeki yolculuğunda taşıyabileceklerini taşıyor sonuçta, beraberinde götürebileceklerini götüyor.
İsteyen hikâyede, hayatın geçiciliklerle, saçmalıklarla yüklü tarafını, isteyen bir matemi görebilir.
Yaşanan yaşanmıştı işte. Geriye kalan bu tortu da kendine göre bir zenginlikti, inkâr edebilir miydin?
Kahkaların insana bazen çok hüzünlü, hatta ürkütücü gelebileceğini uzun yıllar önce öğrenmiştin.
Geriye cevabını yine veremediğin, veremediğin için de sana gizliden gizliye o eski hazzı duyuran sorular kaldı. Bilmemek bir hayalin izini sürmenin, henüz yazılmamış bir hikâyenin yolunu açmıyor muydu sonuçta?
Karşı karşıya kaldığın senin şiirindi. Hep yazmak istediğin, hiç kaybetmek istemediğin şiirin.
Kimi anlar uzaklara düşünce nasıl da değer kazanıyor.
Duyuyordun. Kendini var etmek için bir daha duyuyordun. Su da dile gelebilirdi çünkü, eski, çok yaşlı taşlar, kıyılar, limanlar da…
Bir soru daha seni istemediğin bir duyguya götürebilirdi.
Nereden kaynaklandığını elbette bilemeyeceğin kaygısını sadece seninle paylaşmak istemişti sanki. Birilerinin kendisini duymasını istiyordu, anlamıştın.
Zaman nelerin, kimlerin üzerinden acımasızca geçmemişti ki… Tüm kayıplara rağmen, kimileri için hâlâ yaşamaya devam etmeleri yeterli bir kazanç değil miydi ama? İzler birilerinde yeni anlar ve kikâyeler için kalacaktı. Bilmek yeterliydi. Olasılıklara bir daha inanmak da
Güneşin batışına vurulmuş olmaları mümkün müydü?
Anlatmak, gösterebilmek, duyurabilmek gerekiyordu demek ki… Yolların hepten kapanmaması için, köprülerin atılmaması için başka adımların da atılabileceğini söyleyebilmek…
İnsan bazı gerçeklerle ancak zamanla karşı karşıya kalabiliyordu, yüzleşebiliyordu ama. Zamanla… Kendini kayıplarıyla daha iyi tanıyarak.
Herkes kendini güvende hissettiği, bir sınırın ötesini, daha ilerisini görmeye, yaşamaya gerek duymadığı dünyasıyla yetinebiliyordu çünkü.
Ölümün hayatı anlamlı kıldığı yer, insanın anlatmaktan vazgeçmediği yerdi.
Kaybetme duygusuyla, kaybedilenlerin hikâyeleri seni bir yerlerde devamlı bekliyordu zaten.
Sen de herkes gibi kendini arayacaktın. Yol hikâyende sadece sana ait anlamlar kazanacak engeller, korkularını, içinde yaşattığın kavgalarını besleyecek bakışlar ve bir kederi her geçen gün biraz daha çok derinleştirecek, ama aynı zamanda da seni inşa edecek, uzun bir yazıya hazırlayacak yalnızlığınla çiziliyordu. O öfke de böyle büyüyecekti, o sessiz isyan da…
Soru ile sorunun uyandırdıkları, acılı bir hikâyenin tortusunu duyuruyordu.
Kaderin içine bir miktar gülümseme de koyarak… Çünkü hüzün bu gülümsemeyi de bekler.
Sıradanmış gibi görünen bazı sözlerin bile artlarında zaman zaman çok anlamlı hikâyeler gizlediği söylenir.
Kalmanın, direnmenin bir bedeli vardı. Tıpkı gitmelerde olduğu gibi…
Sar­madımsa da belden, geçmedim bu emelden
Bir hazin mace­radır, onu aldılar elden Başkasına yar oldu, eller bahtiyar oldu
Gönlüm hep baştanbaşa viran bir diyar oldu
Susma­nın, sükutun erdem olarak kabul edildiği bir tarihten gelen biz değil miyiz? Neye ve kime yaradı bu suskunluklar? İktidar­lar hangi yanlışların ve aldatmaların iktidarlarıydılar? Ya­lanlarıyla yol alanlar gerçekten yol aldı mı? Matemleriyle yüzleşemeyen insan özgürleşemez, yaşadıklarının hakkını vere­mez, ölümünü bile anlamlı kılamaz.
Ne zaman büyü­müştün? Büyüyebilmiş miydin gerçekten?
Yoksa Yoksa sen hep o yaralı çocuk muydun? Yaralı çocuklar hep yaralı aileler kurardı, yaralarını başka yaralıların yanında sarmaya çalı­şırdı
Yazarlık Bu ülkede mi?
İstanbul’da yaşamakla İstanbul’u yaşamak arasında bir fark vardır,bu farkın farkında değilseniz İstanbullu olamazsınız.
Sözler de bir mirastır sonuçta, zamanın akışında uzun yolculuklara çıkar, günün birinde de hikayelerinizin, sınırlarınızın içine girer. Vakti geldiğinde, başka anlamlar için, başka hikayelere gitme kaydıyla Çünkü bu dünyadaki hiçbir şey sadece ve sadece sizin değildir. Sözler, hatta bu sözlerle dile gelen duygular bile
Geçicilikler, geçicilikler, geçicilikler
Hikâyelerimizi de birbirimize aktardıklarımız sayesinde yazmıyor muyduk?
Ben kendim için değilsem, kim benim için olacak?
Yalnız kendim içinsem, ben neyim?
Ve şimdi değilse, ne zaman?
Geride bırakılanları hep dönülmek istenir kılansa, kaybedilmeye razı olunamayanlardı galiba.
Sevinçler bazen ne kadar basit, ya da basit görünen nedenlerden kaynaklanabiliyordu.
İnsan kaybettikçe daha iyi anlıyordu, çevresini, yoksunluklarını daha iyi görebiliyordu ya
Kuş sesleri O şarkıya boş verebilirdin. Ama bu seslere asla. Yine bir sabah vaktindeki serçelerin, ya da muhabbet kuşunun seslerine boş veremeyeceğin gibi Şehri bir de böyle görmek varmış. Onlar gibi uçamadığına en çok hayıflandığın anlardı bunlar. Elde bu yüzden yazılmayı bekleyen şiirler ve hikayeler kalmıyor muydu?
Denizin suyuyla susuzluğunu gidermek. Yıllar tuzu nasıl atacaklarını da öğretmişti. Doğa bazen ne tuhaflıklar yapıyordu. Yelkovan kuşlarının peşine takılmak Bu duyguyu ancak bir İstanbullu yakalayabilirdi. Ancak bir İstanbullu onlara aynı zamanda yel tutan ya da fırtına kuşu adlarını takabilirdi. Boğaz’ın ya da adaların sesleri onlar yüzünden daha İstanbullu olabilirdi.
Senin martıların İstanbul’du, İstanbul’un da martılar. Bu hikaye de bitmezdi.
Büyüyordun ve büyümek hiç kolay değildi anlıyordun.
Ülkenin acısı seni giderek daha çok içine gireceğin bir isyanın eşiğine getirmişti.
Söylenenler kulaklarından hiç gitmedi Kaybedilmeyecek servet, elden çıkmayacak zenginlik yoktur. Hiç kimse sahip olduklarıyla övünmemeli. Bunların hepsi emanettir. Asıl mühimi insan olmayı bilmektir
Okuldan ve tüm okullardan nefret edecektin. Nefreti besleyen sarsıntılar çok derin hasarlara yol açacaktı. Bu hasarların etkilerinden belki de hala gerektiğince kurtulamadın. Yaralar o kadar derindi ki
Hatırlamak acıtırdı bazen, çok acıtırdı. Ama her acı bir başka zenginlikti aynı zamanda, bir başka İstanbul’du.
Bu kıyıya kısa bir yürüyüş mesafesinde duran Çengelköy’ün yine denizle neredeyse iç içe girmiş gibi görünen Çınaraltı kahvesi de sana tüm eksilmelerine rağmen gitmemekte direnenlerin o buruk hikayesini hatırlattı.
Zaman nelerin, kimlerin üzerinden acımasızca geçmemişti ki
İstanbul’un taşı toprağı altındı ya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir