İçeriğe geç

İbrahim’le Buluşma Kitap Alıntıları – Ali Şeriati

Ali Şeriati kitaplarından İbrahim’le Buluşma kitap alıntıları sizlerle…

İbrahim’le Buluşma Kitap Alıntıları

İnsanın sorumluluk sahibi olmadığı hiçbir vakit yoktur.
Ebuzer, Muaviye’yi rahatsız ediyor. O yeşil sarayı yapmak istiyor; Ebuzer ise her gün geliyor, ustaların, amelelerin ve yabancıların önünde onun yakasından tutup şöyle diyor: Eğer bunu kendi paranla yapıyorsan israftır. Halkın parasıyla yapıyorsan hıyanettir.
“İlkokul birinci sınıftan üniversiteye girişimize kadar peş peşe öğretmenler geldiler; fakat sadece adları farklı idi; tıpkı şeker fabrikasında üretilen küp şekerler gibi hepsi birbirlerinin benzeri idiler. Aynı kalıpta idiler Çok doktorumuz, çok mühendisimiz, çok eğitimlimiz olduğunda insanî çeşitlilik ve ilerlemenin çok olduğunu sanıyoruz. Hayır, bu, yüzeysel olanı görebilen bir yanılgıdır.”
İslam’da şöyle der: Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. Bilgiyi aşkın yerine koyuyor. Bilgiden sonraki aşk değerlidir. Eğer Tanrı’yı tanımadan seviyorsak sanki putperest gibiyizdir, hiç fark etmez. Eğer Kur’an’ı okuyup anlamadan seviyorsak bunun üzerimizde hiçbir etkisi yoktur.
Vahdet-i vücut der ki: İnsan Tanrı’ya ulaşır, onda fani olur ve ondaki fanilikle beka bulur. Halbuki İslam’da böyle değildir. Biz Allah’a aitiz ve ona dönücüleriz. (Bakara, 156) denmektedir. Onda değil, Ona
“Peygamberimiz’in evliliğe ilk adımları şöyle anlatılıyor.

Hz. Hatice aracı gönderip şöyle söyletiyor:
Sen evlenmeyi düşünmez misin?

Hz. Muhammed:
Bir erkek, henüz kendi düşüncesinden çıkmamışken nasıl eşini kolayca düşünebilir?

Peygamberimiz’in evliliğe ilk adımları şöyle anlatılıyor.

Hz. Hatice aracı gönderip şöyle söyletiyor:

Sen evlenmeyi düşünmez misin?

Hz. Muhammed:
Bir erkek, henüz kendi düşüncesinden çıkmamışken nasıl eşini kolayca düşünebilir?

Hz. Hatice’ye gelip bu sözler söylenir. O da şöyle bir haber yollar. Git ona de ki: Eğer bu evlilik seni kendi düşüncenden de çıkarırsa.

Peygamberimiz’in evliliğe ilk adımları şöyle anlatılıyor.

Hz. Hatice aracı gönderip şöyle söyletiyor:

Sen evlenmeyi düşünmez misin?

Hz. Muhammed:
Bir erkek, henüz kendi düşüncesinden çıkmamışken nasıl eşini kolayca düşünebilir?

Hz. Hatice’ye gelip bu sözler söylenir. O da şöyle bir haber yollar. Git ona de ki: Eğer bu evlilik seni kendi düşüncenden de çıkarırsa.

Hatice’yle Muhammed’in evliliği çok önemli olan mesele şudur: Normalde 45 yaşında bir kadın, sadece cinsel bakımdan ihtiyaç duyduğu; fakat ruhsal bakımdan onu asla tatmin etmeyen 25 yaşındaki bir koca ile evlenir. Halbuki normalde kadın, ruhsal bakımdan kocasını etkisi altındadır. Fakat kadın, kocasından 15 veya 20 yaş büyük, kocasından daha zengin ve kocası kendisinin hizmetçisi olduğunda ve şimdi de onu aldığında o, sonuna kadar onun hizmetçisi, ama mahrem bir hizmetçi olarak kalır. Halbuki Muhammed’in ruhu o kadar güçlüdür ki evlilikten sonra Hatice onun karşısında ruhsal bakımdan bir hiç konumuna düşer. Oysa Muhammed’in onca servet, güç ve şahsiyeti Hatice’ye aittir ve daha önce kendisinin hizmetçisidir. Muhammed’in Roma ve iran’ın kendisinden korktuğu Medine ulu olduğuna sahip olduğu dönemde bile hanımlardan hiçbirisi aşağı tabakadan olan normal kadınlar dahi Muhammed’e Hatice’nin teslim olduğu kadar teslim olmamıştır Hatice’nin değeri de böyledir.”

“Putperestlikle mücadele, tahta veya taş şeklindeki bir şeye karşı yapılınca kolaydır; ama bir fikir, felsefe, mantık, kanun ve geleneğe karşı yapılınca artık zordur.”
“Allah’ı tanımadan
O’na aşık olmak
putpereslikten farksızdır.”
“Dini iman sahibiyiz ancak dini bilim ve dini hikmet yoksunuyuz.”
“Kendinden hicret etmek Mevcut kendisinden, olması gereken, fakat henüz olmayan kendisine doğru hicret etmek
Muhacir, kötülüklerden hicret eden kimsedir.
Dostoyevski’nin ve onun sözünü tekrarlayan Jean Paul Sartre’ın deyişiyle: Tanrı yoksa her şey mübahtır. Ben şu sonucu çıkarmak istiyorum: Her şey mübah ise en akıllıca ve en zekice iş, fesat ve kötülük değil midir? Tevhidî altyapısı bulunmayan ahlakın bizzat fesada dönüştüğünü ve örümcek ağı gibi yıkıldığını görüyoruz.
“Jean Paul Sartre eserlerinde yedi sekizden fazla yerde bir Dostoyevski cümlesini tekrar eder. Bu cümleyi ezberlerseniz değer. Zira bu cümleyi ateist Sartre bile kabul ediyor:

Eğer Tanrı’yı dünyadan kaldırıp atarsak hayatta her iş caizdir.

“İslam’da şöyle der: Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. Bilgiyi aşkın yerine koyuyor. Bilgiden sonraki aşk değerlidir. Eğer Tanrı’yı tanımadan seviyorsak sanki putperest gibiyizdir, hiç fark etmez. Eğer Kur’an’ı okuyup anlamadan seviyorsak bunun üzerimizde hiçbir etkisi yoktur.”
“Bazen de Ali’yi sırtına bindirip Hira’ya götürüyor ve onu kendi tefekkürüne ortak ediyordu. Küçük bir çocuk büyük bir adamla birlikte

Peygamberliğini ilan ettiğinde herkes hayır dediği zaman evet deme cesaretini gösteriyor. Sonra Carlyle diyor ki: Bu küçük el o gece o büyük elin içine yerleşti ve tarihin akışı değişti.”

“Andre Gide bir şiirinde şöyle der: Dün de buradaydım. Bugün de buradayım. Ne zaman bir kaplumbağa gibi kendi postumda kalmayacağım ve çürümeyeceğim, meltem gibi hareket edeceğim?”
“Ne dünün kadını olarak kalmak, ne de bugünün kadını olmak ister. Hiçbirini beğenmez. Her ikisine de isyan etmiş, kendisinde şu şüphe doğmuştur: Ben kendimi oluşturmalıyım
Nasıl olmak gerekir? sorusu, kendisi olmayı bizzat seçmek isteyen, yani bilinç, bağımsızlık ve insani şuura ulaşmış kadın için söz konusu olan bir sorudur.”
“Her amelin simgesel ve sembolik olarak büyük bir anlamı vardır; eğer bu manayı anlamazsan bütün bunlar şu an olduğu gibi bir hiç olur. ‘Bütün bu yaptıkların nedir?‘ diye kimin yakasını tutsan; ‘Dediler ki yap, biz de yaptık; kemiği hafiflettik, görevimizi ve yükümlülüğümüz‘ü boynumuzdan attık!‘ demekten başka bir şey söylemez. ‘Biz bu yükümlülüğü boynumuzdan attık.‘ tabiri şu anlama gelir: Zoraki bir şeydi, yerine getirmemiz gerekiyordu, elhamdülillah biz de yerine getirdik ve kurtulduk. Bu tabir onun hacdan ne anladığını gösterir. Halbuki insan bu sırlardan her birini belirten mana ve duyguyla anlasaydı, hac, dini bir yükümlülük olmasa ve zerre kadar uhrevi sevabı bulunmasa da her bilinçli insan, onu kendi insanlığı olarak, çok büyük bir insani eylem olarak yerine getirirdi. İşte böyle bir durumdur.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Biz ileri gittikçe tarih bizim için daha önemli olmuştur.”
“Bir Peygamber mezarı yoktur. Bir rivayete göre oraya 900 Peygamber medfundur. Ama şuur yüksek olduğu için bu boş evin boş olunca ne kadar dolu olduğunu anlaşılır. Bizzat evde kimsenin olmaması, Evde birsinin olduğunu bildirir.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“İnsanı mütefekkir bir şahsiyete benzetirsek Kur’an onun beynini, İslam tarihi de onun hayatının serüvenini gösterir. Bu ikisini tanımakla biz hem İslam’ın aslını, ilk İslam’ın kaynağını tanıyoruz, hem de İslam’ın ilk şeklinden şu ana kadar ki değişim tarihini tanıyabiliyoruz. İslam’ın ne zaman saptığı ve bizim ne zaman saptığımız, şu an sahip olduğumuz inançlardan hangilerinin ilk dönem İslam’a ait olduğunu, hangilerinin sonraki yüzyıllarda hatta otuz yıl öncesine ortaya çıktığı beynimize girdiğini ve dini inançlarımızın bir parçası olduğunu ancak İslam tarihinin mantıksal analiz yorumuyla anlaşılabilir. Değişim ancak tarih vasıtasıyla binebilir.”
“İslam’ı tanımanı da tıpkı bir insanı ve bir bilgiyi tanıma da olduğu gibi iki yolu vardır: Birisi, beynini tanımak, fikirlerini, eserlerini, inançlarını ve yazılarını okumak ve bu şahsiyetin nasıl düşündüğünü görmektir. Diğeri ise biyografisini bilmektir: nerede doğdu, ne şekilde büyüdü, nasıl yetişti, hayatta ne yaptı ve sonunda nasıl öldü?”
“ Bu, çağımızın insandan çekip aldığı en büyük nimet düşünmektir. Bizim hiçbir zaman düşünmeye vaktimiz yok. Hatta suskunken bile muhasebe yapıyoruz ve zihnimiz bir şeyle meşgul oluyor. Asla derinlik ve iç yönelişe sahip değiliz. Bundan dolayı içimize bakan her görücü, karanlık ve içi boş bir sandık odası görür. Onun için içimize bakmaktan korkarız. Gönlümüz her zaman dışarıya, kalabalığa, insanlara ve git gellere bakmayı ister. Kendimizden korkarız. Teemmül, insan içinin dışından daha aydınlık olmasına sebep olur. Eskiden teemmül/ düşünce, bir ilke ve insanın zamanının ve ruhunun bir ihtiyacı olarak bulunuyordu.“
“Eğitim, ruha özel bir şekil vermek demektir.”
Winsan Mounty’nin dediği gibi: Şimdi Afrika’da ortalama din değiştiren beş Afrikalıdan dördü İslam’a giriyor. Avrupa’da kesin bir istatistiğe sahip değiliz; fakat her yerde aydınların ve düşünürlerin İslam’a yönelik dalgası vardır. İslam ülkelerinde ise kesin bir istatistiğe sahip değiliz; ama her yerde genç neslin İslam‘dan uzaklaşma dalgası hissedilmektedir. Niçin? Çünkü orada ters çevrilmiş, ürkütücü çirkin İslam yoktur ki bakıpta korksunlar. Aksine onun fıtrat üzere ve duydukları genel hakikat şiyarı üzerine takip etmektedirler. Ama burada zaten var olduğu için kaçıyorlar.”
“Her şeyimizin olduğu; fakat hiçbir şeymizin olmadığını görüyoruz.”
“İbrahim’in hakikatini ve hareketini diriltme konusunda hepimiz eşit derecede sorumluyuz. Resmi bir ‘emri bil maruf nehyi anilmünker ( iyiliğe teşvik etme, kötülükten sakındırma anlamda İslami bir görev)’ kurumumuz yoktur. İslami meseleleri tebliğ etmek ile yükümlü kişilerden oluşan resmi bir teşkilatımız yoktur. İslamın başlangıcında kılıç sallayan ve gelip bir ülkeyi fetheden kimse ile oturup Kur’an okutan, namaz öğreten ve İslam’ı anlatan kimse aynı insan idi. Her ferdin kavrayışı, takati ve çevresi ölçüsünde bu hükümler bütününü yerine getirmesi gerekiyor. Fert fert hepimiz bu konuda sorumluluk sahibiyiz.”
“İslam Şiilik ve Sünnilik diye bölünmez. İslam’ın Şia’sı, Ehlisünneti olmaz; İslam bir tek İslam’dır. Anlama şekli değişir. İleri ve diri İslam ya da donuk ve sapık İslam vardır. Bu kadar!”
“Dine sahip olmanın önemi yoktur; önemli olan, dini anlamaktır.“
“Eğer bir toplum hakkı söyleyebilirse, bir grubun aleyhine dahi olsa biz oluruz.”
“İslam’ı öyle bir ters çeviriyorlar ki ona ilk kez bakan her göz, her nesil, her mantık ve her fikir ondan korkup kaçıyor. Bugün bu kaçışa şahidiz. İslam’ı çocukların (sadece küçük çocukların değil, gençlerin ve çağımızın aydın ve entellektüellerinin de) kaçacağı şekilde gösterdiklerine (o da ne demek; gösterdiğimize) şahidiz. Çünkü onlar için gerçekten korkunçtur. Çünkü biz onlara [haklarında] hiçbir mantık ve açıklamaya sahip olmadığımız ve manasını anlamadığımız şeyleri dayatıyoruz.”
Hz. Ali diyor ki: “Öyle bir devir gelecek ki İslam’ın kürkü derisi ile yer değiştirecek.”
“Muhammet İkbal, şöyle der: hHçbir kitap tarihi Kur’an’ın dayandığı kadar dayanmaz. Kuran surelerinin bir çoğunun adı tarih ismidir (Rûm, Hûd ve Âd sureleri gibi). Ya da tarihin, kavimlerin, hayatlarının veya helak olan milletlerin içindedir. Niçin helak oldular, neden kendi doğruları önderlerini yalnız bıraktılar, hangi belalara düştüler ve nasıl yok oldular? Onlardan bahsediyor ve insandan sürekli geleceği için ders çıkarmak amacıyla tarihi anlamasını istiyor.”
“Siyasi, fikri, sosyal ve dini olgunluğa sahip olmayan halk, kendisini ve gelecek yazgısını ucuz bir fiyata satar.”
“Bu dünya süreli bir dünyadır, malımızın peşinde değildir; dünya emanet bir dünyadır. Bizim dünyanın emanet olduğunu, süreli olduğunu anlamamız gerekir. Bu benleri ve bana ait şeyleri bir kenara koymalıyız. Ben, benim malım, benim arabam, benim karım, benim çocuğum demek yerine, bu emanetin elimizde olduğu bu süre içinde nasıl emanetçilik edeceğimizi düşünelim.“
“Zihnimizde bulunan ve bizim için kapalı anlaşılmaz olan meseleleri ele alalım. Bu meseleleri ele almak, onları cevaplamaktan daha önemlidir. Çünkü mesele ortaya konulduğunda cevabını ben bilmiyorsam bile başkası söyleyecektir. Bizim çalışmamızın kötü tarafı, meseleleri asla gündeme getirmemektir.”
Schopenhauer şöyle der: “Gelecekteki insanın eğer dine ihtiyacı varsa o din İslam dır. Çünkü bir kavmin ve dönemin dini değil; kalemin ve insanın dinidir.”
Abdurahman Bedevi aslında egzistansiyalist ve özgür araştırma yapan bir adamdır; fakat o şöyle der: “Dinler arasında çeşitli kalıplar ve bedenlerdeki ruh gibi kendisine uygun bir şekilde tecelli eden ve her asır ve zamanda ve her düşünce ile kendi boyutlarından biri mi o asır, zaman ve düşünceyle uyumlu tecelli ettiren değişik boyutlu tek din İslam dır. Yine kültür, düşünce, tefekkür, ihtiyaç ve sosyal düzen ile uyumlu olabilen ve bütün bu acılara ve ihtiyaçlara cevap verebilen tek din bu dindir.”
Viktor Hugo bir kitabında şöyle der: “Ben bilime çok inanıyorum. Bilimin bütün güneş sistemini bir gün keşfedeceğini, hatta ruhu anlayacağını ve dahası kaybı analiz edebileceğini biliyorum; ama bu rahipler sistemin nereden beslendiğini ve gelirlerinin nereden geldiği meçhulünü hiçbir zaman bulamıyacağını da biliyorum. Bilim bunu hiçbir zaman anlayamaz.”
“İnsanlığın büyük bir sosyal dini olan Musa’nın Dini İsrail kavminin ırkı dinine dönüşür. Şimdi kapalı bir din haline gelmiştir. Yani bir Yahudi hiçbir zaman bir Hristiyan’ı, Avrupalı, Çinliyi, Türk’ü, Arap’ı Yahudiliye davet etmez. Çünkü Musa’nın dini özel İsrail ırkı ile özdeşleşmiştir.”
“Hac, birçok kimsenin tahmin ettiği gibi, doğrudur da gerçekten uluslararası İslami bir kongre ve doğal bir seminerdir. Bu seminerle diğer uluslararası seminerler arasında bir fark vardır: Diğer uluslararası seminer ve kongrelerde sınıfsal ve eğitsel açıdan belli seçkin kişileri seçerler; ama burada hiç kimseyi seçmezler. Yani hangi düzeyde, hangi meslekten, hangi nitelikleri haiz, hangi ırktan, hangi milletten, hangi sosyal sınıftan olursa olsun, herkes bu kongreye davet edilir. Bu, hem toplumlarında ve hayatlarında belki hiçbir iftiharı, makamı ve sorumlulukları bulunmayan sokak ve pazar halkının, hem de ağır sosyal sorumlulukları ve toplumsal önderlikleri bulunan insanların davet edildiği tek kongredir.”
Bu ümmet Hintliler gibi ahiretçi veya Romalılar gibi dünyacı değil, orta/mutedil olmalıdır. Orta ümmet şu demektir:

“Sizi böylece sizin insanlara örnek olmanız, Peygamberin de size örnek olması için dengeli ümmet yaptık.”

(Bakara Suresi-143.ayet)

“Kur’an bir kelimeler yığını değildir. Bilakis insan üretmesi gereken bir fabrikadır.”
“Zamanımızı tanımalıyız, zamanın seyrini takip etmeliyiz, manevi hayatımızı zamanın gereksinimlerine uygulamalıyız ve özellikle imanımızdan, büyük, insanlık ve ahlaki fazilet dolu ve insan yetiştirici kültürümüzden, tarihimizden ve bütün değerli ve yüce hatıralarımız dan ibaret olan elimizde yüksek bedellerle ulaşılmış değerli bir miras iken şimdi ambalajlı, renkli ve karışık ilaç ve maddeler içeren bir şey haline gelen değerli emanet gördüğümüz ve bildiğimiz bu zaman gerekleri ile uyumlu hale getirmeliyiz. Hanımlar, beyler! Bunu ikinci neslin boğazına bir şekilde sokmak isterseniz kusar, yememekle kalmaz, üstelik ne kadar ısrar edersek edelim onu da bütün bunlara karşı bir tepki meydana gelir.”
“Bugün öyle bir gündür ki bir kızı veya oğlanı evin içine soksak, kapısını kapatsak, duvarını 3 metre yerine 30 metre yükseltsek, odasını evin avlusundan koysak ve odasını kilitlesek bile yine de dünyanın milyonlarca fikri, iktisadi ve sanatsal dalgası onun kulağına ulaşır. Günümüzde televizyon evin içine, dünyanın her yerine girmiştir.

(Dostlarımdan biri şöyle diyordu: ben Avrupa’ya gittim, Amerika’ya gittim, dünyanın her tarafına gittim. 30-40 yaşları yaşındaydım. 10-20 yıl da burada, İranda bulundum. Muhafazakar bir insan değildim; çünkü modern bir insandım. Sosyal yapıya bağlı değildim. Canım deri çekse oraya gidebilirdim. Fakat mesela filan gazinoya gitmeyi düşünsem, kendi kendime utanırım. Çünkü orası o kadar uygunsuz olurdu ki ben oraya bir seyirci olarak gidip oturmayı kendime yakıştıramazdım. Canım gitmek istiyor. Belki on yıldır yer altında bir gazino olan Lalezar-ı Nov’a gitme düşüncesi merakımı tahrik edip duruyor. [Kendi kendime,] dostlarım oradan bu kadar bahsediyorlar, en azından ne var ne yok gidip bir göreyim, dedim. (zevk düşkünlüğümden değil, merakımdan.) Kendime ve şahsiyetime baskın gelemedim. Ömrümde bir kere olsun böyle bir yere gitmeye hazır olamadım. Evet, televizyon gelince, 30 40 yaşında, eğitimli ve bilgili bir adam olarak siz bu özel yeraltı gazinosuna girmeden önce [aynı gazino programlarını] ailenizin en gizli, en temiz ve en iffetli köşelerinde yarım saat, bir saat kadar daha iyi, daha hızlı ve daha net seyrediyorsunuz.)

Bu sebeple günümüz toplumunda hiç kimse zamandan, asırdan ve toplumdan koparlamaz ve sterilize bir alkol şişesinin içinde muhafaza edilemez.”

“Sezgisel ve tahmini değil, aksine gözle görme şeklinde olan kesim bilimsel ölçülere dayanarak ikinci neslimiz bizimle yabancılaştığını biliniz.”
“Allah’ı tanımadan
O’na aşık olmak
putpereslikten farksızdır.”
“Hacer, Allah’a tevekkül eden fedakâr insanın sembolüdür. Yani bir insan o büyük kudrete dayanırsa öylesine bağımsızlaşır, öylesine kahraman olur ki hiçbir zaman korku, cehalet ve menfaat sebebiyle kimsenin etkisi altında kalmaz, kimseye yaklaşmaya çalışmaz, hiçbir ferde ümit bağlamaz, fayda sağlama ya da bir zararı giderme amacıyla alçalmaz.”
“Hikayesini bildiğimiz Ashab-ı Kehf Kur’an’da da bu tür hicretin sorumsuz hicret örneğidir. Bu, sosyal bakımdan sorumlulukları olmadığı halde kendilerini insani ve imani açıdan sorumlu hisseden kimselerin hicretidir. En azından daha sonra kendileri olarak kalabilmek için bu tür hicreti yapmaları gerekir. Ashâb-ı Kehf, ellerinden hiçbir şey gelmediği, her çabanın sonuçsuz kaldığı, öte yandan hiçbir şey yapmadan durmaları halinde suç ortağı ve çarkın dişleri olacakları Dikyanus toplumunda yaşıyorlardı.

(Ashâb-ı Kehf hikayesi ne kadar önemli, ilginç ve derin bir hikayedir.) Diyor ki: 300 yıl mağarada kaldılar. Ebedi olduğunu söyleyen o büyük güç, bunları takip etti, mağaranın önü Allahın emriyle kapandı. 300 yıl uyudular. Kalktıklarında kaç saat uyuduklarını anlamadılar. Ceplerindeki parayla bir şey almaya gittiler. Sonra dükkan sahibi onları uyardı. (Bu dükkâncı, Ashâb-ı Kehf’in tüm hikayesini bize anlatmaktadır.) Beyefendi! Bu paralar eski. Bu sikkeleri hangi harabeden getirdiniz? Yani ne? Yani sen Dikyanus’un kudretini ezeli ve ebedi mi sanıyorsun? Yaratılış kanununda ve Allah’ın iradesinde her kudretin kaderi yok olmaktır. İnsanlar için ebedi görünen kudretler, insanlığın bilgisizliğinden istifade ederler.”

Kur’an literatüründe hicret hükmü:
“İman edenler, hicret edenler ve cihad edenler“. Şeklinde yer alır. Bu bir ilkedir.
“Eğer toplum inşa edemiyorsan hiç olmazsa kendini kaybetme, kendini bozma! İmanını, özgürlüğünü, dinini, insanlık şerefini koru!”
Maddiyat ve maneviyat her zaman birbirinden uzak yaşarlar.
“Her toplumda insanlık maneviyata dayandığında hurafe, cehalet ve fakirliğe, maddeciliğe yöneldiğinde ise kan dökücülüğe, cinayete, hırsızlığa, açgözlülüğe ve savaşçılığa düşüyordu.

Oysa Islam’da tevekkül ile sa’y, dünyevi hayat ile uhrevi hayat, maddiyat ile maneviyat arasında birbirini tamamlayan mantıklı bir ilişki vardır.”

“Ben ve biz birbiriyle sürekli mücadele halinde olan iki olgudur.”
Ali: Ben konuşan Kur’an’ım. diyor. Yani Kur’an savunucusu insan değil, Kur’an’ın yetiştirdiği insan.
“Siz İslami kültür almış bir babasınız, fakat oğlunuzla bu konuda dört kelime konuşamazsınız. Kesinlikle ortak bir diliniz yoktur. O başka bir dil edinmiştir. Anlaşamayız Niçin?”
“Tevhit, herkesin bir tane Tanrı’sının olması, yani herkesin sadece insan olması demektir. İbrahim’in büyük eylemi işte budur.”
Ben lerin güçlenmesi ve biz lerin zayıflaması Bu, günümüz insanlığının büyük bir musibetle karşı karşıya olduğunu gösterir. Hangi musibeti? Yalnızlığı.
“Abid kimdir? İbadet nedir? Yolun doğru, düzgün amel etmesidir. Taşlar, kesekler, engebeler ve dikenler, çalışarak, sürekli zahmet ve sıkıntı çekerek, gayretle ve aşkla atılmış ve temizlenmiştir.
Kimin önünden?
Allah’ın iradesinin önünden ”
“Bir din hak ise ilerlemeci, mantıklı ve aydın olduğu için haktır.”
“İnsanın sorumluluk sahibi olmadığı hiçbir vakit yoktur.”
“Bir yanda zulüm, zorbalık ve üstünlük hırsı diğer yanda yoksulluk, açlık, zillet ve kölelik.İnsanlık değerleri her iki sınıfta da yok olmuş. Biri vahşi ve acımasız, diğeri zelil ve hor. Bu durum; insanın, bütün değerlerini karnını doyurmak için feda ettiği bir toplumun doğal ve kaçınılmaz sonudur.”
“İbrahimin yaptığı iş bize göre yalnızca tarihsel bir olay değildir. Bir topluluk birkaç puta tapıyordu , aydın ve bilinçli bir adam kalkıp balta ile putları kırıyor ve Allah birdir, bunlar ilah değildir diyor. Bizim çoğunlukla dinlediğimiz hikaye bundan ibaret. Oysa gercekte Hz. İbrahim’in putlara indirdiği darbe ; tarih boyunca etnik , soy ve sınıf ayrımcılığına dayalı bütün bayrakları kaldırıp atmak ve insan-Allah-tabiat çelişkisine rahberlik ederek bu çelişkiyi bir ahenge dönüştürmek anlamına geliyordu.”
“İslami duada isteme felsefesi ilkesinin kaldırıldığını söylemek istemiyorum: Ama Müslüman dua edeceği zaman önce dua edeceği, kendisinden bir şey isteyeceği kimseyi ziyaret veya dua metinlerinde dikkatli, bilinçli, aydınca, mantıklı ve doğru bir şekilde tamamlamalı, ancak ondan sonra ‘Ben senden ne isteyim? ‘demeliyiz. Ondan sonra ana dua ve ziyaret metinlerinden isteklerimizle daha önce kendi kendimize istediklerimiz arasında büyük bir fark olduğunu görürüz. Bu nedenle hem buradayken hem de döndüğümüzde inancımız bu olmalıdır. Milletimize en büyük hediye olarak bunu götürelim ve bu düşünce yaygınlaştıralım ki bundan sonra kaç felsefesi, kafile kurma felsefesi ve kişileri topluma felsefesi, hacca gelen bir toplulukta yeme, içme, uyuma ve dinlenme üzerine kurulmasını, aksine üst seviyede manevi, fikri ve aklı donanım duyum üzerine kurulsun. Bizim bir araya giriş felsefemiz bu olmalıdır. Bizim toplanma programımız ve bu 30 gün içinde gecemizi gündüzümüze dolduran şey, bu fırsatlardan anlamamız gereken daha fazla bilinçtir.”
“İslami dua metinlerini iki üç sayfa okursunuz, Allah’tan henüz bir şey istememişsinizdir. Bazen duanın sonuna gelmiş olursunuz, fakat hala ‘bana bir şey ver ‘ dememişsinizdir. Çünkü siz kendi hakkınızda değil, Allah hakkında konuşmaktasınız.

Geçmiş dinlerin geleneklerinde şunlar vardır. Bir mezara yapışıyor ve sesleniyor: ‘Sağlık ver, para ver, borcunu öde, misafirmi filan yap vs.’

Bu, İslami dua isteği değildir geleneği değildir.”

“İslam’da duanın kendisi bir çeşit tefekkürdür.”
“Ömür süresinin tamamında genellikle bir defa ele geçen bu 20-30 gün, insana gündelik hayatın çirkinliği içinde kenara çekilme, kendisini görme, kendisi, hayatı, ömrü, dünyası ve kaderi hakkında düşünme fırsatı verir. Gündelik hayatta inandığımız din, bağlandığımız maneviyat, hayat bir ömür hakkında bütün gönlümüz, ruhumuz ve düşüncemizle inceden inceye düşünmeye zamanımız yoktur. En iyi zaman, en azından ömürde bir defa Allah’ın emriyle hacca gidebilen her insanın mecburen kendisinden, hayatından ve karşısında neyi için tutunduğumzu bilmeden ömrümüzden lokma lokma ölümün ağzımıza attığımız tüm anlar ve saatlerden soyutlandığı günlerdir.”
Aime Cesaire ve Fanon’un ifadesiyle söylüyorum. Diyorlar ki:

“Ben bir insanı şahsiyetsiz yapmak istediğimde aidiyeti, vaziyete, kültüre ve geçmişe bağlı bir çocuğu öyle bir yetiştiririm ve öyle anlatırım ki kendisinin hiçbir şey olmadığını ve olamayacağını inanır. Aslında o ikinci el bir insandır, aciz bir insandır ve hiçbir şey yapacak yeteneği yoktur. Ben ona saldırırken ve bütün insani değerlerini reddederken kendisini kaybettirir, bir nesne bir araç haline getiririm.”

Hz. Ali şöyle der: “Evini insanlar için ayaklanma yeri yaptı.” Ayaklanmak, evlerden, her yerden, vadilerden, çöllerden kalkıp buraya, bu evin yanı başına gelmek demektir.
“İnsan duygusunda yön vardır. Biz yeryüzünde her zaman duygumuzda, hitabımızda ve konuşmamızda bir yöne dönüyorduk. Orada yön ortadan kalkar. O noktada hiç kimse yoktur, hiçbir şey yoktur.“
“İbrahim’in davetine gelen kimseler “Biz senin hareketine bağlıyız!” diye bağırdıklarını göstermek için gelirler. Yedi saat çarşılarda işe yaramaz Amerikan ve Japon mallarını satın alırlar; sekiz saatte kahvelerde veya çadırlarda halka kurup satın alamadıkları çeşitler hakkında konuşurlar.

Bu hikayede ihtişam feda edilmiş, kültür meçhul kalmış, büyük ve güzel insan çehrelerinin üzeri bilgisizliğimizle örtülmüştür. Trajedi buna denir. En üzücü ve felaket yüklü taziye budur. Kültürümüzün ve tüm maneviyatımızın yasını tutmalıyız. Ne acılı taziye! Abdullah’a ve Şemr’e değil, kendimize lanet okumalıyız.”

“Ebuzer, Muaviye’yi rahatsız ediyor. O yeşil sarayı yapmak istiyor; Ebuzer ise her gün geliyor, ustaların, amelelerin ve yabancıların önünde onun yakasından tutup şöyle diyor: Eğer bunu kendi paranla yapıyorsan israftır. Halkın parasıyla yapıyorsan hıyanettir.”
“Maalesef en yüce anlamlar layık olmayan insanların eline düştüğünde nasıl da bozuluyor!“
“Beni taklit eden benden değildir” diyen bir kimseyi yücelttiler. Fikren tapılması gereken putlar meydana getirdiler. Dinin sahibinin rızası olmadan bir din yonttular.”
“Kişinin İslamdaki görevi tam olarak belirgin idi; yolu, dini, düşünceleri belliydi. Öğrendikten sonra vakit kaybetmeden eyleme geçer.

Dipnot 21:

Adamın biri Necid’den Peygamberin huzuruna gelip şöyle diyordu: Bana İslam’ı anlat. Peygamber, İslam’ın esaslarına ona anlatır. Birkaç hüküm daha sonra. Sonra şöyle der: Ne yapayım? Ne demek istiyor? Benim öğretim ve kültüründen sosyal görev olarak neyi bulursan, kendi toplumuna, kabilene ve zamanına sorumlu olduğun ölçüde, bu dinin tebliğicisi ve yayıcısı olduğun ölçüde gelişme ve bilinç bulursun. Şimdiki gibi olsaydı otuz yık onu iyileştirmesi, ölünceye kadar yirmi yılı şikayet etmesi gerekirdi. Artık sosyal sorumluluğa ulaşamaz. 

“Benim sözüm eğer özel bir görüşle, Doğulu görüşle, Batılı bir görüşle, mantıklı bir görüşle, duygusal bir görüşle anlatılırsa diğer görüşler için yabancı faydasız bir sözdür; başkaları üzerinde etkisi yoktur. Eğer sözüme medeniyet, kültür ve bilimin tarihi bir zaman ve merhale düzleminde anlatırsam bilimsel görüşün, fikri gelişimin, düşünce ve duygu düzeyinin yüksek tarihi aşamalarda değiştiği bir sonraki merhalede benim sözüm okuyucusuz ve dinleyicisiz kalır; artık muhatabım olmayacak tarihi bir söz ve tarihi bir metin olacaktır.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir