İçeriğe geç

İbrahim Efendi Konağı Kitap Alıntıları – Samiha Ayverdi

Samiha Ayverdi kitaplarından İbrahim Efendi Konağı kitap alıntıları sizlerle…

İbrahim Efendi Konağı Kitap Alıntıları

“Acımak, herhalde yardım etmekten daha kolaydı.”
Nerede, ah nerede o her aradığını kendinde, kendi içinde bulan yüce insan?
Dikkat edilecek olursa devletlerin, milletlerin yüzlerinin güldüğü devirler, hep toplumun menfaatine başını koyan merkez insanın iş başında olduğu zamanlara rastladığı görülmez mı? Osmanlı imparatorluğu’na da yeryüzünde bir eşi olmayan fütûhat ve medeniyet asırlarını açan, hep o seri hâlinde gelip geçmiş büyük insanlar değil midir?
Sevmeyi bilmek, sevebilmekte de bir hüner, bir mutlu Allah vergisi
Galiba insanlar için saâdet, kendilerinden üst olanlarla beyhûde yarışmak, onlara yetişmeye çalışmak değil, kendi çevresinin en iyisi, en üstünü, en makbûlü olmasını bilmektir.”
Zira insan oğlu, dünyaya gelmiş olmakla vâr olan bir mahluk olamazdı.
İnsandan korkan insanı aldatabilirdi. Fakat Allah’ tan korkanın onu aldatmaya kalkışmasına imkan yoktu.
İnsan kısmı işsiz kalırsa, aklı kötülüğe kayar; çalışmaktan kimse ölmemiş.
Görmek için, düşünmek lazımdı. Düşünmek için de bilgi endâzesi gerekiyordu.
Bir arada yaşamak üzere yaratılmış insan oğlu için, belki çok mühim ihtiyaçlardan biri de, berâber eğlenmekti.
Ne ki tabiat, yarattıklarını sınıflandırırken, yalnız ulvîlerle muâmele edip süflîlere hor nazarla bakmamış, bâhusus her birinin yaratılış sırrına saygı göstererek haklarını tanımış, menfaatlerine hizmet etmişti. Zira Yaradan, her yarattığının sebepli ve lüzumlu olduğunu bildiğinden, latif kokulu nebat kadar pis kokulu otu da makbul tutmasını bilirdi. Halbuki insan oğlu böyle miydi? Mantığına ve aklıselimine perde çeken menfaatçiliğiyle yaptığı içtimâî, mâlî, iktisâdî ve vicdânî tasnifte, kendinden bir aşağısını ezmek, çomak altındaki çelik gibi, şehvetleri, ihtirasları ardınca oradan oraya sıçratmak mücâdelesi içinde, hemcinsine nasıl kıymış Her şey benim olsun, hizmetimi gören ne ölsün ne onsun! diyerek gaflet ve egoizmine nasıl esir olmuştu?
Aslında bir medeniyet şartı ve medeni bir cemi yetin irfan, bilgi, sanat zarureti olan sınıf şuuru, yalnız beşer nevi arasında değil, tabiatın kendinde dahi mevcuttu. Bir topraktan beslenen, bir güneşten isinan iki ayrı ottan birinin latif kokusuna karşılık, öteki yanaşılmaz derecede pis kokuluydu. Bülbülün sesini duymak için kırlara korulara giden adam, penceresi nin önünden haykırarak geçen karganın sesine kulaklarını tıkamak zorunda kalırdı. Göz ve gönül çelen bir güzel, yalnız ipek saçlardan, kıvılcımlı bakışlardan, sedef dişlerden mi ibâretti? Kan taşıyan damarları, kirlerle dolu bağırsakları, bir bütün olan insanın uzuvları arasında bile tabiatın tercihlerini, derecelerini ve kasıtlarını göstermiyor muydu?
İnsan oğlu, biyolojik ve psikolojik istiklâline rağmen çözülmeyen bir bilmece idi.
Karıncanın gözü bir fili görebilir miydi?
Devir o devir idi ki, insanoğlu henüz kendinden kaçmıyor, tahsil terbiye, meslek ve cemiyet, icâbları yanında meşgul olunacak, hizaya çağrılacak tasfiye edilecek bir iç tabiatı olduğunu da kabul ederek kendi kendisinin hakimi ve mürebbisi olmak itiyâdını muhâfaza ediyordu. Onun için de aynı insanoğlu, kendine yakın olduğu ölçüde, mekânına ve çevresine de yakın ve muhabbetli idi. Henüz hayatını hârice nakletmemiş bulunduğundan, zevki , hazzı ve neşveyi de kendinden, muhitinden uzaklarda aramıyor bilâkis kedinde ve çevresinde bulmaktan hoşlanıyor ve bu da onu doyuruyordu.
Seven, sırasında alacak iken verecek , söyleyecek iken susacak , gülecek iken ağlayacak ; mihnetleri minnet bilecek ;ağulara şeker diyecek ; ölecek , her nefes bin kere ölüp bin kere dirilecekdi.İşte bunun için aşk , kolayına söylenen ;gücüne işlenen bir kârdı.
Devir o devir idi ki, insan oğlu henüz kendinden kaçmıyor, tahsil terbiye, meslek ve cemiyet îcapları yanında meşgul olunacak, hizâya çağrılacak tasfiye edilecek bir iç tabiatı olduğunu da kabul ederek kendi kendisinin hâkimi ve mürebbîsi olmak îtiyâdını muhâfaza ediyordu. Onun için de aynı insan oğlu, kendine yakın olduğu ölçüde, mekânına ve çevresine de yakın ve muhabbetli idi. Henüz hayâtını hârice nakletmemiş bulunduğundan, zevki, hazzı ve neşveyi de kendinden, muhîtinden uzaklarda aramıyor bilâkis kendinde ve çevresinde bulmaktan hoşlanıyor ve bu da onu doyuruyordu.
O devirlerde hayâtın merkezi ev idi. Doğumlar, ölümler, evlenmeler hep orada olur; imkân el verdiği ölçüde ev, eğlenceleri de gene içine alırdı. Zîra insan lar henüz yerlerinden yurtlarından soğumamış ve âile müessesesi kapalı sınıf şuurunu kaybederek durağını sokağa, kendi dışına nakletmemişti.
‘Geç de öğrenmiş olsa, artık biliyordu ki bu kapıdan her ne gelirse hikmetti, rahmetti, selâmetti ‘
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
‘Zîra kederin de zevkin de bir tabiî ömrü vardı ‘
‘İnsan, bu kadar mı âciz bir mahlûktu? Bir an, onu var etmeye; gene bir an, yok etmeye kâfi idi demek ‘
‘Zîra aşk gibi, ıztırapla mâsumlaşan mahlûka saygı, yaratılış kânunlarının îcâbı idi ‘
‘Bu kapının âdeti almak değil, vermekti; bâr olmak değil, yâr olmaktı ‘
‘Zîra âdemoğlu, iyiliği bilmediği için kötülüğe, doğruluğu bilmediği için eğriliğe, güzelliği bilmediği için çirkinliğe şitap eden âciz bir mahlûktu. Şu halde ona kızmak değil, acımak ve yardım etmek lâzımdı ‘
‘Medenî dünyâda, çalışan kadının çocuğuna müesseseler bakıyordu. Fakat ana kokusundan, ana sevgisinden mahrum yetişen bu çocuk, insandan ziyâde bir makineye ne kadar da benziyordu ‘
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
‘Gâliba insanlar için saâdet, kendilerinden üst olanlarla beyhûde yarışmak, onlara yetişmeye çalışmak değil, kendi çevresinin en iyisi, en üstünü, en makbûlü olmasını bilmekti ‘
‘Amma bir mason, ister bilsin ister bilmesin, jüdaik emellerin sâdık bir neferidir ‘
‘Hakîkat şuydu: Yalnız memleket hesâbına ıztırap çekmiş, kendi nâmına hiç amma hiç korkmamıştı ‘
‘Eski İstanbul terbiyesinde kadir kıymet bilmek en ilerde bir vasıftı ‘
‘Zîra bu dünyâda değil bir dost, bir ahbap, kendisini bırakmayacak ve kendisinin de bırakmayacağı kim olabilirdi ki?.’
‘ cehâlet, hastalıktır ve üstelik, sârî bir hastalıktır; bulaşır ‘
‘Vicdânî, târihî ve içtimaî an’anelerimizi topyekûn hayâtımızdan sürüp çıkarmak isteyen biz, kütleye hudutsuz ve kontrolsuz bir başıboşluk tanıdık ve bunun adına da hürriyet dedik ‘
‘O yalnız sevmesini bilir, fakat muhabbetini herhangi bir menfaatle gölgeleyip kirletmezdi ‘
‘Belki de zamânın, kendisini bir yerde ifnâ ederken bir başka yerde ihyâ etmesini beklemiş, gözü açıkken bulamadığı huzûru, bu gözler yumulduktan sonra elde edeceğini sanmıştı ‘
‘Örtüp sırlandırdığının câzibesi önünde diz çöken, şevke ve heyecâna gelen o devrin anlayışı, aynı güzelliği soyarak sıyırarak teşhir eden felsefenin tam zıddı bulunuyordu ‘
‘Herkes kendi yolunda yürümeli, kimse kimsenin ezgisi altında kalmamalıydı vesselâm ‘
‘Amma şu yaratılış sırlarının ne garip taksimleri ne akıl almaz tecellîleri vardı ki, birine öğrettiğini öbüründen esirgiyor, birine bildirdiğine diğerini câhil bırakıyordu ‘
‘Bu dünyâda kim iyilik etmiş de kemlik bulmamıştı? ‘
‘Ya acıları kahırları, mihnetleri elemleri çekmekten korkana âşık mı denirdi? ‘
‘ sevmeyi bilmeyeni bakar körlere benzetir. Onun için de göz kesilmiş bir uyanıklıkla, ölürcesine, erircesine sever, sever ‘
‘Aşkın bir ifâdesi, belki en sahih en veciz ifâdesi, dilin susup gönlün konuştuğu demler olduğunu o hiç bilmez mi? ‘
Dikkat edilecek olursa devletlerin, milletlerin yüzlerinin güldüğü devirler, hep toplumun menfaatine başını koyan merkez insanın işbaşında olduğu zamanlara rastladığı görülmez mi?
‘Zîra insanoğlu, dünyâya gelmiş olmakla vâr olan bir mahlûk olamazdı. Bu doğuş, mevcut belki de dâim olan bir varlığın muayyen bir devre için kalıplaşmasından ibâretti ‘
‘İnsandan korkan insanı aldatabilirdi. Fakat Allah’tan korkanın onu aldatmaya kalkışmasına imkân yoktu ‘
Sevmeyi bilmek,sevebilmek de bir hüner,bir mutlu Allah vergisiydi.
‘Nerede, ah nerede o her aradığını kendinde, kendi içinde bulan yüce insan? ‘
‘Çünkü sevmek, onun hayat tezgâhını işleten tek buyruk tek kuvvetti ‘
‘Türk mîmârîsi, faraza gotik eserlerdeki tezyînâtın, mimârîyi zayıflatması gibi tereddütlü bir zemin üstünde kalmamış, plan kuvveti ve sâdelik yarışı içinde kıvam ve karar bulmuştur ‘
‘O Süleymâniye ki Sinan’ın türlü tarz, türlü üslûpta deneyip türlü eserlere damgasını basmış sanat dehâsı, nihâyet bu muhteşem âbidede bir sehl-i mümtenî olmuştur ‘
‘Şüphe yok ki Sinan’ı Sinan yapan birinci derecedeki âmil onun vahdetçi görüşü, şevk ve şûle saçan îmânıdır ‘
‘ kalitesi düşen, seciye ve an’anesi gevşeyen bir mâbet için çürüyüp dağılma, tabiî, hattâ zarûrî idi ‘
‘Osmanlı medeniyeti şifâhî bir medeniyetti. Bu şifâhî kültür, nesilden nesile gürül gürül akar ve cehâleti sürüp götürürdü ‘
‘Devir o devir idi ki, insanoğlu henüz kendinden kaçmıyor, tahsil terbiye, meslek ve cemiyet îcapları yanında meşgul olunacak, hizâya çağrılacak tasfiye edilecek bir iç tabiatı olduğunu da kabul ederek kendi kendisinin hâkimi ve mürebbîsi olmak îtiyâdını muhâfaza ediyordu ‘
Kahvenin dibekte döğüleni değirmende çekileninden her zaman daha makbul, tiryaki işi ve içimi söhretliydi.
Cezve ile kahve içenin kocası zengin olurmuş.
‘Namazdaki teslîmiyet, kulun kendini inkâr etmesi veya nefyeylemesi değil; belki bindiği gemi batarken, ya da ateş hattında kurşunlar tepesinden yağarken dahi onu, rahatlıkla Hakk’ın hazûrunda tutabilen hudutsuz kudretti ‘
‘Ve demek ki aşk, olmazları olduran, bir buyruğu ile müşkülleri âsan eden tek ve eşsiz şehinşah idi ‘
‘Sevgide mühim olan, almak değil vermekti ‘
‘Zîra kendi medeniyetinin makine medeniyetinden ince ve üstün olduğundan, şüphesi yoktu ‘
‘Zîra toparlanıp silkinmek ve şuurlanmak da gene bir kültür ve seviye meselesiydi ‘
‘Ah bu ağaçlar şehri şehir yapan, binlerce yeşil gözün kadehi ile etrâfa huzur dağıtan vefâlı, sefâlı, sâdık dostlar eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanâatli âşinâların varlığı ile ne kadar mesut, ne kadar memnun ve ne kadar mâmurdu ‘
‘Bir mahalle, cemiyet bünyesi içinde sağlam bir hücre, üreme ve devam vazîfesini bir ibâdet kutsiyetiyle üstüne almış bir kale demekti ‘
‘Bir şifâhi kültürün iliklerine işlediği, sonra da elinden, dilinden, gözünden, kulağından taşıp döküldüğü eski kadına nasıl da câhil denebilir ki ‘
‘Sevmeyi bilmek, sevebilmek de bir hüner ‘
Ah bu ağaçlar Şehri şehir yapan, binlerce yeşil gözün kadehi ile etrafa huzur dağıtan vefâlı, sefâlı, sâdık dostlar Eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanâatli âşinaların varlığı ile ne kadar mesut, memnun ve ne kadar mâmurdu.
Ah bu ağaçlar Şehri şehir yapan, binlerce yeşil gözün kadehi ile etrafa huzur dağıtan vefâlı, sefâlı, sâdık dostlar Eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanâatli âşinaların varlığı ile ne kadar mesut, memnun ve ne kadar mâmurdu.
Devlet adamı olanda gayz, kin, menfaatçilik bulunmaya… Her ne işlerse kendinin değil, devletinin itilasını gözete…
İktisadi ve mali krizler karşısında yaşama şartları yavaş yavaş güçleşip pahalanırken, ucuzlayan, yalnız insan hayatı idi.
Demek ki muayyen bir olgunluk seviyesine varmamış kütleler, siyaset hokkabazlarının açtıkları kampanyalara aldanarak, beyazı siyah, siyahı beyaz kabul edecek bir gaflete düşebiliyorlardı. Beşer tarihinin kaderinde bu ne ilk ne de sondu. Şu halde kütlelerin eline sahteyi gerçekten ayırt edebilecekleri bir bilgi endazesi, bir tarih şuuru, bir mukayese malzemesi vermek lazımdı.
Kuvvetini baskı ve terörden alan her diktatorya gibi, İttihat ve Terakki idaresinin elinden de insaf ve adalet beklenemezdi ya..
Eski zaman adamı, değil malumatını kaydetmek, hatta çok defa yazdığı bir levhanın altına imzasını dahi koymaktan çekinir bir ıtiyatta idi. Zira meydana koyduğu eserinden kendisine bir gurur payı çıkarmamak terbiyesiyle yetiştirilmişti.
Sevmeyi bilmek, sevebilmek de bir hüner, bir mutlu Allah vergisiydi
Cami, kalabalıkların en kolay ve en samimi bağlarla sosyalleşebildikleri bir mahaldi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir