İçeriğe geç

Hüznün Sözyitimleri Kitap Alıntıları – Seyhan Kurt

Seyhan Kurt kitaplarından Hüznün Sözyitimleri kitap alıntıları sizlerle…

Hüznün Sözyitimleri Kitap Alıntıları

Pusulamız hangi yönü gösteriyordu aşkın varlığımızı bir tutsaklığa teslim ederken?
Gibi hadım edilmiş belleklerin kesilir soluğu.
Ayakları uçurum
Kanları kuşku kokan.
Bunu unutmamalısın.
Polyanna öldü.
Ama yaşayan bir şeyler var
durmadan yaşayan ve yaşatan.
Oyun kuralları değişiyor olabilir. Ama hiçkimse kendi rolünü oynamıyor, oturup düşünmüyor ve diyorlar ki aynalaşan insanlar, aynılaşanlardan daha erdemlidir.
Uçurumlardan denize doğru uçarken kabaran bir yara oluyor göğsümüz.
Burada, insanlığın tatile çıktığı yerde, diriler uyur, ölüler yürür.
Bilmiyorlar ki morga kaldırılan bir dirinin, parmak ucunda eriyip giderken hayat, zamanın balkonu uzaklara bakar.
Çağların kirişinden sınıfta kalacağız.
dünyanın tüm ırklarından insanların taşıdığı senin gözlerindi
Bugün tirşemsi bir yalnızsın
zırhlı düşleri olan bir yalnız.
-Dün suyun rengiydi ölüm.
-Bugün, yaşamak rengine bürünen ölüm.
Çoğu kez, çırılçıplak olma hissiyle titreyen bir ilkelliğin, sonsuz kere uğradığı acının limanlarına demirliydik.
Bütün sözcükler, aklına gelebilecek bütün sözcükler ellerinde, avuçlarının içinde.
Onlarla aranda şizofrenik bir bağ kurabilirsin. Satranç oynayabilir, onlarla aynı yastıkta kocayabilirsin.
Durmadan
Savaş sanatlarının mistik yönlerini kitaplarda arayabilirsin.
– Kan durgun. Ve çekici.
I Love This Game.
Hiçbir çağa özlem duymadan ve ayak uydurmadan, en çıplak koridorlarında hüznün / Kan yerine şarap olan hüznün doğurganlığına gebeydik.
-Zındanların parmakları erimez mi?
tam da
ağzına alacakken şu üç sözcüğü
Visse.
Scrisse
Amô.
-Yalnızca bir şey
Ve aslında bir şey anlamlı kalabilecek kadar cesur.
-Anlamak istemiyorum
Gibi cesur.
Bu yüzden korkuların sağır olmaktan çıkar
biter sözcük.
Mağlubuz.
Her dakikası mağlubiyetle geçen bir gecenin ardından, göğün göbeğini yırtan şafağın söküşü, doğum sancılarına yaslanarak yumurtalarını kırıyor yaşamın.
Kalesi düşürülemeyen bir farkındalığın peşindesin.
Bundan başka verilecek hiçbir kararın olmadığından.
Hayatı
Kokan bir sürüngen olarak görmediğinden.
De ki:
-Her şey gerçekdışı olduğunda
Acı da kalkar belki o zaman.
Bilmemin kan kusturucu erdemine dair hiçbirşey söyleseler de. Hatta, oturup düşünmenin bir anlamı olmadığı gibi, gerçek olan (artık) biricik olamayacağından, en azından öyle düşünüldüğünden akla karşı işlenebilecek suçların dizginlerini tutmanın da bir anlamı yok.
Söyle sen ne’sin?
Moi qui ne suis qu’une chose qui pense.
Ve o birileri istemeye istemeye dinliyor ve özlüyor durmadan Himalayalar’da arayıp da kendi gölgesinde unuttuğu kendini.
Korkunç bir sessizlik olabilmek için yürü
binlerce yıl Nemesis’ler yaratmış olanlara inat, acıyla.
-Bak manastırımızı yıkıyorlar.
Böceklerin bir gereklilik kipinin ağırlığı altında, kendilerini güçlü sanıyorlar, öldürüyorlar.
Öldürüyorlar (ölüyorlar). Her silah için ayrı bir uzmanlık dalı, her kurşun için ayrı milimetrik sayılar yaratılıyor.
Korkunçluk burada değil, bunu yazabilmemdeki rahatlıkta.
Öyleyse gözleri kapatıp içe akmalı
-Televizyonu kapa ve kalbine uğra.
Beni öl.
Tarihsel bir budalalık olmaktan kurtulur yokluk.
– Barksız bir isyan türküsü olabiliriz. Anadan doğma.
– Sancılarımızı ekmek arası yapabiliriz.
Ama çocukların iki yana açılmış kollarının gölgelediği toprak binlerce kez hüzne bulaşabilir.
Ellerinin ruhunu bana ver.
Sana çatlarcasına inanıyorum.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Onların kanı kan olmaktan çıktığında mürekkebim pıhtılaşmaktan kurtuldu ve büsbütün seni doğurdu hayata her şafak gebe kalan kalemim.
Birbirinde kaybolan iki civa parçacığıyız.
– Çünkü yaşamak
Değneği esirgenen kör bir zamanın ayağını kaydırırken senin için yeni oyuncaklar tasarlıyor.
Ve çünkü senin ‘yaşamak’ın’ sözyitimlerini anlatmak istemiyor.
Dionysos’u anlamak istemiyor.
Seni.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Düşünceleri birer dinamitti ve umutlarıydı ateşleyen fitillerini.
Umutları veya umutsuzlukları
dünyanın dönüşümüne ve takvimlerin korkunçluğuna dair.
– Kıyısındaydılar özgürlüğün
Aşk merdivenlerinin yapraklarının dizilişine benzer bir mükemmellikte, işte herşey yerliyerindeydi.
Tepetaklak bir dünyanın kucağında bile.
-Sen öldün mü hiç?
Bütün yaşamın Sisyphe’ten öte bir şey olmadığı düşüncesiyle öldün mü hiç?
Elektromanyetik hışırtılar pirelenecek teninin yüzölçümünde.
Artık soyunabilirsin. / .Çağdaşlığın düşselliği adına.
Ve birazcık okuyor görünebilmek için harcadığın zamana karşı acı duymaksızın cesaretle.
– Onların kanlarını emebilirsin.
Ve hatta
Werther’in acılarına küfredebilirsin.
Mutlu olursun ve çağa ayak uydurduğun için seni vitrinlere yerleştirirler. Oysa tanrının bile artık vitrinlerden kaldırılmakta olduğunu bilmezsin.
-Senden sözcükler üretmeni isterler.
Oysa Tükenen yalnızca sen olursun.
Anlam arayışlarına ayaklanan düşüncelerinin karşısında her sözcük, bedensiz giysileri ve ruhsuz bedenleri içinde barındırılabilen bir dünyanın çığlıklarıydılar.
Mutsuz bir dünyanın çığlıkları.
Birileri için sürekli aynanın karşısında dikilen insanlar gibi, ne kadar başkaları olabilirsen o kadar mutlu olursun.
Korkunç olursun.
Ve mutlu.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Bunun yanında üstünkörü arayışlar, insan hayatının ucuzluğu.
Gerçek bu.
Jenosidi meşru kılmak için var güçlerini harcayan tuzukurular, gergedanların, kelaynakların ve insanların baş düşmanı.
Yürümeyen yaratıklar.
İşte tamda burada.
Bulunduğumuz bu noktada.
Niçin böcek değilde insan?
Niçin milattan önce değil?
( Horozların saatleri doğurması da ne korkunç)
Kısırdöngüsel bu göç içinde etimizi çiğneyen bir yanardağ ağzıyla.
Bizim orada, o tuhaf sessizlikte, ağzımızdan tütenin yaşadıklarımızdan arta kalan olduğunu bilemeyişimiz.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Anla.
Bu bir son değil. Üçüncü halin imkansızlığı hiç değil.
British Airways’le seyahat etme olanakları, Yacht clup üyelikleri ve Legion d’Honneur’leri olmadığı halde, düşleri kemiklerinin ve etlerinin arasına sıkışmış olsa da, havanın suyun ve ateşin getirdiklerini hep bildiler.
beni öl
ve ellerinin ruhunu ver bana
sana çatlarcasına inanıyorum
Regueime hazır değiliz.
İhtiyaçların hırslara dönüştüğü bu dünya da hazırlıksız.
Pasaportsuz .
Sayısız.
İnsan aklından geçen yığınla sayının tabiatta karşılığı olsaydı kan dökülmezdi belki.
Belki kansız bir kimliğin verdiği bir gururla, ruhlarını ve onurlarını ve umutlu baķışlarını yitiren insanların ellerine uzanabilmek için, makam arabalarının görkemli uzunluklarına ve monitörlerinin iğfal ettiği beyinlerin karanlık kuyulardan kanalizasyonlara akışını seyretmekten usanmayan hazperestlerin cazibeli görünüşlerine göz kondurmadan ve yakıştırılan bunca sıfatı reddederek başlamalı işe.
-Yarın Yok
kozmogonik düşüncelerinin ağları ardına hapsediyorlardı düşlerini/ Uyuyorlardı belki.
-Onlar acı’ydılar.
Tanrı hem vardı hem yoktu. Varlık ve yokluk söz ve ölümle başladı. Söz ölümü yazdı ve ölüm sözü silmedi.
Adına yaşamak dediğimiz bu süreci, kağıttan ”alış ” ve ”verişler ”le ve dölümüzle özetleyenlere rağmen.
Bir gün sözcükleri arsızca tükettiğimizde, düşlerin ve uzakların cezasını çekmek,-artık- onlara düşecek.
Bunu unutmamalısın.
Polyanna öldü.
Ama yaşayan bir şeyler var
durmadan yaşayan ve yaşatan.
Durmadan
Savaş sanatlarının mistik yönlerini kitaplarda arayabilirsin.
-Kan durgun. Ve çekici.
I Love This Game.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
İsa’nın inmesini hala bekleyen ve gezegendaşlık hakları elinden alınmış biri olarak terli, tedirgin uyanışlarla bütün bu olup bitenlerin nihayet bir düş olmadığını çoğu kez kabullenemediğimizde beynimizin kıvrımlarında kıvrılarak gezinen bir kurtçuğun da bulunduğu yerin bir labirent olduğunun farkına varmadığını düşünerek rahatlıyoruz.
Aşk
kızıl şalını korumaya gidebilecek, mühürlü yalanların yastığı altındaki kan emicilerden hesap soracak
sifonunu çekerek kurgulanan yeni dünyaların.
Maksimum korunmayı öğreten yeni dünyaların.
Prometeus’u çanak antenlerinde unutan yeni.
Saydamsızlığa bir su damlacığı olarak akıyor/ Buhar gibi tütüyor etsi varlığımız tabiatın gözlerinden.
– Zındanların parmakları erimez mi ?
tam da
ağzına alacakken şu üç sözcüğü
Visse.
Scrisse.
Amo^.*
Mağlubuz.
Her dakikası mağlubiyetle geçen bir gecenin ardından, göğün göbeğini yırtan şafağın söküşü, doğum sancılarına yaslanarak yumurtalarını kırıyor yaşamın.
Kirlenmiş bir gürültünün anlıyor musun, çağrısını bekliyorlardı yok yere. Yok yere intiharlarla süsleyip bütün sessizliği.
Doğum halindeydin.
Yuhalanıp savrulmuş zaman aşımıyla / Bitti.
Ellerini kaldırman gerekiyordu
duyarak inanılmaz acısını yaşamın
yaşamın acısını inanılmaz bularak.
İsa oluyordun yas tutucu yatağının o en kıyısında.
GÖREBİLMENİN,çünkü göz/
Nedenlerime sis perdesi, örümceğine şafak.
Haritaları ortadan yırtarak/ Yoksul
Ve ürkütülmüş bir beygir sanıyordun zamanı.
Kumu kısır sanıyordun, mürekkebi kir.
Çünkü lekelenmiş kadınlarla uyuyan dirin, kopçasını kaybeden masallara dönük, bir şikayet dilekçesi olup ellerimize
kurutulmuş güllerinden ve oturup tanrılarının başucunda,
yaşamak bu değildir diyebildiyse
Arayabildiyse aramak yolunun kapısını, kanının deltasına doğru
DAHA ÇIPLAK OLMAN GEREKİYORDU
ve oluyordun.
Dönüp dolaşıp aynı noktaya
-Ben bir kobay değilim
diyebilirsin.
-Bitti mi
diyebilirsin,
Cehennemin buz kesilip tam da inanacakken.
Kalesi düşürülemeyen bir farkındalığın peşindesin.
Bundan başka verilecek hiçbir kararın olmadığından.
Hayatı
Kokan bir sürüngen olarak görmediğinden.
De ki:
-Her şey gerçek dışı olduğunda
Acı da kalkar belki o zaman.
-Söyle,sen ne ‘sin ?
Moi qui ne suis qu’une chose qui pense.*
E, eşittir emce kare’den kutsal çıkarsamalarda bulunmaya çalışan papazlarımız, küresel medyumlar, otantik ve fantastik aydınlar, Beverly Hills’in sırtlan duruşlu mesihleri ve Champs Elysee orospularının taşıdığı yüreklerin onda birini taşıyamayan soylular, Pavlov’un nü sanatçıları, sanki korku dolu bir film izliyoruz da tek tek sahneleri tasvir ediyoruz birilerine.
Ve o birileri istemeye istemeye dinliyor ve özlüyor durmadan Himalayalar’da arayıpta kendi gölgesinde unuttuğu kendini.
(Savaşın başladığı yıllardı, hatırlıyorum.
İki sahra arasında.
İnsanlar bilgisayar oyunlarının başına geçer gibi geçiyorlardı televizyonun karşısına. Antenne 2 Kanalının yayınında bu garip oyunun çıplak gerçekliği. Kan, çocuk, ekmek ve U.N. )
Çünkü oyuncaklar yitirildiğinde, dalgınlığından açlığı anlaşılan bir kadının yüzündeki ifadeyi ve gökyüzünün şimdiye dek hiç bürünmediği rengini ve her şeye rağmen ” viva la vida ” diye haykıran çocuğu yok edebilirler.
-Bu gün kaç çocuk öldü ?
Kaç çocuğumuz?
Dünyanın bütün dilleri, cevabını vermekten yoksun olduklarını bile bile, ‘neden ” sorusuyla oyalanadursun
Bir tomar yanmış çocuk resimlerini ve vahşi Afrika yerlilerinin danslarını ve Woodoo’ları, onların olanca acıklı ve eğlenceli yönlerini özel ve renkli kapaklı, kuşe baskılı kitaplarında bulunduran sevgili teknofetişistlerimiz duysun.
-Neden ?
-Çünkü
diye başlasın gayri safi milli hüzün hesaplayıcıları da.
Çünkü oyuncaklar yitirildiğinde, köpeklerarası bir dialoğun günyüzüne çıkmamış görsel ulumaları, tarihsel birer döküman halinde sunulur önümüze.
Deli rüzgarlar ölü çığlıklarını, Doğu’dan Pasifik sahillerine taşır. Savaş gemilerinin iskeletleri dışında hiçbir şey, kayıp bir umudun farkında olamaz.
Öyleyse gözleri kapayıp içe akmalı
-Televizyonu kapa ve kalbine uğra.
Beni öl.
Bir adam, çimenlere basmayı yasak etsin sana, bekaretini korumuş olan oyuncağını elinden alsın.
Böcekleşen bir gereklilik kipinin ağırlığı altında, kendilerini güçlü sanıyorlar, öldürüyorlar.
Öldürüyorlar(ölüyorlar). Her silah için ayrı bir uzmanlık dalı, her kurşun için ayrı milimetrik sayılar yaratılıyor. Korkunçluk burada değil, bunu yazabilmemdeki rahatlıkta.
Onların kanı kan olmaktan çıktığında mürekkebim pıhtılaşmaktan kurtuldu ve büsbütün seni doğurdu hayata her şafak gebe kalan kalemim.
Birbirinde kaybolan iki civa parçacığıyız.
Birbirinde.
-Çünkü yaşamak
Değneği esirgenen kör bir zamanın ayağını kaydırırken senin için yeni oyuncaklar tasarlıyor.
Artık soyunabilirsin./. Çağdaşlığın düşselliği adına.
Ve birazcık okuyor görünebilmek için harcadığın zamana karşı acı duymaksızın cesaretle.
-Onların kanlarını emebilirsin.
Ve hatta
Werther’in acılarına küfredebilirsin.
-Sen öldün mü hiç*
Bütün yaşamın Sisyphe’ ten öte bir şey olmadığı düşüncesiyle öldün mü hiç ?
-Kıyısındaydılar özgürlüğün
Aşk merdivenlerinin yapraklarının dizilişine benzer bir mükemmellikle, işte her şey yerli yerindeydi.
Tepetaklak bir dünyanın kucağında bile.
Düşünceleri birer dinamitti ve umutlarıydı ateşleyen fitillerini.
Umutları veya umutsuzlukları
düyanın korkunçluğuna dair ve takvimlerin korkunçluğuna dair.
Saatlerin canı cehenneme gönderilmişti ve vakit teni kan geçiyordu. Duvarlar mengeneydi ama Auschwitz’i neden kabul etmişlerdi ?
Gelişigüzel dizilmiş kitapların arasından fışkırıp duran ruhların kılçıklarını dişlerine kürdan yapmakta marifetli üniformalara kanlarının bulaşmaması için gözlerini yok saydılar.
Ham kalan taraflarımıza ekolojik değerler yüklenen iklimlerde
Şimdi bir ana denk düş, tabirimizi yarat
Doğmamış çocuk gibi taşı beni içinde
Giysilerinden arta kalan bedenine giydiklerinde çoğal
Ham kalan taraflarımızı okşadıkça acı
Çürümemiş umutlarımda olmayı bekle
‘’beni öl’’*…
Kalemini, kelimelerini bir cerrahın neşteri gibi kullanıyor. Kanatmak, asıl derdi bu. Acındırmıyor da. Kelimeleri, onların nasıl içe işleyeceğini biliyor. Teselli, oyalama ve zaman geçirme yok.
Cezmi Ersöz
(Arka Kapak)
https://www.dailymotion.com/video/xbktu0

beni öl
ve ellerinin ruhunu ver bana
sana çatlarcasına inanıyorum
söyle
yaşamak özlemine inecek bir resim için
kimlerin yerine kimler can verir
tımarhaneye tıkılır sürgün edilir?
yeryüzünün dikeyliğine abanan tufanların
bütün önyargılardan sakınarak
insanı yaşamak hastalığıyla baş başa bırakmadığını
kimler söyleyebilir?
seni bir yerlere alıp götüren sanatın
ve onun doğurduğu başka şeylerin
ölümle yaşam arasında yükseldiği anlamların
karşılıksız bir çek gibi algılandığını itiraf et
bilmiyorlar ki morga kaldırılan bir dirinin
parmak uçlarında eriyip giderken sanat
zamanın balkonu uzaklara bakar
şimdi tüket beni
içimize sığmayanın tanımsız olduğuna beni inandır
beni öl
beni anla . . .

birileri için sürekli aynanın karşısında dikilen insanlar gibi, ne kadar başkaları olabilirsen o kadar mutlu olursun.
korkunç olursun
ve mutlu.
mutlu olursun ve çağa ayak uydurduğun için seni vitrinlere yerleştirirler. oysa tanrının bile artık vitrinlerden kaldırılmakta olduğunu bilmezsin.
-senden sözcükler üretmeni isterler.
oysa tükenen yalnızca sen olursun.
gelişigüzel dizilmiş kitapların arasından fışkırıp duran ruhların kılçıklarını dişlerine kürdan yapmakla marifetli üniformalara kanlarının bulaşmaması için gözlerini yok saydılar.
ve bu haritasız bedenleri yanmakta olan bir naylon gibi kıvrılıp dururken günlüklerin içine sığmayan işkencelerle kendilerine o rengi kimlik yapmışlardı.
saatlerin canı cehenneme gönderilmişti ve vakit teni kan geçiyordu. duvarlar mengeneydi ama auschwitz’i neden kabul etmişlerdi?
elektromanyetik hışırtılar pirelenecek teninin yüzölçümünde.
artık soyunabilirsin. / çağdaşlığın düşselliği adına.
ve birazcık okuyor görünebilmek için harcadığın zamana karşı acı duymaksızın cesaretle.
-onların kanlarını emebilirsin.
ve hatta
werther’in * acılarına küfredebilirsin.
O zaman pipolu kitaplar, alafranga estetikleriyle göz kamaştıran marquisler ve grand-toilet’lerinin içine In God We Trust yazılı kağıt hayallerini tıkıştıran ve kaldırımlarda kibirlenerek tuttukları tasmalarının diğer ucunda da kendilerinin olduğunun farkına varamayan köleler (o köleler küpe takmıyor artık) ve çocukları çocuk olmaktan çıkarıp ve ellerine silah tutuşturup (ki bu silahlar G3’lerden ve M16’lardan daha tehlikelidir) onlara bir hiç olmanın dayanılmaz hafifliğini hissettiren asıl hastalar bizleri göremezler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir