İçeriğe geç

Hunlar Kitap Alıntıları – Lev Nikolayeviç Gumilev

Lev Nikolayeviç Gumilev kitaplarından Hunlar kitap alıntıları sizlerle…

Hunlar Kitap Alıntıları

Geçmişin estetik algısı, bir halkı büyük işlere soyunduran ilham kaynağı olan güçtür. Hunlar’ın ve Gunlar’ın unutulmaz hareketleri Türkler’e ilham kaynağı olmuş ve söz konusu gücü sağlamıştır.
Son olarak Türk hakanlarının psikolojik olarak kendilerini kurtla bütünleştirdikleri A-shih-na kelimesi, sözcük Moğolca asıllı olsa da, asil kurt mânâsındadır.
Attila orta boylu, geniş omuzlu, koyu saçlı ve basık burunluydu. Gür bir sakalı yoktu. Küçük gözleriyle fırlattığı şahin bakışlar muhataplarını ürkütüyor ve ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Öfkesi korkunç, düşmanlarına acımasız ama silah arkadaşlarına karşı son derece şefkatliydi. Gunlar onun kabiliyet ve cesaretine güveniyorlardı. Bu yüzdendir ki Volga’dan Rhen’e kadar bütün kabileler onun sancağı altında birleşmişlerdi. Gunlar’dan başka Ostrogotlar, Gepidler, Türingiler, Herullar, Turcilingler, Rugiler, Bulgarlar ve Akassir (Akatir) ler onun sancağı altında savaşıyor; keza birçok Romalı ve Grek de seve seve hizmetine koşuyordu.
Etnoloji ve tarih, karşılıklı olarak birbirini dölleyen kültürlerdir. Şu halde, eğer Hunlar Çin, Iran ve Helen-o-Roma edeniyetlerini benimsememişlerse, bu onların bunu yapacak kabiliyetten yoksun oldukları anlamına gelmez. Sadece İskit sanatı onların daha fazla hoşuna gitmiştir. Ancak kabul etmek gerekir ki, etnoğrafik açıdan bir karşılaştırma yapıldığın da III. Yüzyıla kadar olan göçebe kültürü sağlam sistemler kategorisinde bulunan komşu etnosların kültüründen hiç de geri değildi.
Dünyada tek bir atadan türeyen hiçbir etnos olmamıştır ve olamaz da. Bütün insanların bir anne ve babası olduğu gibi bütün etnosların da iki veya daha fazla atası vardır.
Büyük Bozkır’ın göçebeleri tarihte ve insanlık kültüründe Avrupalılar’dan, Çinliler’den, Mısırlılar’dan, Persler’den, Aztek ve Inkalar’dan daha az rol oynamış değillerdir. Şu var ki onların oynadıkları bu rol, laf aramızda her etnosta olduğu gibi, nev-i şahsına münhasır ve orijinaldi.
Türk halklarının ataları olan Hunlar son derece değerli orijinal bir kültüre sahiptiler ve eski Slavyan yani Antlar’ın müttefiki idiler. Bu kültürleri aşağılamak için çaba sarfetmek akıl kârı değildir.
Tarih, insanlığın akranıdır; dolayısıyla insanlık varolduğu sürece onun da başlangıç ve sonu yoktur. Eğer böyleyse onu hakkıyla öğrenebilmek mümkün olamaz. Çünkü öğrenmek, belli bir çerçeve için de geçen olayların benzerlik ve farklarını, bunların birbirleriyle olan dahili münasebetlerini inceleyip, kıyaslamak suretiyle olur. Eğer olay tekse, o takdirde onu herhangi bir şeyle kıyaslayamayız. Olayları sonsuz şekilde sıralayabiliriz ama onları hafsalarımız kavrayamayabilir ve esasen böyle bir şey mümkün de değildir.
Başka zamanlar insanlara mutluluk kaynağı olan en güzel kanunlar bile bazan ülkeyi ve halkı sefaletten kurtaramayabilirler. Çünkü onlar hiçe sayıldığı gibi umumî öfke anında güçlerini de kaybederler. Bu açmazdan kurtulabilmek için artık kanunlar değil, bir hayal uğruna olsa bile, namuslu, akl-ı selim sahibi, mert ve kendini feda edebilen insanlar gereklidir. Bu tipler hemen bol miktarda dünyaya gelmeyeceğine göre, ülke uçurumdan aşağı yuvarlanır. Fakat bunlar hiç umulmadık anlarda ortaya çıkarlar ve tarih yeniden başlar.
Her milletin paleolit döneme kadar uzanan ataları vardır. Halkların birçoğu, tarihten silinmiş olmalarına rağmen, geride torunlar bırakırlar. Hun etnogenezi de, sadece etnik insanlık tarihinin bir parçasıdır.
Bir sonraki yıl Tabgaç kurdu Hunlar’a karşı bir sefer düzenledi. Hunlar savaş bahanesi olacak herhangi bir şey yapmadıkları için bu saldırı beklenilmedik bir şeydi. Ama ne de olsa baskın basanın değil miydi?
Devletin kurucusu Ho-lien P’o-p’o kabiliyetli bir kişiydi. Çinli tarihçiler onu kılıcını, ok ve yayını yanından eksik etmeyen bir barbar olarak niteleyerek kinlerini kusmaktadırlar. Güya yüzüne bakmaya cesaret edenlerin gözlerini oyarmış, huzurunda gülümseyenlerin dudaklarımı kesermiş, kendisiyle tartışanların kellesini koparırmış vs. Gerçekte ise o, kendisine iyice alışmış olan insanların yardımları sayesinde ölmek üzere olan bir devleti yeniden diriltip, diklemiş son derece kabiliyetli bir insandı. Her halükârda o hayatta olduğu sürece Tabgaçlar Ordos’a adımlarını dahi atamamışlardır. Ve Ho-lien P’o-p’o 425’de öldü.
Batı Mançurya’nın bozkır tarafı Ju-janlar’ın, Liao-tung ise Kore krallığı Kögüryo’nun hakimiyetindeydi. Fakat en kötüsü devletin başında karısının aşk tutsağı olan aptalların en aptalı Mu-jung Hsi’nin bulunmasıydı. 404’de karısını memnun etmek için dağlarda büyük bir sürek avı tertiplemiş ve av sırasında giyecek elbisesi ve yiyeceği olmayan beş bin kadar asker (av kovalayıcısı) donarak ölmüştü.
Mavi bitkileri gösterir ve bizim ilgilendiğimiz dönemde Türkçe konuşan Hun kabilelerinin daimi rengidir.
Hunlar’ın sarayında Çin, Hint ve bozkır kültürleri neredeyse bir kualisyon kurmuşlardı.
Geçmişte ateşli bir Budist olan Fu Chien II Konfüçyanizme hüsn ü ikbal göstermiş, ancak 375’de ölüm korkusuyla Daoizmi yasaklamış ve ilk iş olarak da Daoist kitapları okuyan arşiv müdürünün kellesini aldırmıştır.
Fu Chien II ise çevresindekilere liberal hümanist havasıyla şu cevabı verdi: Çinliler ve barbarlar..bunların hepsi benim çocuklarım. Onlarla iyi geçineceğiz ve hiçbir kötülük de olmayacak. Bu, öylesine söylenmiş sıradan bir söz değil, doğru olduğu ispat edilecek olan bir politikaydı. […] Öz kardeşlerini haince katlettiren ve kendi akrabalarıyla hesaplaşırken zerrece merhamet göstermeyen bir insanın böylesine hümanist davranması biraz tuhaf değil mi?
357’de Prens Fu Fa ve Fu Chien, Fu Sheng’in gözdesi tarafından ertesi gün katledilecekleri konusunda uyarılmışlardı. İhbarı aldıkları gece silahlı muhafızların eşliğinde saraya gelerek, ölümüne sarhoş bir halde buldukları Fu Sheng’i hep birlikte parça parça doğradılar.
Milli öfkenin gücü Jan Min’i tahta oturtunca, o, hemen halkın isteği doğrultusunda ülkesinde bulunan bütün Hunlar’ın katledilmesini emretti. Bu ferman öylesine büyük bir şevkle yerine getirildi ki, katliamlar sırasında gaga burunlu birçok Çinli de öldü. Kısacası bu bir jenositdi ama Hunlar’ın saçtığı dehşet bununla karşılaştırılacak olursa bir çocuk oyuncağı idi. Hunlar pekçok insan öldürmüşlerdi ama başlan gıçta onlar bunu kendi hürriyetleri ve adalet için; daha sonraları kurdukları devletin selameti ve en son olarak da isyan eden şehirlerde devlet düzenini sağlamak için yapmışlardı. Bütün bu hareketler kendini koruma adına yapılmış ve bir mecburiyetten kaynaklanmıştı. Çinliler ise 350’de sırf kendilerine benzemeyen yabancıları yani insanları öldürmüş olmak için öldürmüşlerdi. Bu, ırkçılıktan da öte bir şeydi.
General Jan Min üzerinde detaylı olarak duralım: Shih Hu’yu destekleyen, gücüne güç katan, buna karşılık imparator tarafından kendi ailesinin soyadı verilmek suretiyle şereflendirilen bir Çinli paralı askerdi. Kabiliyetli, özellikle de dövüste ve saray entrikalarında becerikliydi ama göreceğimiz gibi kendi aslını hiçbir zaman unutmamıştı. Bir Hun ailesi arasında yaşarken ve Hun askerlerini kumanda ederken, ülkesini ve halkını ele geçiren vahşilerden intikamını almak için iktidara gelmeye can atıyordu. Baş kumandan olur olmaz imparatora kendisini bir manevî evlat sıfatıyla veliaht prens olarak ilan etmesi teklifinde bulundu. Shih Ch’un bu teklifi reddettiği gibi, ayrıca generalinin küstahca davranışından ötürü mahkemeye çıkarılmasına karar verdi. Ancak Jan Min’in imparatorun niyetini kendisine ulaştıran casusları vardı. Bu haberi alır almaz zırhını giyerek saraya gitti ve impatorla veliahtı öldürüp, başka prensi imparator ilan etti. Tabii kendisine de mareşal rütbesi aldı. Bütün bunlar olurken çevresindekilerin kılı bile kıpırdamadı! Böylesi de olur muydu?
Çok geçmeden işlenen cinayet ortaya çıktı. Shih Hsuan işkence edildikten sonra ailesinden dokuz kişiyle birlikte imparatorun huzurunda yakılma cezasına çarptırıldı. Imparatorun en çok sevdiği küçük torunu, dedesinin kuşağına sıralarak kendisinin de öldürülme sini istedi. Dedesi yüzünü elleriyle kapatıp ağlamaya başladı ama ka rarını da değiştirmedi. Imparatorun kuşağı kopunca çocuğu da ateşe attılar. Daha sonra yakılanların külleri kalenin giriş kapısının önüne, gelip geçenlerin ayakları altına serpildi.
Allah’tan bu arada Çinli güzel kızların bahtıntan yukarıda sözünü ettiğimiz yamyam da fazla geç olmadan 337’de ölmüştü.
Shih Hu önce prensin mevkebinden otuz kişiyi, 26 hanımını ve çocuklarını, en sonunda da veliahtın kendisini katlettirdi. Katledilenlerin cesetleri adeta kuşbaşı yapılarak toplu halde özel bir mezarlığa defnedildi.
Shih Hu tıpkı bir iş adamı gibi oğluna bazı vazifeler veriyor, o ise sürekli olarak her şeyi bozuyordu. Hatta bu yüzden babası oğlunu kayışla (evet, kayışla) dövüyordu. Bu iş her ay en az üç defa tekerrür ediyordu.
Veliaht prens Shih Sui ise gaddarlıkta babasını geçmişti. Onun en büyük eğlencesi, odalığını tertiplediği ziyafete çağırmaktı. Kadının görevi bir yamyamla oynamak veya misafirler önünde maymun gibi dansetmekti. Daha sonra onun süslenmiş kellesi vücudundan ayrılır ve eti misafirlere ikram edilirdi.
290’da tahta Prens Ch’ung (öldükten sonraki titülü-Huei-ti) çıktı. Ch’ung zayıf ve korkak biriydi; daha da önemlisi bu kadar geniş toprakları yönetecek kabiliyetten yoksundu. Karısı ise aksine enerjik ve cazgırın tekiydi. Ana-imparatoriçenin babası olan baş veziri üç kardeşiyle birlikte katlettirmesi ülkede yeni bir kanlı çatışmalar dönemini başlatmıştı. (291. yıl).
Geçen bin yıl zarfında Büyük Bozkırın doğu kesiminin köklü sakinleri olan Hunlar’ın yerini Tabgaç ve Türkler’in alması, hatta, Yeşil Ögüz (Sarı Nehir) sahillerindeki yeni vadilerin göçebeler tarafından ele geçirilmesi meselesi bizim ilgi alanımız dahilindedir.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Şurasını kaydetmek gerekir ki, Asya’da Hunlar’ı yenenler Çinliler değil, bugün yeryüzünde mevcut olmayan ve Çinliler tarafından Hsien-p’i [Siyen pi] adı verilen bir halktı.
M.S. III. Yüzyıla gelindiğinde ise Hun halkı dört ana kola ayrılmıştır:

I. Kuzey Hunları: Bunlar Sibirya Ugorları’yla karışmış, baş eğmeyen ve merkezi kültürlerin tesirinde kalmayan kişilerdir.

2. Yüeban : Soğd kültürünün aşırı tesirinde kalan Hunlar.

3. Hunno-Siyenpiler: Halha ve Çahar’da birbiriyle kaynaşan boylar. Daha sonraları erken Orta Çağ Türk ve Moğol dilli kabileleri meydana getiren etnik sübstrat.

4. Ancak M. S. V. Yüzyılda sona eren asimilasyon sürecini tamamlayan Çinli Hunlar.

Hunlar için ise yeni bir tarihî dönem başlamıştı. Batı ucundaki tarım alanlarından mahrum kalan Hunlar, yeni topraklar bulmak amacıyla batıya yönelmişler ve böylece de kendi araların da tekrar bir bölünme safhası geçirmişlerdi. Zayıf Hunlar M.S. V. Yüzyıla kadar varlığını sürdüren Yüeban isimli bir devlet kurdukları Yedisu’da kalmışlardı. En güçlü olanları ise Avrupa’ya geçerek, orada Alanlar ve Gotlar’ın defterlerini dürmüşler ve yeni müttefikleri Ugorlar ve Kafkasyalılarla birlikte Roma’ya kadar gitmişlerdi. Gunlar’ın bir çok Avrupa halkını ağır bir yenilgiye uğratmaları onlara kelle avcısı ve kâfir adlarının verilmesine yol açmıştır. Halbuki aynı dönemde Çin yazarlar Hunlar’dan en kültürlü barbarlar olarak bahsetmekteydi.
T’an-shih-huai (Tanşihay diye okunur) 141’de dünyaya geldi. Babası üç yıl Hun ordusunda hizmet ettikten sonra evine döndüğünde bir oğlu olduğunu öğrendi. Karısına bunun nasıl olduğunu sorduğun da, aldığı cevap, bir defasında yolda giderken bir gürültü duyduğu, başını kaldırıp göğe baktığında ise ağzına bir dolu danesinin düştüğü, kendisinin bu daneyi yuttuğu ve ondan da bu çocuğun doğduğu şeklindeydi. Fakat koca bu hikayeye inanmayarak, hanımının emzirmekle meşgul olduğu çocuğun yüzüne bile bakmadı.
Bozkırda siyasî üstünlük, kesinlikle Çinliler’de idi. Fakat aradan geçen otuz yıllık huzurlu bir hayatın, Hun toplumunun durumuna tesir etmediğini düşünmek mümkün değildir. Gerçekten Hun toplumu, Çin kültürünün tesiri altına girmişti. Medeniyetle kucaklaşmış olmak, onları vahşi hayattan uzaklaştırmış ve bu medeniyetin cazibesi, göçebelerin hayal dünyasına az çok tesir etmişti. Böylece bozkır geleneğinde yeni bir dönem açılmıştı.
Geçmişteki bazı müstesna yöneticiler sayesinde başarılara imza atmış olan onlar, şimdi uçurumun kenarında durduklarını ve devletin de tam anlamıyla bir harabeye döndüğünü bir türlü göremiyorlardı.
Her Hun aynı zamanda bir savaşçıydı ve savaş, onların varolmasındaki yegâne unsurlardan biriydi. Bu yüzden savaşların amaç ve sıkıntıları onları fazla ilgilendirmiyordu; çünkü kendilerini dış düşmanların üzerine sevkeden yabgularına inanıyorlardı.
Sih-ma Ch’ien’e göre Hunlar’ın kayıpları, 19 bin kişiydi. Bu, elbette kesin bir rakam olamaz. Oturup, tek tek saydın mı be adam!
Hunlar, her yıl ilkbaharda, bir defa atalarına, gökyüzüne, yeryüzüne ve ruhlara kurban keserlerdi. Yabgu ise, her gün iki defa olmak üzere, sabahleyin doğan güneşe, akşamleyin ise aya karşı tâzimde bulunurdu. Ay ve yıldızların durumu na göre tedbirler alınırdı.
Çin elçisi, Kamboçya’da 245-250 yılları arasında kalmış, onun refaketinde bulunan Kang T’ai, ülkesine döndükten sonra Fu-nan hükümdarlığı hakkında bilgi vererek, Kitapları var; onları arşivlerde saklıyorlar. Yazı şekilleri Hunlar’ın yazılarına benziyor demiştir. Fu-nanlılar, Hint yazı stilini kullanıyorlardı. Bu açıklama, fevkalade önemlidir. Çünkü Çinli diplomat, Hun yazısından bahsetmekte ve kesin olarak bildiği bir mesele hakkındaki görüşünü, başka bir şeyle kıyaslayarak ve açıklayarak izah etmektedir. Daha da önemlisi, Hun yazı stilinin Hint alfabesinden kaynaklandığını, dolayısıyla Hun Devleti’nin Batıyla bağlantıları bulunduğunu belirtmektedir.
Kadınların politikaya karışmaları, onların Çin, Hindistan ve İran’da olduğu gibi hiç de aşağılanmadıklarının bir delilidir.
Ganimetlerin önemli bir kısmı savaşçıların elinde kalıyor ve Hun kadınları koyun derisinden yapılma giysilerini ipekli elbiselerle değiştiriyorlardı. Artık, Hun sofralarında kımız ve kaşarın yanı sıra, Çin şarapları, ekmek ve tatlılar da yer alıyordu. Tarihi kaynaklar Hun toplumunda görülmemiş bir refah ve lüks döneminin başladığını, bununla birlikte âdetlerin bozulduğunu kaydetmektedirler. […] Yabgu, geleneklerin bozulmasının müsebbibi olduğu kadar, ekonomi ve hayat tarzının da değişmesine yol açtı. “Eşyaların cazibesi, Hunlar’ı giderek daha fazla tüketime sevketti ve neticede, hayat tarzları değişti. Fakat bu tür değişimlerin neticelerinin görülmesi için çok beklemek gerekmeyecekti. İki üç nesil (50-75 yıl) sonra hepsi neredeyse dejenere olmanın kucağına itilmişti.
Kadın, kendisini istediği kişiye verme hakkını elinde tutan erkeğin özel mülkü olarak kabul ediliyordu. Mesela Wu-sun reisi, Çinli bir kraliçeyi kendi torununa hediye etmiş, bir başka reis ise kendi hanımını amcazadesine vermişti. Wu-sunlar’da kesinlikle mülkiyet eşitliği yoktu.
Yüeçiler’in hükümdarı Ki-to-lo [Ch’i-to-lu], sonunda Hunlar’la savaşa girmişti. Fakat Ki-to-lo öldürülmüş; cesedi düşmanın eline geçmiş ve Lao shang yabgu, onun kafatasından şarap kâsesi yaptırmıştı.
Me-te’nin hiç yoktan bir devlet kurduğu söylenebilir. Çarvacılık (hayvancılık) endüstrisinin gelişimine bağlı olarak, göçebe kabilelerin konsolidasyonu, bütün tarihî süreçlerde müşahede edilmiştir. Bununla birlikte, Me-te’nin faaliyet ve kabiliyetleri, ancak dikkatli bir araştırmayla tesbit edilebilir. Onun ıslık çalan oklarının ardından sadece usta avcılar değil, kumandanlarına güvenen ve verilen görevin şuuruna vararak itaat eden savaşçıları da gitmişlerdir. Me-te, hayatının başlangıcında, kendisinin de hayal etmediği büyük bir mevkiye ulaşarak, MÖ 174 yılında hayata gözlerini yummuştur. Torunlarından hiç biri, kabiliyet yönünden ona denk olmamış olsa da, kurduğu devlet 300 yıl ayakta kalabilmiştir.
Hunlar’ı dağıtmak kolay, mağlup etmek zor, yoketmek ise imkansızdı.
Me-te’nin yaptığı reformlar sayesinde, patriarkal kabileler olan Hunlar, savaşçı bir Hun Devleti haline dönüşmüştür. Her Hun, bir savaşçıdır; başında bir kumandanı vardır ve onun emirlerine sıkı sıkı ya uymak zorundadır. Ancak, eski boy sistemi bozulmamıştı ve her savaş birliğinin başında, daha sonraki devirlerde Çingis-han dônemindeki Moğollar’da olduğu gibi, alt tabakalardan çıkan kumandanlar değil, sadece yabguyla akraba olan prensler ve boy beyleri bulunmuştur. İktidarın yabgularla beyler arasındaki taksimi, şu veya bu kişilerin tahta ortak olmalarına imkan vermemiştir.
Hunlar’ın köleye çok ihtiyaçları bulunmasına ve hatta Çin’e yapılan savaşlar sonunda pekçok insanı beraberlerinde bozkırlara getirmelerine rağmen, bütün Hun tarihi boyunca köle ticaretinin varolduğunu gösteren herhangi bir belirti bulamıyoruz.
Toprak, devletin temelidir demişti Me-te. Bu söz, bundan sonraki bütün Hun tarihi boyunca devletin temel prensibi olmuştur.
Mevcut belgelerden, Hun Devleti’nin esasen patriarkal yapı şartlarının ortaya çıkardığı oligarşik bir yönetim olduğu anlaşılmaktadır.
Hun aristokrasisini üç gruba ayırabiliriz: Doğuştan prensler, hizmet aristokratları ve boy beyleri. Yabgu, böylesine güçlü bir kesime hesap vermek zorunda olduğu gibi, onlar da onsuz bir şey yapamazlardı.
Me-te döneminde önemli boyların sayısı üçtü: Kuyan [Hu-yen], Lan ve Su-pu. Kuyan, Türkçe bir kelimedir ve tavşan anlamına gelir. Su-pu da Türkçedir ve “il, ülke, memleket anlamındadır. Lan ise Çince bir kelimedir ve orkide demektir. (Eski dönemlerde Çin’in milli çiçeği). Bu boyların terkibinde, Hunlar’ın türeyişlerinin izlerine rastlıyoruz. Bu izler, Shung Wei’den Lan’a doğru uzanır. Ku yan ve Su-pu ise, eski Hu ların torunları olarak karşımıza çıkıyorlar.
Hun Devleti’nin başında, en büyük anlamına gelen yabgu (shan-yu) vardı. Aynı mânâdan anlaşıldığı kadarıyla yabgu, elinin altında tebaaları bulunan bir hükümdar demek değildir. Fakat, sayısı 24 olan diğer beyler arasında en önde gelen kişidir. Yabgunun iktidarı büyüktür, ama mutlak değildir. Bu iktidar, boy aristokratları yani her biri 2 bin süvariden 10 bin süvariye kadar ulaşan silahlı güce sahip beyler tarafından sınırlanmıştır. İlk yabgular, muhtemelen seçim yoluyla işbaşına geliyorlardı. (Bu mümkündür; çünkü Çinliler Me-te’ye kadar olan yabguların silsilesini tesbitte zorlanmaktadırlar). Daha sonrakilerin seçiminde de tahta oturtma (kotarma) usulü uygulanmıştır. Bazıları ise, nadiren de olsa tahttan indirilmiştir. […] Yabgu, başkumandan ve aynı zamanda diplomatik ilişkilerinde son sözü söyleyen kişi olmanın yanı sıra, dinî merasimlere de riaset ederdi. Yani yılda bir defa yabgunun otağı önünde yapılan kurban takdim merasimini yönettiği gibi, günde iki defa da güneşe veya aya karşı saygıyla eğilme vazifesini resmen icra ederdi.
Hunlar, askerî birliklere değil, halkın desteğine sırtını veren kabile büyükleri tarafından yönetilmişlerdir.
Me-te, alışılmış göçebe savaş taktiğini de değiştirdi: Yalandan geri çekilerek, Çin ordusunun en vurucu güçlerini kuşatma altına aldı ve P’ing-ch’eng (Pinçeng okunur) şehrine yakın olan eski Pai-teng’de, (Baydın okunur) Çin öncü birliklerini imparatorla birlikte kuşattı. Daha da enteresanı, Me-te’nin, askerlerini dört küçük birliğe ayırması ve her birine farklı renkte doru atlar vermesidir: Karayağız, beyaz, kır ve al donlu.
Çin geleneğine göre teslim olmak, hainlikle eşdeğerdeydi ve galip tarafın tebaalığını kabul etmek demekti. Hiç bir mazeret, teslim olan kişiyi masum gösteremezdi ve onun yapabileceği en iyi şey, intihar edip hayatına son vermekti.
Kesin olan şudur ki, Me-te, 24 Hun boyunu birleştirerek, Çinliler’in Orta Çin İmparatorluklarıyla yaptıkları karşılaştırmaya nisbetle, biraz daha güçlü bir devlet kurmuştur.
Hunlar’da bir kargaşa yaşandığını öğrenen Tung-hular, fırsattan faydalanarak, onların kutsal saydıkları çok değerli bir atla, Me-te’nin hanımının kendilerine verilmesini istediler. Beyler bu istekleri kesinlikle reddetmelerine rağmen, Me-te, Komşu olarak yayaşan insanların birbirinden bir at veya bir kadın istemeleri nedir ki? diyerek, Tung-hular’ın isteklerini yerine getirdi. Bu defa Tung-hular, Kalgan’ın güney batısında hayvancılığa ve yaşamaya elverişli olmayan bir çöl parçasını istediler. Esasen istenilen toprak, hiç kimseye ait değildi. Sınır karakolları bile onun uç kısımlarındaydı. Hunlar’ın batısına, Tung-hular’ın doğusuna düşüyordu. Bu defa beyler, kimsenin bir işine yaramayan toprak parçası için verilsin mi, verilmesin mi? şeklinde bir münakaşa yapmanın dahi gereksiz olduğu şeklinde görüş bildirdiler. Fakat Me-te, Toprak bir devletin temelidir. nasıl veriririz onu?! diyerek, verilmesinden yana tavır takınanların hepsinin kellesini vurdurdu. Sonra da Tung-hular üzerine sefer açtı. Bir saldırı beklemeyen Tung-hular, yenildiler. Tabii bütün toprakları, sürüleri ve malvarlıkları da galiplerin eline geçti.
Yabgu Teoman’ın iki ayrı hanımından iki oğlu vardı. Teoman [T’u-man], tahtı daha fazla sevdiği küçük oğluna verebilmek için, Me-te’yi kurban etmeye karar verdi ve Yüeçiler’e rehin olarak gönderdi. Daha sonra da, Me-te’yi öldürtmek niyetiyle, tutup Yüeçiler’e saldırdı. Fakat azimli bir insan olan Me-te, Yüeçiler’den birinin atını ele geçirerek, kaçıp babasının yanına ulaşmayı başardı. Ama bu arada, babasının yaptığı kalleşliği öğrenmişti. Teoman, oğlunun yiğitliğini takdir ederek, öldürmek şöyle dursun, bir de 10000 çadırlık tebayı onun emrine verdi. Hemen kendi süvarilerini askeri eğitime tabi tutan Me te, onlara, oku ıslık çaldırarak nasıl atacaklarını öğretti. Herkese, sadece kendisinin ıslak çalan okunun gittiği yere kadar ok atmasını emretti ve bu emri yerine getirmeyenlerin kellelerinin vurulmasını buyurdu. Savaşçılarının disiplinini ölçmek için, kendi küheylanına ıslık çalan bir ok attı ve bu çok değerli ata ok atmayanların kellelerinin kesilmesini emretti. Bir süre sonra Me-te, bu defa kendi güzel karısına ok attı. Yakın arkadaşlarından bazıları, müdafaasız genç bir kadına ok atamayacaklarını belirterek, yaylarını bir kenara fırlatınca, Me-te, bunların kellesini hemen kestirdi. Başka bir gün, av sırasında okunu babasının küheylanına çevirdi ve bütün savaşçılarının da aynı şeyi yaptığını gördü. Artık savaşçılarının mükemmelen hazır olduğunu gören Me-te, ava çıkan babasını takip ederek, okunu doğrudan ona fırlattı. Yabgu Teoman (T’u-man), aldığı ok darbeleriyle dünya hayatıyla vedalaştı. Çıkan karışıklıklardan faydalanan Me-te, onu bir baba katili ve tahtı gaspeden kişi olarak gördükleri için itaat etmek istemeyen üvey annesini, kardeşini ve beylerini öldürüp, kendini yabgu ilan etti (M. Ö. 209).
Çin tarihi kaynakları, kronolojik dakikliği, doyurucu bilgi vermesi ve fantastik yaklaşımlardan uzak bir takım şüphe götürmez meziyetlere sahip olmalarına rağmen, mutlaka tenkit süzgecinden geçirilmelidir ve ancak bu durumda tarihî kaynaklarda ki hatalar bizi yanılgılara düşüremez.
Geleneğe göre, hanedan kronikleri, ancak o hanedanın dönemi tamamen kapandıktan sonra yayınlanırdı. Tarihçilik, devlet nazarın da önemli bir iş kabul edildiğinden, bazı şahıslara karşı duyulan sempati dolayısıyla yazılan biyoğrafiler olduğu şüphesizdir. Bütün bunlardan, Çin tarihçiliğinin sarayın isteği üzerine icra edildiği; bu yüzden sipariş üzerine yazılan tarihin aksine görüş bildiren başka bir kaynağın olamayacağı sonucunu çıkarabiliriz. Bu durumda, anlatılanların gerçekleri ne derece doğru yansıttığının tesbiti, en temel problemlerden biridir.
Çok büyük maddi imkanlara kavuşan Shih-huang-ti, kuzey sınırlarını emniyet altına almak amacıyla, Çin’i Avrasya bozkırlarından ayıran Büyük Seddi kurma kararı aldı. Esasen bu surların kuruluş amacı, onların gerisinde yeknesak hale gelmiş güçlü bir birlik teşkil etmekti. Inşaat, gece gunduz bütün hızıyla devam etmesine rağmen, işçilerin yetersiz olduğu anlaşılınca, bu defa savaş esirleri ve mahkumlar da devreye sokuldu. Çalışma şartları, son derece ağırdı ve bu yüzden pekçok işçi, yükselen surların dibinde can vererek oralara gömüldüler. Ama sonunda surların inşaası tamamlandı. Bu, 4 bin km. uzunluğunda bir surdu. On metre yüksekliğindeydi ve her 60-100 m. de gözlem kuleleri kurulmuştu. Ancak iş tamamen bitince, bu defa da bütün surları savunmaya yetecek kadar Çinli askerin bulunmadığı ortaya çıkmıştı. Ayrıca, her gözlem ve savunma kulesine az miktarda asker yerleştirilecek olursa, düşmanlar, daha önce olduğu gibi, onları kolaylıkla saf dışı bırakacaklar ve komşular daha güçlü hale geleceklerdi. Eğer askerler belli kulelere yığılacak olursa, bu defa düşman, aradaki boş kulelerden içeri girecek ve ülkenin iç kısımlarına kadar ilerleyecekti. Bir kale korunamadığı zaman ise, kale olmaktan çıkardı. Esasen Çin devlet erkanından bir çoğu, bu surların yapımına karşı çıkmıştı. M.S. II. yılda Yang Yü, raporunda şöyle yazmıştı: Ch’in Shih-huang-ti, hiç sıkılmadan ve halkın onca emeğine acımadan, onbinli uzunluğundaki büyük suru yaptırdı. Artık çalışanların iaşesini temin etmek için, deniz ötesinden öteberi getiriliyordu. Fakat sadece sınırlar koruma altına alınabilmişti ve Orta Vaha Devleti, içten hücum ederek Ch’in hanedanının iktidarına son verdi. Gerçekten de surlar, Hun saldırılarını durduramamış; Han hanedanı, manevra savaşlarına dönmeye mecbur kalmıştı.
Hunlar’ın Türkçe konuşan bir halk olduğu konusundaki şüphelerin asılsızlığı neticesine varılacağı gibi; aynı şekilde, bir kelimenin iki değişik anlamda kullanılamayacağı noktasından hareketle, Hun ve Töles yani Uygur dillerinin birbirine yakın olduğu da tarihi kaynaklarda açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Shiratoriy, bizim Hunca diye bildiğimiz kelimelerin Türkçe ve günümüze kadar ulaşan Hunca bir cümlenin de yine aynı dilde olduğunu ispat etti.
Çinli şairler Hunları yüce gururlular ; sıradan edebî parçalar ise öfkeli köleler olarak nitelendiriyordu.
M.Ö.III.Yüzyıla doğru Hunlar, artık Gobi Çölü’nden Sibirya taygalarına kadar bütün bozkırların sahipleriydiler.
Arkeolojik verilere göre, erken Hun tarihinin ikinci dönemi, yaklaşık 1200 yıllarında başlar. Daha önce görüldüğü gibi, bu sıralarda güneyli göçebelerin Gobi üzerinden ilk yürüyüşleri tamamlanmış olduğundan, çöl artık kullanılabilir bir güzergah haline gelmiş ve Hunlar, çölün iki tarafını da yurt edinmişlerdir.
Hunlar’ın, M.Ö. VII. Yüzyılda, atalarından bâriz bir şekilde ayrıldıklarını nazarda tutmak gerekmektedir. Deguignes, Sih-ma Ch’ien’e dayanarak: M. Ö. 1200 civarında Hun Devleti’nin kurulduğunu kabul etmek zorundayız demektedir. Cordier de bu tarihi kabul etmektedir. O dönemde Hunlar, Ho-pei’den Bargöl’e [Barkul/Bars-göl] kadar uzanan bölgede yaşıyorlardı ve Çin’e bazı saldırılar düzenlemişlerdi. Onların hayat tarzları ve devlet düzenleriyle ilgili tasvirlerden, bu yolda bir hayli mesafe katettikleri anlaşılıyor: Evleri yoktu; toprağı sürmüyorlardı, ama çadırlarda yaşıyorlardı.. Yaşlılara saygı gösteriyorlar, işlerini düzene sokmak için yılın belli bir döneminde toplanıyorlardı. Bundan dolayı, onların çöl üzerinden gelerek, Glazkovo ve Andronovo kültürüne sahip insanlara karşı bir üstünlük sağlamış olmaları şaşırtıcı sayılamaz.
Sanırım, eski dönemlerde Hyung-nular’da herhangi bir devlet teşkilatlanması yoktu. Bazı aileler, sürüleriyle birlikte steplere göçetmişlerdi. Bunların sürüleri at, iri ve küçük tırnaklı hayvanlar; bir miktar deve ve eşekten ibaretti. Fakat steplerdeki bu göçebe yaşantısı, kesinlikle düzensiz ve gelişigüzel bir yaşantı değildi. Göçebeler, baharla birlikte dağlar arasında yer alan ve sürüler için elzem olan su ve otlaklarla bezeli yaylalara çıkarlar; sonbaharla birlikte nisbeten karın az düştüğü bölgelere, sürülerin fazla zorlanmadan yem bulabilecekleri yerlere çekilirlerdi. Yaylak ve kışlaklar, göçebeler arasında kesin bir şekilde taksimlenir ve bunlar, boyların veya ailelerin şahsi mülkü sayılırdı. Hunlar’da da durum böyleydi.
Çin tarihi kaynaklarında Hyung-nular’dan ilk önce M.Ö. 1764’lerde, daha sonra ise yine M.Ö. 822 ve 304 yıllarında bahsedildiğini görüyoruz.
H’yenyun ve Hun-yü kabilelerinin, M.Ö. III. Binyılda steplerde Çinliler’in ataları olan “karabaşlar tarafından sıkılıp çıkarılan Kuzey Çin yerlilerinin torunları olduğu neticesini çıkarabiliriz. İşte Shung Wei’le birlikte gelen Çinliler’in bu kabilelerle karışıp kaynaşması sonucunda, ilk etnik unsur olarak proto-Hunlar şekillenmiş; sonra bunların kumlu çöllere çekilmesiyle birlikte, daha sonraki dönemler de Hyung-nular ortaya çıkmıştır. Demek ki, Halha ovalarında yeni bir kaynaşma vuku bulmuş ve bunun sonucunda da tarihî Hyung-nular yüzeye gelmiştir. O döneme kadar bunlara Hu , yani bozkırlı göçebeler denilmekteydi. Böylece Hyung-nular, çöle hükmetmeyi başaran ilk millet olmuştur ki, bunu başarabilmek için de güçlü, kuvvetli ve dayanıklı olmak şarttı.
Hsia hanedanı yıkılır yıkılmaz, sürgünde ölmüş olan hükümdar Tse-kui’nin son oğlu Shung Wei, ailesi ve tebaasıyla birlikte kuzey steplerine göçetmişti. Klasik Çin tarihi kaynaklarına göre Shung Wei, Hyung-nular’ın ataları olarak kabul edilir. Bu tarih geleneğine göre Hyung-nular, Çinli göçmenlerle bozkırlı göçebe kabilelerin karışmasından türemiştir. Şüphesiz bu efsanevî bilgiler, neredeyse tamamıyla tarihî gerçekler tarafından reddedilmektedir. Öyle de olsa, bu efsanelerde rasyonal bir gerçeği aramak, bütünüyle reddedilemez.
Hunlar, bugüne kadar hep anlatılageldiği gibi, sadece Büyük Çin Seddi’nin arkasına sığınan Han İmparatorluğu’nun değil, aynı zaman da bölgedeki diğer kabile ve halkların da rakipleriydiler.
Bizim üzerinde durduğumuz konuyla pekçok kişi uğraşmış, fakat yüzyıldır Orta Asya’nın kadim tarihinin incelenmesinde Rus ilim adamları sancağı elden bırakmamışlardır.
Bizim derdimiz, burada çoktan tarih sahnesinden silinmiş bir milleti övmek veya yermek değildir. Aksine biz, bir yandan ezici bir mağlubiyete maruz kalmayan, diğer yandan tamamen yokedilemeyen az nüfuslu göçebe bir halkın, nasıl olup da yüzlerce yıl bağımsızlığını ve hayat tarzını korumasına imkan sağlayan bir organizasyon ve kültür örneği meydana getirebildiğini öğrenmek istiyoruz. Bu halk gücünü nereden alıyordu ve bu güç nereye kaybolmuştu? Komşuları onları nasıl görüyorlardı ve torunları kimlerdi? Bu soruların cevabını ararken, Hunlar’ın insanlık tarihinde kim olduklarını da tam olarak ortaya koymuş olacağız.
Bugüne kadar Hun kelimesi, genelde bize vahşi bir yırtıcıyla eş anlamlı olarak görünmüştür ve bu da tesadüfi değildir. Çünkü Hunlar bin yıl boyunca sadece devlet kuran bir halk olarak değil, aynı zamanda genelde devlet yıkan bir millet olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Hyung-nular, dünya tarihinde derin izler bırakmışlardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir