İçeriğe geç

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup Kitap Alıntıları – John Locke

John Locke kitaplarından Hoşgörü Üstüne Bir Mektup kitap alıntıları sizlerle…

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup Kitap Alıntıları

Tanrı’ya karşı günah olarak kabul edilen  her şeyin, hiçbir ayrım gözetmeksizin, adaletin  kılıcı tarafından cezalandırılması siyasî yöneticilere düşen bir görev değildir.
Eğer bir insan doğru yoldan ayırılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir, bu durumun size hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki dünyada onu perişan etmesi beklendiğinden, onu cezalandırmanız gerekmez.
İster bir Hristiyan, ister bir putperest (pagan) olsun, ona hiçbir şiddet yöneltilmemeli ve kötülük edilmemelidir.
Belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, başka kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur.
Hakikat, yasalarla öğretilemez ve onun insanların zihinlerine girmesini sağlamak için herhangi bir güce de ihtiyacı yoktur.
Sivil erk, hükümdarın isteğine göre, dindeki her şeyi ya değiştirebilir ya da hiçbir şeyi değiştiremez. Eğer bir kere, yasalar ve cezalar aracılığıyla, bir şeyin dinin içine sokulmasına müsaade edilirse, buna koyulacak hiçbir sınır bulunmayacak, fakat, siyasi yönetimin bizzat biçimlendirildiği hakikat kuralına göre her şeyi değiştirmek her hâlükârda meşru olacaktır. Hiç kimse, her ne olursa olsun, kendi dini yüzünden dünyevi zevklerinden mahrum bırakılmamalıdır.
Hiç kimse, doğuştan bir kiliseye yahut mezhebe bağlı değildir; herkes, Tanrı indinde hakikaten makbul olan inancı ve ibadeti bulduğuna inandığı o topluluğa gönüllü olarak katılır.
” ikna etmek bir şeydir, emretmek ise başka bir şey; biri tartışmalarla kabul ettirilir, diğeri cezalarla. ”
” insanları fesat için bir araya getiren tek bir şey vardır, o da zulümdür. ”
”Hakikat, yasalarla öğretilemez ve onun insanların zihinlerine girmesini sağlamak için herhangi bir güce de ihtiyacı yoktur. ”
Merhamet ilkesi ve insanların ruhlarını sevmek, onların iddia ettikleri gibi, insanları mallarından mahrum etmek, vücudu cezalarla sakatlamak, iğrenç hapishanelerde aç bırakıp işkence etmek ve nihayet onların hayatlarına bile son vermek ve onların selâmetini sağlamak için yapılıyorsa, sorarım, o hâlde niçin fuhuş, sahtekârlık, kötü niyet ve bu gibi açıkça dinsiz yozlaşmanın kokusunu taşıyan ve kendi topluluklarıyla halk arasında pek sık görülüp onlara hâkim olan iğrençliklere tahammül edilmektedir?
Şimdi, dini bahane ederek diğer insanlara zulmedenlerin, işkence edenlerin, onları mahvedip öldürenlerin vicdanlarına sesleniyorum, bunu dostluktan ve onlara duydukları merhametten dolayı mı yapıyorlar acaba?
MUTLAK ÖZGÜRLÜK, TAM VE HAKİKÎ HÜRRİYET, EŞİT VE TARAFSIZ ÖZGÜRLÜK, İHTİYACINI DUYDUĞUMUZ ŞEYDİR.
Ve ilk olarak, hiçbir kilisenin hoşgörü görevi dolayısıyla, onca uyarıdan sonra, cemaatin kanunlarına karşı suç işlemeye inatla devam eden hiç kimseyi koynunda barındırmakla yükümlü olmadığını kabul ediyorum.
İkinci olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, başka kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde korunması gerekir.
Üçüncü olarak, hoşgörü görevinin, bazı ruhanî nitelikleri ve işleri ile (ister kardinal, rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar) insanlığın artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi, diğer mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep ettiğine bakalım.Ruhban sınıfının değerini ve kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben sadece şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun, ruhanî olduğu için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde kalması gerekir ve bu hiçbir şekilde sivil işlere yayılamaz.
Ne imanın herhangi bir şartının itirafı ne de ibadetin herhangi bir zahirî forma uygunluğu, Tanrı indinde birinin doğru, diğerinin kabul edilebilir olduğuna, bunu itiraf edenler ve uygulayanlar tarafından adamakıllı inanılmadıkça, ruhların kurtuluşunda hiçbir işe yaramaz. Hâlbuki cezalar, böyle bir inancı yaratmaya hiçbir şekilde muktedir değildir. İnsanların düşüncelerinde bir değişiklik meydana getirebilen sadece ışık ve kanıttır; bu ışık, hiçbir şekilde bedensel eziyetlerden ve diğer dışsal cezalardan hasıl olmaz.
İkinci olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, başka kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde korunması gerekir.
Sözün kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta ne de devletler, din vesilesiyle birbirlerinin dünyevî mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine sahiptirler. Başka kanaatte olanlar, böylece, insanlığa nasıl öldürücü bir ihtilâf ve savaş tohumu ektiklerini, sonsuz düşmanlıkları, yağmaları ve katliamları nasıl tahrik ettiklerini kendi başlarına iyice düşünsünler. Bu düşünce, egemenliğin zorla tesis edilmesi ve dinin silâh gücüyle yayılması gerektiği fikrine üstün gelmedikçe, insanlar arasındaki ortak dostluk korunamayacağı gibi, ne barış ne de güvenlik tesis edilebilir.
Özel aile içi işlerde, mülklerin yönetiminde, beden sağlığının korunmasında her insan, kendi iyiliği için neyin uygun olduğunu tasavvur edebilir ve en iyi olduğunu umduğu yönde gidebilir. Hiç kimse, komşularının, işlerini kötü idare ettiğinden şikâyetçi olamaz. Hiç kimse tarlasını ekerken veya kız kardeşlerini evlendirirken bir hata işlediği için başkasına kızamaz. Hiç kimse servetini meyhanelerde tüketen bir mirasyediyi cezalandıramaz. Her insan, bedeli ne olursa olsun, istediğini yıkmaya, yapmaya veya gerçekleştirmeye bırakılmalıdır. Hiç kimse ondan yakınamaz, hiç kimse onu kontrol altına alamaz; o, özgürlüğe sahiptir. Fakat, eğer bir kimse, sık sık kiliseye gitmezse, orada tavırlarını alışılmış seremonilere kesin bir şekilde uydurmazsa, çocuklarını şu veya bu cemaatin kutsal sırlarının öğretilmesine getirmezse, bu, derhal büyük bir velveleye sebep olur. Komşular haykırıp
bağırırlar. Herkes, böylesine büyük bir suçun intikamcısı olmaya hazırdır; bağnazların, dava sonuçlandırılıncaya kadar beklemek için pek az sabırları vardır ve zavallı insanlar, duruma göre, özgürlüklerini, mülkiyetlerini veya hayatlarını kaybetmeye mahkûm edilirler.
Üçüncü olarak, hoşgörü görevinin, bazı ruhanî nitelikleri ve işleri ile (ister kardinal, rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar) insanlığın artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi, diğer mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep ettiğine bakalım.
Ruhban sınıfının değerini ve kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben sadece şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun, ruhanî olduğu için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde kalması gerekir ve bu hiçbir şekilde sivil işlere yayılamaz. Çünkü kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı bir şeydir. Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim kökenlerinde, gayelerinde, işlerinde ve her şeyde birbirlerinden olağanüstü ölçüde ayrı ve sonsuz derecede farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o, cennetle dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri karmakarışık eder. Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhanî görevle şereflendirilmiş olursa olsun, kendi kilisesinden ve inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı sebebiyle dünyevî mallarının bir kısmından veya özgürlüğünden mahrum edemez.
Çünkü bütün kilise için yasal olmayan herhangi bir şey, bir ruhanî hakla, onun üyelerinden biri için yasal hâle gelemez.
Kanunlar, mümkün olduğu kadar, vatandaşların mülkiyetinin ve sağlığının başkalarının sahtekârlığı ve şiddeti yüzünden zarar görmemelerini sağlarlar; bunlara sahip olanları kendi ihmalkârlıklarından veya müsrifliklerinden korumazlar.
Hiç kimse, istesin veya istemesin, zengin veya sağlıklı olmaya mecbur edilemez. Hatta, bizzat Tanrı bile, insanları kendi iradelerine karşı korumaz.
Fakat, sonunda, temel düşünceyi ve bu anlaşmazlığı mutlak olarak belirleyen şey şudur: Siyasî yöneticinin inanışı dince sağlam ve gittiği yol hakikaten İncil’e göre olsa bile, burada kendi aklımca adamakıllı ikna edilmezsem, onun peşinden gitmenin benim için hiçbir garantisi olmayacaktır. Vicdanımın buyruklarına karşı gireceğim yol, her ne olursa olsun, bana kutsal ödüller getirmeyecektir. Zevk almadığım bir zanaatla zenginleşebilirim, inanmadığım ilâçlarla bazı hastalıklarda tedavi olabilirim; fakat şüphe duyduğum bir din ve tiksindiğim bir ibadet aracılığıyla kurtulamam.
Bir inançsız için başka bir insanın inancına bürünmek beyhudedir. İman ve sadece içsel samimiyet Tanrı’nın kabulünü kazanan şeylerdir. En uygun ve en onaylanan ilâçlar, eğer midesi alır almaz onu reddediyorsa, hasta üzerinde hiçbir etkide bulunamaz; hatta böyle davranarak hasta bir insanın bünyesinin zehire dönüştüreceği kesin olan bir ilâcı, onun boğazına boşu boşuna tıkmış olursunuz. Başka bir deyişle, dinde şüpheli olan her ne olursa olsun, yine de en azından şu bellidir ki, doğru olmadığına inandığım hiçbir din, benim için ne geçerli ne de uygun olabilir. Bundan ötürü, hükümdarların, onların ruhlarını kurtarma iddiasıyla, uyruklarını kendi kilise topluluğuna girmeye zorlamaları beyhudedir. Onlar, eğer inanıyorlarsa, zaten kendiliklerinden geleceklerdir, yok eğer inanmıyorlarsa, girmeleri onlar açısından hiçbir işe yaramayacaktır.
Kısacası, iyi niyet ve şefkat iddiası ne kadar büyük olursa olsun, insanlar isteseler de istemeseler de, kurtulmaya zorlanamazlar. Ve bundan dolayı, yapılacak tek şey, bunun onların vicdanlarına bırakılmasıdır.
Herkes kendi fiillerinden sorumlu olmalı, hiç kimse, başkasının hatası yüzünden şüphe altında tutulmamalı yahut nefret konusu olmamalıdır.
İnsanlar arasında biri yasa yoluyla, diğeri kaba güçle yönlendirilen iki tür mücadele vardır ve bunların yapıları öyledir ki, birinin bittiği yerde daima ötekisi başlar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Herkesin asıl ve ilk uğraşı, kendi ruhu, daha sonra ise toplum barışı olmalıdır.
Denebilir ki, eğer bir kilise putperest olursa, siyasi yönetim tarafından yine de hoşgörülmeli midir? Cevaplıyorum: Putperest bir kiliseyi ortadan kaldırmak için siyasi yönetime verilebilecek hangi güç, zamanı ve yeri geldiğinde ortodoks bir kiliseyi yok etmek için kullanılmayabilir?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Eğer siyasi yönetimin yetkisi böylesine genişlerse, dinin içine yasal bir şekilde neler dahil edilmez ki? Yönetimin otoritesi üzerinde inşa edilen hangi karmaşık ayinler, hangi batıl uygulamalar Tanrı’nın müminlerine (vicdana karşı) dayatılmaz ki?
Hiç kimse, istesin veya istemesin, zengin veya sağlıklı olmaya mecbur edilemez. Hatta, bizzat Tanrı bile, insanları kendi iradelerine karşı korumaz.
Her insan, bedeli ne olursa olsun, istediğini yıkmaya, yapmaya veya gerçekleştirmeye bırakılmalıdır. Hiç kimse ondan yakınamaz, hiç kimse onu kontrol altına alamaz; o, özgürlüğe sahiptir.
Herkes kendi fiillerinden sorumlu olmalı, hiç kimse, başkasının hatası yüzünden şüphe altında tutulmamalı yahut nefret konusu olmamalıdır.
çünkü onlar, kendi cemaatlerinden olmayan herkesin sapkın olduğunu ilân ederler.
dünyada en yüksek yargıçla insanların arasına kimse giremez. Tanrı, bu durumda tek yargıçtır; O, son günde, herkesin hak ettiği hükmü, dini, kamu mutluluğunu ve insanlığın barışını ileri götürme gayretindeki samimiyetine ve dürüstlüğüne göre belirleyecektir. Fakat bu arada ne yapılabilir? Cevaplayayım: Herkesin asıl ve ilk uğraşı, kendi ruhu, daha sonra ise, toplum barışı olmalıdır; her şeyin yakılıp yıkıldığını gördükleri yerde barışı düşünmeye yönelik çok az niyet bulunsa bile.
Tanrıya karşı günah olarak kabul edilen her şeyin, hiçbir ayrım gözetmeksizin, adâletin kılıcı tarafından cezalandırılması siyasî yöneticilere düşen bir görev değildir.
kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı bir şeydir. Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim kökenlerinde, gayelerinde, işlerinde ve her şeyde birbirlerinden olağanüstü ölçüde ayrı ve sonsuz derecede farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o, cennetle dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri karmakarışık eder. Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhanî görevle şereflendirilmiş olursa olsun, kendi kilisesinden ve inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı sebebiyle dünyevî mallarının bir kısmından veya özgürlüğünden mahrum edemez.
hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta ne de devletler, din vesilesiyle birbirlerinin dünyevî mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine sahiptirler.
Eğer bir insan doğru yoldan ayırılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir, bu durumun size hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki dünyada onu perişan etmesi beklendiğinden, onu cezalandırmanız gerekmez.
fakat, ikna etmek bir şeydir, emretmek ise başka bir şey; biri tartışmalarla kabul ettirilir, diğeri cezalarla.
Çünkü hiç kimse, istese bile, imanını başkasının emirlerine uyduramaz. Hakiki dinin bütün hayatı ve gücü, aklın samimî ve tam olarak ikna edilmesine bağlıdır.
Tanrı, hiç kimseye bir başkasını kendi dinine zorlamaya yönelik açık bir otorite
vermemiştir.
inanç, aklın çok güçlü bir şekilde ve dıştan hiçbir baskı uygulanmadan kendi kendini ikna etmesine bağlıdır.
İnsanların vicdanlarına tahakküm ve tasallut etmeye yeltenmeyin, onların inandıkları gibi yaşamalarının önündeki engelleri kaldırın, insanların önünü açın, sadece ve sadece bunları yapın. Göreceksiniz, her şey değilse de (zira liberalizm, mükemmeliyetçi değildir) çok şey nasıl da düzelecek!
Siyasi yönetimin işlerini, din işlerinden kesinlikle ayırt etmeyi ve ikisi arasına adil sınırlar koymayı bütün her şeyin üzerinde zorunlu buluyorum. Eğe bu yapılmazsa, bir tarafta insan ruhunun çıkarlarıyla ilgilenenler, yahut en azından koruduklarını ileri sürenler arasında sürekli ortaya çıkacak olan ihtilaflara son verilemez.
Eğer açıkça doğruyu söylemek
lâzımsa, dini yüzünden ne putperest, ne Müslüman ne de
Yahudi, devletteki medenî haklarından mahrum
bırakılabilir. İncil, böyle bir şey emretmez. “Dışarda
olanları yargılamayın”
Fakat, insanlar, geçici mal varlıklarını
korumak amacıyla, karşılıklı yardımlaşmalarını sağlayan
toplumlara girmelerine rağmen, ya kendi vatandaşlarının
yağmacılığı ve hilekârlığı ya da yabancıların düşmanca
şiddeti nedeniyle bunları kaybedebilirler. Bunlara engel
olmanın çaresi (dış güçlere karşı) silâhlar, zenginlik ve
kalabalık bir vatandaş topluluğu; (iç tehlikelere karşı) ise
kanunlardır. Bütün bunların yükümlülüğü ise, toplum
tarafından siyasî yönetime verilmiştir.
Sözün kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne
kiliseler, hatta ne de devletler, din vesilesiyle
birbirlerinin dünyevî mallarına ve sivil haklarına tecavüz
etmek yetkisine sahiptirler.
Bir
insan yahut bir yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan
bütün hakların ve ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde
korunması gerekir. İster bir Hristiyan, ister bir putperest
(pagan) olsun, ona hiçbir şiddet yöneltilmemeli ve
kötülük edilmemelidir
Fakat burası
hakikî kilisenin işaretlerini sorgulamak için münasip bir
yer değil, ben sadece, kendi topluluklarının emirleri için
ciddî ciddî mücadele edenlerden ve yüksek sesle, tıpkı
Efesli gümüş tacirlerinin Dianalar için yaptıkları gibi,
“Kilise! Kilise!” diye haykıranlardan rahatsız oluyorum;
bu yüzden, İncil’in sık sık, İsa’nın hakikî öğrencilerinin
eziyet çekmeleri gerekir dediğini onlara hatırlatmak
istiyorum; oysa, İsa’nın Kilisesinin başkalarına
zulmedip, ateş ve kılıç ile, onlara kendi inancını ve doktrinini benimsemeye zorlaması gerektiğini, Yeni
Ahit’in hiçbir kitabında hâlâ bulamadım.
Tanrı, hiç kimseye bir başkasını kendi dinine zorlamaya yönelik açık bir otorite vermemiştir. Ve böyle bir güç, insanların rızasıyla yönetime de verilemez, çünkü hiç kimse, iradesini, hangi inancı veya ibadeti benimseyeceğini ona emredecek başka herhangi birinin (ister hükümdar olsun, ister vatandaş) seçimine öyle körü körüne terk edecek kadar kendi selâmetiyle ilgisini kesemez. Çünkü hiç kimse, istese bile, imanını başkasının emirlerine uyduramaz. Hakikî dinin bütün hayatı ve gücü, aklın samimî ve tam olarak ikna edilmesine bağlıdır.
Birincisi, ruhların iyiliği sivil-siyasî yönetime
diğer insanlara emanet edildiğinden daha fazla emanet
edilemez. Tanrı tarafından ona emanet edilmediği için
edilemez; çünkü, Tanrı, hiç kimseye bir başkasını kendi
dinine zorlamaya yönelik açık bir otorite vermemiştir
Saygıdeğer Beyefendi,
Farklı mezheplerdeki Hristiyanların birbirlerini karşılıklı
olarak hoş görmeleri hakkındaki düşüncelerimin neler
olduğunu öğrenmek istediğiniz için, açıkça şu cevabı
vermeliyim ki, hoşgörüyü hakikî kilisenin başlıca
karakteristik niteliği olarak telâkki ediyorum.
İnsanların vicdanlarına tahakküm ve
tasallut etmeye yeltenmeyin, onların inandıkları gibi
yaşamalarının önündeki engelleri kaldırın, insanların
önünü açın, sadece ve sadece bunları yapın.
Göreceksiniz, her şey değilse de (liberalizm,
mükemmeliyetçi değildir) çok şey nasıl da düzelecek
Şimdi, dini bahane ederek diğer insanlara zulmedenlerin, işkence edenlerin, onları mahvedip öldürenlerin vicdanlarına sesleniyorum, bunu dostluktan ve onlara duydukları merhametten dolayı mı yapıyorlar acaba?
Gerçekte, din adına zulüm ilkesi, şimdiye kadar olduğu gibi, siyasî yönetime ve insanlara hükmettiği; barışın ve uyumun vaizcileri olması gerekenler bütün hünerleri ve kuvvetleriyle insanları silâhlar kuşanıp savaş boruları çalmaya tahrik etmeyi sürdürdüğü sürece başka türlü de olamaz. Fakat siyasî yönetimin kamu huzurunun kundakçılarına ve bozguncularına bu şekilde tahammül etmesi, bu yağmaya katılmaya onlar tarafından davet edilip edilmedikleri sorusunu haklı olarak akla getirir ve bu suretle, bozguncuların ve kundakçıların açgözlülüklerini ve gururlarını kendi güçlerini arttırmak için araç olarak kullanmayı uygun bulduklarını düşündürür.
Nasıl ki, kimisi ticaret yapmak için şirket kurar, kimisi şarap kulüpleri açarsa; kimisi bir dine girer, komşusu da bir başkasına. Ama insanları fesat için bir araya getiren tek bir şey vardır, o da zulümdür.
İnanın bana, çıkan karışıklıklar şu veya bu kiliseye yahut dinî cemaate özgü herhangi bir mizaçtan değil, fakat ağır bir yükün altında ezildiklerinde boyunlarını sıkan boyunduruktan kurtulmak için doğal bir gayret harcayan bütün insanların ortak eğiliminden hasıl olmaktadır.
Herkesin asıl ve ilk uğraşı, kendi ruhu, daha sonra ise, toplum barışı olmalıdır; her şeyin yakılıp yıkıldığını gördükleri yerde barışı düşünmeye yönelik çok az niyet bulunsa bile.
Kendi selâmetine aldırmaz görünen birinin, benim selâmetimle ziyadesiyle ilgilendiğine beni ikna etmesi oldukça zordur.
Her insanın ebedî mutluluğu ve ıstırabı elde edebilecek ölümsüz bir ruhu vardır ki, bu ruhun mutluluğu, Tanrı tarafından bu amaca göre belirlenmiş ve Tanrı’nın lütfunu kazandıracak şeylere inanmaya ve bunları bu hayatta gerçekleştirmeye bağlıdır. Buradan çıkarılacak sonuçlar itibariyle, ilk olarak, bu dünyada sonsuzluğu elde etmeye kıyasla, hiçbir şeyin fazla önemi olmadığına göre, Tanrı’nın belirlediği kurallara uyulması, insanlık için en yüksek dereceli zorunluluktur ve azamî dikkatimizin, uygulamalarımızın ve çalışma gücümüzün bunları aramaya ve gerçekleştirmeye yönelmesi gerekir.
Siyasî yöneticinin inanışı dince sağlam ve gittiği yol hakikaten İncil’e göre olsa bile, burada kendi aklımca adamakıllı ikna edilmezsem, onun peşinden gitmenin benim için hiçbir garantisi olmayacaktır. Vicdanımın buyruklarına karşı gireceğim yol, her ne olursa olsun, bana kutsal ödüller getirmeyecektir. Zevk almadığım bir zanaatla zenginleşebilirim, inanmadığım ilâçlarla bazı hastalıklarda tedavi olabilirim; fakat şüphe duyduğum bir din ve tiksindiğim bir ibadet aracılığıyla kurtulamam. Bir inançsız için başka bir insanın inancına bürünmek beyhudedir. İman ve sadece içsel samimiyet Tanrı’nın kabulünü kazanan şeylerdir. En uygun ve en onaylanan ilâçlar, eğer midesi alır almaz onu reddediyorsa, hasta üzerinde hiçbir etkide bulunamaz; hatta böyle davranarak hasta bir insanın bünyesinin zehire dönüştüreceği kesin olan bir ilâcı, onun boğazına boşu
boşuna tıkmış olursunuz. Başka bir deyişle, dinde şüpheli olan her ne olursa olsun, yine de en azından şu bellidir ki, doğru olmadığına inandığım hiçbir din, benim için ne geçerli ne de uygun olabilir. Bundan ötürü, hükümdarların, onların ruhlarını kurtarma iddiasıyla, uyruklarını kendi kilise topluluğuna girmeye zorlamaları beyhudedir. Onlar, eğer inanıyorlarsa, zaten kendiliklerinden geleceklerdir, yok eğer inanmıyorlarsa, girmeleri onlar açısından hiçbir işe yaramayacaktır. Kısacası, iyi niyet ve şefkat iddiası ne kadar büyük olursa olsun, insanlar isteseler de istemeseler de, kurtulmaya zorlanamazlar. Ve bundan dolayı, yapılacak tek şey, bunun onların vicdanlarına bırakılmasıdır.
Eğer bir insan doğru yoldan ayırılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir, bu durumun size hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki dünyada onu perişan etmesi beklendiğinden, onu cezalandırmanız gerekmez.
Bu toplulukta sivil mülkiyet ve dünyevî mallarla ilgili olan hiçbir şey yapılmamalıdır ve yapılamaz. Her ne sebeple olursa olsun, burada hiçbir gücün kullanılmaması gerekir. Çünkü güç, tamamen siyasî yönetime aittir ve bütün maddî malların mülkiyeti onun yargılama yetkisine tâbidir.
Hakikî dinin bütün hayatı ve gücü, aklın samimî ve tam olarak ikna
edilmesine bağlıdır.
Kendi selâmetine aldırmaz görünen birinin, benim selâmetimle ziyadesiyle ilgilendiğine beni ikna etmesi oldukça zordur.
Bu ilkeyi esas alan bir devlet, vatandaşlarına belli inançlar, değerler ve düşünceler üzerinde yükselen bir hayat tarzı dayatmaz; aksine, vatandaşların inandıkları gibi yaşamalarının önünü açar. Liberal devlette Cuma namazı ve tatili, başörtüsü yasağı, inançlarının kendine emrettiği gibi yaşamak isteyenlerin oluşturdukları kurumlara yasak konulması (sözgelimi, kadın elemanların tesettüre uyarak sadece kadınlara hizmet verdikleri sağlık kuruluşlarının açılmasının engellenmesi) gibi problemler asla söz konusu olamaz. Devlet, dinin belli bir yorumunu empoze edemez. Şüphesiz, devletin tarafsızlığı sadece dinî inançlar için değil, hayatın diğer alanları için de söz konusudur.
Ayrımcılık, her ne gerekçeyle olursa olsun,
gayrimeşrudur. Bütün bunlar, Locke’un dinsel alandaki
çeşitlilik konusunda devletin nasıl tavır alması
gerektiğini tasvir ederken kullandığı argümanların
modern zamanlara yansıyan doğal sonuçlarıdır.
Liberal perspektifi diğer bütün perspektiflerden ayıran ve ona pratikteki rengini veren bu ilke, devletin tarafsızlığı ilkesidir. Modern sivil siyasî yönetim, yönetilenlerin rızasına dayandığı ve söz konusu rızanın kendisine verilmesini sağlayan yükümlülükleri yerine getirdiği ölçüde meşrudur. O hâlde, yönetimin, yönetilenlerin hayat tarzlarını biçimlendiren inançlar karşısında tarafsız kalmaları zarurîdir. Aynı ilke uyarınca, hiçbir grubun da kendisini diğerleri karşısında avantajlı ve imtiyazlı kılacak uygulamalar beklememesi gerekir. Varlık sebebi olan aslî yükümlülükleri, bütün vatandaşları için aynı ölçüde yerine getiren bir devlet ve inançları yahut herhangi bir nitelikleri yüzünden çoğunluğu oluştursalar bile kayırılma talebinde bulunmayı kendileri için bir hak saymayan bireyler!
Filozof, böylelikle, devletin alanıyla dinin alanını, sivil otoriteyle dinsel otoritenin alanlarını birbirinden net çizgilerle ayırır. Bu iki alanın birbirinden bu şekilde ayırt edilmesi, özellikle dini, hayatiyetini sürdürmekten alıkoyma, onu izole etme veya ona roller biçip devlete tâbi kılma amacını taşımaz. Hele hele dinin sadece vicdanlara hapsedilmesi anlamına hiç gelmez. Zaten bunlar istense bile başarılamaz. Nitekim Locke’un vurguladığı da budur. Devletin zorlayıcı araçları, inanç alanında hiçbir iş görmez. Dine baskı ve dinde baskı sökmez. O hâlde faydasız bir aracı, süremeyeceği bir toprağa sokmanın ne âlemi var?
Locke’a göre, inanç, aklın çok güçlü bir şekilde ve dıştan hiçbir baskı uygulanmadan kendi kendini ikna etmesine bağlıdır. Zorlamayla ulaşılabilecek olan, olsa olsa, dince de hiç makbul sayılmayan iğrenç bir münafıklıktır. O hâlde, ister sivil-siyasî otoriteden kaynaklansın, ister ruhanî otoriteden veya kendine ruhanî bir otorite vehmedenden, dolaylı yahut doğrudan hiçbir baskı hakikî inanca götürmez; nitekim götürmemiştir de. Böylece, Locke, dinsel baskının ve zulmün mevcut ve muhtemel aktörlerine, eğer amacınız dininize yeni müminler kazandıran Tanrı’nın lütfuna mazhar olmaksa, uyguladığınız yöntem bu amacınıza hizmet eder nitelikte değildir; yok amacınız, iktidarınızı güçlendirmek ve pekiştirmek (sivil otorite için), yahut en azından görünüşte dindaşlarınız olanların sayılarını çoğaltarak sivil otoriteyle pazarlık gücünü artırmak veya iktidarın nimetlerinden pay almak (ruhanî otorite için) ise, bunların mevcudiyet sebeplerinize aykırı olduğu
muhakkaktır, demektedir.
İnsanların vicdanlarına tahakküm ve tasallut etmeye yeltenmeyin, onların inandıkları gibi yaşamalarının önündeki engelleri kaldırın, insanların önünü açın, sadece ve sadece bunları yapın. Göreceksiniz, her şey değilse de (liberalizm,
mükemmeliyetçi değildir) çok şey nasıl da düzelecek!
Devlet, bireyin inandığı gibi yaşamasına müdahale edemez; müdahale edilmesine de müsamaha gösteremez. Söz gelimi, vatandaşlarının dinlerinin gereklerini yerine getirmelerini, dinin kendilerine emrettiği gibi ibadet etmelerini engelleyemez. Onun varlık nedeni, engellemek değil, aksine, vatandaşların inandıkları gibi yaşamalarını kolaylaştırmaktır.
Fakat ikna etmek bir şeydir, emretmek ise başka bir şey; biri tartışmalarla kabul ettirilir, diğeri cezalarla.
Siyasi yönetimin işlerini, din işlerinden kesinlikle ayırt etmeyi ve ikisi arasına âdil sınırlar koymayı bütün her şeyin üzerinde zorunlu buluyorum. Eğer bu yapılmazsa, bir tarafta insan ruhunun çıkarlarıyla ilgilenenler yahut en azından koruduklarını ileri sürenler arasında sürekli ortaya çıkacak olan ihtilaflara son verilemez.
Liberalizm, insanların inançlarını serbestçe yaşamalarına fütursuzca müdahale edilen bir çağda ve coğrafyada, her şeyden önce, tam bir din ve vicdan özgürlüğü vaadi ve hoşgörü talebi olarak yükselir. Bu vaadin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair verilen cevap da çok basittir: İnsanların vicdanlarına tahakküm ve tasallut etmeye yeltenmeyin, onların inandıkları gibi yaşamalarının önündeki engelleri kaldırın, insanların önünü açın, sadece ve sadece bunları yapın. Göreceksiniz her şey değilse de (liberalizm, mükemmeliyetçi değildir) çok şey nasıl da düzelecek!
Nasıl ki, kimisi ticaret yapmak için şirket kurar, kimisi şarap kulüpleri açarsa; kimisi bir dine girer, komşusu da bir başkasına. Ama insanları fesat için biraraya getiren tek bir şey vardır, o da zulümdür.
Zira, itaat öncelikle Tanrıya, sonra kanunlara yönelik olmalıdır.
Her insanın, kendi kendisi hakkında bir yargıya varmak için yüksek ve mutlak bir yetkisi vardır. Bunun sebebi ise, bu kararın başka hiç kimseyi ilgilendirmemesi ve bu yüzden başkalarının zarar görmelerinin söz konusu olmamasıdır.
Her insanın ebedî mutluluğu ve ıstırabı elde edebilecek ölümsüz bir ruhu vardır ki, bu ruhun mutluluğu, Tanrı tarafından bu amaca göre belirlenmiş ve Tanrının lütfunu kazandıracak şeylere inanmaya ve bunları bu hayatta gerçekleştirmeye bağlıdır.
Ahlâkî eylemler, bu sebeple, hem dıştaki hem de içteki yargının yetkisi içindedir; yani hem toplumsal hem de içsel yöneticinin, demek istiyorum ki, hem siyasî yönetimin hem de vicdanın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir