İçeriğe geç

Hınç Kitap Alıntıları – Max Scheler

Max Scheler kitaplarından Hınç kitap alıntıları sizlerle…

Hınç Kitap Alıntıları

Çalışkan modern faydacıyı ateşleyen dürtü, üstün bir tatma ka­pasitesi ve sanatı karşısında duyulan ressen­timent, hazzı daha eksiksiz tadabilen daha zengin bir hayata duyulan nefret ve hasettir. Böylelikle haz ve tadılması, gerçekte bir haz aracı olmanın dışında hiçbir değeri olmayan faydaya kıyasla kötü haline gelir.
Adalet, nefsine hakim olma, sadakat, dürüstlük, ekonomi….
Değerli nitelikler aynı kalmış göründüklerinde bile eski sözcüklerle tamamen yeni bir şey kast ediliyordu.
—“Dürüstlük” bir zamanlar esas olarak, kendisinin olmayan değerlendirmelere ve ilgilere riayet etmenin tam zıddı, kendini onaylama cesaretiydi. —yalancı en azından geçici olarak, hep kendisinin olmayan değerlendirmelere ve ilgilere itaat eder. Şimdi ise “dürüstlük” kişinin toplumsal ahlak forumu ve kamuoyu önünde de söylenemeyecek şeyleri yapmaması ya da düşünmemesi anlamına geliyor.
“Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir?” (Luka 12:25)
Hınç, “kötü” olan “iyi” görününceye kadar tercih kurallarını saptırarak, bütün olarak bir “ahlak anlayışını” belirler hale geldiğinde en önemli başarısını kazanır.
Bir kişinin zihni ancak kendi “çıkarına” ya da içgüdüsel tavrına hizmet eden izlenimleri kabul edebiliyorsa “organik yalancılık” vardır. … “Yanılgıyı organikleştirmiş” birinin yalan söylemesine gerek yoktur! Hatıraları, izlenimleri ve hisleri otomatik biçimlendirme süreci onun durumunda gayri iradi biçimde eğrilmiştir; öyle ki, artık bilinçli tahrife gerek kalmamıştır.
Hınç zihnin karanlık dehlizlerinde gezinen, egonun eylemliliğinden bağımsız, bastırılmış bir gazap duygusudur. Ressentiment sonunda nefret ya da başka düşmanca duygulanımların tekrar tekrar yaşanması yoluyla şekillenir. O kendi başına düşmanca bir niyet taşımaz ama çok sayıda böylesi niyeti besler.
…”rahipçe politika” hınçtan esinlenir. Sahici şahadette hınçtan eser yoktur.; ancak rahipçe politikanın sahte şahadeti hınç tarafından yönlendirilir. Bu tehlike, ancak rahiple dinsel insan örtüştüğü zaman tamamen savuşturulabilir.
…yine iftira ve karalama olaylarında da hınç sıklıkla büyük bir rol oynar.
Gurur, “naif” kendine güvenin azaldığının hissedilmesiyle ortaya çıkar. Kişinin kendi değerine “tutunmasının” onu kasıtlı olarak önüne koyup ve “korumasının” bir yoludur.
Dolayısıyla gurur her zaman bu doğal kendine güvenin yokluğuna dayanır.
Hınçın kökeninde kişinin kendisiyle başkaları arasında kıyaslamalar yapma eğilimi vardır.
Hınçın öteki kaynağı, haset, kıskançlık ve rekabet hırsıdır.
Saklı kalmış güçlü beklentiler ya da yetersiz bir toplumsal konumla eşleşmiş büyük kibir, intikam duyguları için bulunmaz bir nimettir.
Başka her şeyi eşit kabul edersek, intikam her zaman zayıf tarafın tavrıdır.
İntikama susamışlık hınçın en önemli kaynağıdır.
Aşırı alınganlık aslında genellikle intikam hırsıyla dolu bir karakter belirtisidir.
Kindar kişi içgüdüsel olarak ya da bilinçli bir irade eylemi olmaksızın intikam duygusunu azdırabilecek olaylara sürüklenir ya da başkalarının son derece masum eylem ya da sözlerinde bile kötü niyet görme eğilimine girer.
Bu dünya devasa bir makine dairesinde oturan -kansız, duygusuz, aşksız ve nefretsiz- bir mantıkçılar yığınından ibarettir.
Modern medeniyetin gelişmesiyle doğa ve nesneler, insanın efendisi ve tanrısı haline gelmiş ve makine hayata hükmetmeye başlamıştır.
Sağlamların değil, hastaların hekime ihtiyacı var; ben doğru kişileri değil, günahkârları çağırmaya geldim.
Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir ?
Acı­ma duygusu, kendisinden mustarip olan iradenin bütün bireylerde metafizik olarak özdeş olduğunu kabul etmektir.
Hınç insanı kendi varoluşunu ve hayat anlayışını güç, sağlık, güzellik, özgürlük ve bağımsızlık gibi olumlu değerlere göre haklı kılamaz, hat­ta anlayamaz. Zayıflık, korku, endişe ve kölece bir mizaç onun bu değerlere ulaşmasına en­gel olur. Bu yüzden o her şeyin boş olduğu ve kurtuluşun da yoksulluk, acı, hastalık ve ölüm gibi karşıt fenomenlerde yattığı hissi­ne kapılır.
Arzu ile iktidarsızlık arasındaki her türden şiddetli gerilimin üstesinden gelmek amacıyla arzulanan nesnenin olumlu yanını gözden düşürme ya da inkar etme eğilimimiz vardır.
‘Hınç’ zihnin karanlık dehlizlerinde gezinen, egonun eylemliliğinden bağımsız, bastırılmış bir gazap duygusudur.
Vahiy’i duyu deneyiminden ve akıldan bağımsız olarak varolan kurucu biliş biçimlerinden dışlamak, insanın genel bilme kapasitesini ni hakikatin ve varoluşun ölçütü yapmak isteyen hıncın bir eseridir.
Kendini ve kendi zavallığını görmekten korkan zihin kendini başkasına vermeye hazırdır, ama bunu o başkasının değeri nedeniyle değil, salt onun başkalığı nedeniyle yapar. Modern felsefi dil bu olgu için çok açıklayıcı bir terim bulmuştur.: Diğerkâmlık sevginin birçok modern ikamesinden biri. Bu sevgi daha önce keşfedilen olumlu bir değere yönelik olmadığı gibi, sevgi edimi içinde de bu türden bir değer doğmaz. Kendine sırtını dönme ve kendini başka insanların dertlerinde kaybetme yönündeki bir istekten başka bir şey yoktur
Eğer geçmişin değerlerini ikame etmeyi başaramamışsak, yüreğimizi sızlatan gençlik anılarından köşe bucak kaçar, dolayısıyla gençleri anlama ihtimalini engellemiş oluruz. Aynı zamanda hayatın daha önceki dönemlerine özgü değerleri yoksama eğilimine gireriz. Gençlerin her zaman yaşlı kuşağın ressentımentı(hınç) karşısında ayakta kalmak için çetin bir mücadele vermesi şaşırtıcı değil.
Her şeyi bağışlayabilirim ama seni -seni sen yapan şeyi, sende olanın ben­ de olmamasını- aslında sen olmamamı asla.
( )saklı kalmış güçlü beklentiler ya da yetersiz bir toplumsal konumla eşleşmiş bü­ yük kibir, intikam duyguları için bulunmaz nimettir.
Aşırı alınganlık aslında genellikle intikam hırsıyla dolu bir karakter belirtisidir.
Kur­nazlık, çabuk uyum, hesapçı bir zihin
Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği’ne girmesinden daha kolaydır (Luka 18:25)
Aşırı alınganlık aslında genellikle intikam hırsıyla dolu bir karakter belirtisidir.
Sadece araç geliştiriliyor, amaç unutuluyor. Ve bu çürüme değil de nedir!
Hayatın madde üzerindeki hâkimiyeti zayıflatılmış, ruh (her şeyden önce de irade) hayatın otomatizmi üzerindeki egemenliğini büyük oranda yitirmiştir: Mekanistik dünya görüşünün ve onu yaratan değerlerin genişleyip gelişmesinin nihai açıklaması budur.
Modern medeniyetin gelişmesiyle doğa (hükmetmek için insanın bir makineye indirgediği doğa) ve nesneler, insanın efendisi ve tanrısı haline gelmiş ve makine hayata hükmetmeye başlamıştır. Nesneler her geçen gün sağlamlık, zeka, ölçü ve güzellik bakımından gelişme gösteriyor onları yaratan insan ise giderek kendi makinesinde bir çark haline geliyor.
Araçlarımızı uyarladığımız ortam aslında yaşayan organizmamızın evren içinde seçtiği köşeden başka bir şey değildir. O hiçbir biçimde, diğer bütün canlı varlıklar gibi, bizi de barındıran ve kendimizin uyum sağladığı bir bütün değildir.
Bu dünya devasa bir makine dairesinde oturan -kansız, duygusuz, aşksız ve nefretsiz- bir mantıkçılar yığınından ibarettir.
Bu dev bir simge, modern insanın karikatürüdür!
Descartes’tan beri gelişmekte olan yeni dünya görüşünün özünde hayat kendi başına artık orijinal bir fenomen değil, yalnızca mekanik ve zihinsel süreçlerin bir karmasasıdır. Mekanistik hayat görüşü canlı varlığı bir makine olarak, onun örgütlenmesini de insan yapımı alet edevattan ancak derece farkıyla ayrılan bir faydalı araçlar toplamı olarak görür.
Her türlü beden eğitimi, yaşamsal güçlerin salt oyunu olarak kendi başına değerli olmaktan çıkmış, işten arta kalan zamanda eğlenme ve yenilenmiş faydalı emek için kuvvet toplama haline gelmiştir
-varsa yoksa her şey iş uğruna, çalışma uğrunadır
Her şeye hükmeden mekanik kismettir. Gerçek ciddiyet yalnızca çalışma ve iş hayatında egemendir; geriye kalan her şey sadece eğlence dir.
Kurnazlık, çabuk uyum, hesapçı bir zihin, güvenlik ve her yönde engelsiz iletişim kurma arzusu (ve bu koşulların gerçekleşmesine uygun nitelikler), her şartın hesap edilebilirliği yönünde bir anlayış, çalışmada verimlilik ve süreklilik eğilimi, anlaşmaları sonuca bağlarken ve yürütürken ekonomi ve kesinlik: İşte şimdi baş tacı edilen temel değerler bunlar.
Hayattan zevk alma konusunda en yetenekli insan da hoş şeylere asgari miktarda ihtiyaç duyan kişiydi. Modern çağ öncesinin çileciliği, bu onun doğrudan amacı olsun ya da olmasın, zevk alma kapasitesini artırıyor ve böylece hayatı yeğin hale getiriyordu.
(Modern çileciliğe geçiyor burada.) Çevre giderek daha parlak, şenlikli, gürültülü ve heyecan verici hale gelir -ama insanların zihinleri tersine işleyerek neşesini kaybeder. Alabildiğine şen şakrak şeyler, onlarla ne yapacağını bilmeyen alabildiğine mahzun insanlar tarafından seyredilmektedir: İşte metropoliten eğlence kültürümüzün anlamı.
Nefret açıkça kendini ortaya koymaya cüret edemediğinde, görünüşte sevgi biçiminde kolaylıkla ifade edilebilir
Öyle bir sevgi gösterisi vardır ki, nefret gizli kalır.
Bencilliğin kesinlikle asli bir özelliği, kendi değerini tam bilmemesidir. Bencil kendisini ancak başkalarına kıyasla kavrar, toplumun başkalarından daha çoğuna sahip olmayı ve edinmeyi isteyen bir ferdidir sadece.
ikinci tür sevgi kendine duyulan nefretten, kişinin kendi zayıflığına ve sefaletine karşı nefretinden esinlenir. Zihin her zaman uzak diyarlara gitme eğilimindedir. Kendini ve kendi zavallılığını görmekten korkan zihin kendini başkasına vermeye hazırdır, ama bunu o başkasının değeri nedeniyle değil, salt onun başkalığı nedeniyle yapar. Modern felsefi dil bu olgu için çok açıklayıcı bir terim bulmuştur: diğerkâmlık -sevginin birçok ikamesinden biri. Bu sevgi daha önce keşfedilen olumlu bir değere yönelik olmadığı gibi, sevgi edimi içinde de bu türden bir değer doğmaz. Kendine sırtını dönme ve kendini başka insanların dertlerinde kaybetme yönündeki bir istekten başka bir şey yoktur.( )Kendinden uzağa bakmak sevgiyle karıştırılıyor! Diğerkâmlığın , başkalarına ve onların hayatlarına gösterilen ilginin sevgiyle hiçbir ilişkisi olmadığı yeterince açık değil mi?
Objektif olarak, antikite insanları sevgiyi bir özlem ve bir ihtiyaç olarak tanımlamakla temel bir hataya düştüler. Sevgi sevgiliye duyulan şiddetli gayreti ve özlemi gerektirebilir, ama özünde o tümüyle farklı bir edimdir. Sevgi ediminde bir değerden hoşnut kalırız; o değerin gerçekleşip gerçekleşmediğine ya da onun bir özlem nesnesi olup olmadığına bakmaksızın
Bir şeyi ele geçiremediğimizde, kendimizi onun bizim inandığımız kadar değerli olmadığı düşüncesiyle avuturuz.
Baskılayıcı güçler bir iktidarsızlık hissi (şiddetli bir depresyon eşliğinde gelen belirgin bir yetmezlik bilinci), korku, endişe ve yılgınlıktır.
Soylu insan değeri herhangi bir kıyaslama yapmadan önce, sıradan insan ise kıyaslama içinde ve kıyaslama yoluyla idrak eder. Sıradan insan için, ilişki her türlü değeri anlamanın seçici önkoşuludur. Her değer göreli bir şeydir; kendisininkinden daha yüksek ya da daha aşağıda , daha çok ya da daha az dır. O kendisini başkalarıyla ve başkalarını da kendisiyle kıyaslayarak değer yargılarına varır.
Soylu insanın naif özgüveni -ki gerilim kaslarda ne kadar doğalsa bu da onda o kadar doğal ve kendiliğindendir- başkalarının meziyetlerini bütün zenginlikleri içinde sakince özümsemesine imkân verir. O asla meziyetlerinden dolayı başkalarına diş bilemez. Tam tersine, başkalarının erdemlerinden sevinç duyar ve dünyayı sevilmeye değer bir hale getirdiklerini hisseder. Onun naif kendine güveni hiçbir biçimde özgün nitelikler, yetenekler ve erdemler temelinde bir dizi pozitif değerlendirmeler sonucu oluşmuş bir şey değildir: Ta başından onun özünde, varlığında yerleşmiştir. Bu yüzden de başka birinin kendisininkilerden üstün belli nitelikleri olduğunu ve bazı bakımlardan -aslında her bakımdan- daha yetenekli olduğunu kabul etmekten çekinmez. Böylesi bir sonuç onun, başarılar ve yetenek gösterileriyle haklı çıkma ya da kanıtlanma gereği duymayan, kendi değerine ilişkin naif bilincini köreltmez.
Her birimiz -soylu ya da sıradan, iyi ya da kötü- sürekli olarak kendi değerlerimizi başkalarınkiyke kıyaslarız.
( )
Soylu kişinin kendisini başkasıyla kıyaslamayı reddettiğini söyleyen Georg Simmel’e katılmamız mümkün değil. Her türlü kıyaslamayı reddeden bir kişi soylu değil, Goetheci anlamda hilkat garibesi eşi bulunmaz bir soytarı belki de bir züppedir.
nefret edilenlerin boyunduruğuna girmeye ‘itaat’ (bu boyunduğu buyurduğu söylenen birine -Tanrı diyorlar adına- itaat) denecek. Zayıfın saldırmazlığı, hatta çokça sahip olduğu korkaklığı, kaçınılmaz olarak kapı eşiğinde beklemek zorunda oluşu burada olumlu adlar alıyor, ‘sabır’ gibi, hatta ‘erdem’ de deniyor
Hınç zihnin karanlık dehlizlerinde gezinen, egonun eylemliliğinden bağımsız, bastırılmış bir gazap duygusudur.
Ressentiment olgusunun kökeninde, kişinin başka insanlara (ve onlardan yansıyarak da kurumlara, düşüncelere, pratiklere, yapıtlara, hatta genel olarak değerlere ve değer yüklenmiş nesnelere) karşı duyduğu kızgınlık, garaz, intikam isteği ve haset gibi olumsuz duygular yatıyordur. Scheler, bu olumsuz tavırlar arasında intikamcılık, haset ve kötüleme -ya da değersizleştirme- dürtüsünü vurgular
( ) değerler kayması hatalı dünya görüşünün bir sonucu olmaktan çok kaynağıdır.
Bu dünya devasa bir makine dairesinde oturan -kansız, duygu­suz, aşksız ve nefretsiz- bir mantıkçılar yığı­nından ibarettir.
Sevgi manevi bir hayır kurumu değildir ve kişinin kendi mutluluğuyla çelişmez.
Yanılgıyı organikleştirmiş birinin yalan söylemesine gerek yoktur!
( ) mide bulandırıcı yiyecek, onu yeme dürtüsüne rağmen, yine de mide bulandırır.

Arzunun sapkınlıklarına paralel olarak değer duygusu sapkınlıkları yoktur; yalnızca değer duygu­sunun yanılsamaları ve yanılgıları vardır.

Kindar kişi iç­güdüsel olarak ya da bilinçli bir irade eylemi olmaksızın intikam duygusunu azdırabilecek olaylara sürüklenir ya da başkalarının son de­rece masum eylem ya da sözlerinde bile kötü niyet görme eğilimine girer.

Aşırı alınganlık aslında genellikle intikam hırsıyla dolu bir karakter belirtisidir.

Ressentiment genelde insan doğasının normal bir bileşeni olan belli duygu durumları ve etkilenimlerin sistematik olarak bastırılması sonucu ortaya çıkan, süreğen bir zihinsel durumdur. Bu duyguların bastırılmasıyla belli türden değer yansımalarına ve buna uygun değer yanılsamalarına ve buna uygun değer yargılarına kapılma sürekli bir eğilim halini alır. Söz konusu duygu durumları intikam isteği, nefret, kötü niyetlilik, haset, kara çalma dürtüsü ve değersizleştirici kindir. Intikama susamışlık ressentimentın en önemli kaynağıdır.
Protesto ve redde dayanan bu hü­maniter sevgi” aslen insan doğasının en aşağı, hayvani özelliklerine yönelmiştir. Bunlar, nihayetinde, “bütün” insanların hiç tartışmasız paylaştığı niteliklerdir. Bir kişinin “insanlığından” bahsederken hâlâ şaşmaz bir biçimde bu eğilime kapılırız. Kişi iyi ve makul ya da onu başkalarından ayıran bir şey yaptığında nadiren insanlıktan dem vu­ruruz – genellikle o kişiyi bir suçlama ya da kınama karşısında ko­rumak isteriz: “O da insandır”, “Hepimiz insanız”, “Hatasız kul ol­maz” vb. Bu duygusal eğilim modern hümaniteryanizmin tipik özel­liğidir. Hiçbir şey olan ve hiçbir şeyi olmayan bir insan hâlâ “insan olma” niteliğini yitirmemiştir. Sevginin insan türüne yöneltilmesi, onun öz olarak “anlaşılması” ve “bağışlanması” gereken düşük nite­liklerle ilgili olduğu anlamına gelir. Öz olarak insan “türüne” bağlı olmayan olumlu yüksek değerlere karşı gizli gizli yanan nefret ateşi­ni -bu “makul”, “anlaşılır”, “insani” tavrın derinliklerinde yatan bu gizli nefreti- kim göremez?
”Eğer intikam arzusu hep tatminsiz kalırsa ve eğer özellikle -haklı olma- duygusu iyice yoğunlaşıp bir -görev- fikrine dönüşürse, kişinin gerçekten eriyip tükenmesi ve ölmesi de mümkündür. Kindar kişi içgüdüsel olarak ya da bilinçli bir irade eylemi olmaksızın intikam duygusunu azdırabilecek olaylara sürüklenir ya da başkalarının son derece masum eylem ya da sözlerinde bile kötü niyet görme eğilimine girer. ”
”Sevginin anlamı, kendi içinde, onun ruha yansımasında, sevgi edimindeki seven ruhun asaletindedir. ”
Protesto ve redde dayanan bu hü­maniter sevgi” aslen insan doğasının en aşağı, hayvani özelliklerine yönelmiştir. Bunlar, nihayetinde, “bütün” insanların hiç tartışmasız paylaştığı niteliklerdir. Bir kişinin “insanlığından” bahsederken hâlâ şaşmaz bir biçimde bu eğilime kapılırız. Kişi iyi ve makul ya da onu başkalarından ayıran bir şey yaptığında nadiren insanlıktan dem vu­ruruz – genellikle o kişiyi bir suçlama ya da kınama karşısında ko­rumak isteriz: “O da insandır”, “Hepimiz insanız”, “Hatasız kul ol­maz” vb. Bu duygusal eğilim modern hümaniteryanizmin tipik özel­liğidir. Hiçbir şey olan ve hiçbir şeyi olmayan bir insan hâlâ “insan olma” niteliğini yitirmemiştir. Sevginin insan türüne yöneltilmesi, onun öz olarak “anlaşılması” ve “bağışlanması” gereken düşük nite­liklerle ilgili olduğu anlamına gelir. Öz olarak insan “türüne” bağlı olmayan olumlu yüksek değerlere karşı gizli gizli yanan nefret ateşi­ni -bu “makul”, “anlaşılır”, “insani” tavrın derinliklerinde yatan bu gizli nefreti- kim göremez?
Kendisi ve kendi iş­leri dışında her şeye burnunu sokan “sosyal politikacı” (giderek da­ha sık gördüğümüz bir tip) genellikle kendinden kaçan zavallı ve boş bir insandan başka bir şey değildir.Nietzsche bu tür yaşama ve hissetme tarzının marazi olduğunu, gerileyen hayatın ve gizli bir nihilizmin bir işareti olduğunu ve “üstün” ahlakiliğinin aldatmaca olduğunu söylerken sonuna kadar haklıdır.
Tecrübeyle sabittir ki, anne babasından şefkat görmek için çabalamaktan usanan, bir nedenle evde “yeri olmadığını” ya da sevgisinin karşılıksız kaldığını hisseden çocuklar “insanlığa” yoğun heves göstererek iç protestolarını ifade etmektedir. Burada, yine, bu müphem ve şaşkın heves aileye ve dolaysız çevreye duyulan bastırıl­mış nefret yüzündendir.
“İnsanlık” sevginin dolaysız nes­nesi değildir (olamaz da, çünkü sevgi ancak somut nesnelere göste­rilebilir), nefret edilen şey karşısında kullanılacak bir kozdur sadece.
Hepsinden öte, bu insanlık sevgisi bastırılmış bir reddin, Tanrı kar­şısındaki bir karşı-itkinin ifadesidir. Bastırılmış bir Tanrı nefreti­nin gizli biçimidir. Hiç durmaksızın insan olmayan varlıklara harca­mak için “dünyada yeterli sevgi olmadığından yakınır; tipik bir res­sentiment ifadesi. En yüce efendi fikri karşısındaki rahatsızlık, “her şeyi gören göze” katlanamama, sembolik birlik ve bütün pozitif de­ğerlerin yoğunlaşması ve bunların haklı tahakkümü olan “Tanrı’ya başkaldırma dürtüleri – bütün bunlar hümaniter sevginin asli bile­şenleridir.
Yardım eylemi sevginin doğrudan ve yeterli ifadesidir, sevginin anlamı ya da “amacı” değil.
Sevgi manevi bir “hayır kurumu değildir ve kişinin kendi mutluluğuyla çelişmez. Kişi kendinden feragat ederek, ebediyen kendini kazanır.
“bencillikle” zerre kadar ilişkisi olmayan sahici bir “kendini sevme” biçimi var­dır. Bencilliğin kesinlikle asli bir özelliği, benliğin kendi değerini tam bilmemesidir. Bencil kendisini ancak başkalarına kıyasla kavrar, toplumun başkalarından daha çoğuna sahip olmayı ve edinmeyi is­teyen bir ferdidir sadece.
“diğerkâmlık” itkisi aslında nefretin, kendinden nefretin bir biçimidir; bu kendine yönelik nefret, bilincin yanılgılı perspek­tifinde, kendi karşıtının (“sevgi”) kisvesine bürünüyordur. Aynı şe­kilde, ressentiment ahlakında, “küçük”, “yoksul”, “zayıf’ ve “ezilen” için duyulan sevgi aslında, karşıt olgulara (“zengin”, “kuvvetli”, “kudretli”, “gönlü bol”) yönelik maskelenmiş nefrettir, bastırılmış ha­settir, kötüleme dürtüsüdür vs. Nefret açıkça kendini ortaya koyma­ya cüret edemediğinde, görünüşte sevgi biçiminde kolaylıkla ifade edilebilir – nefret edilen nesneninkilerle taban tabana zıt özellikler taşıyan bir şeye duyulan bir sevgi. Öyle bir sevgi gösterişi vardır ki, nefret gizli kalır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir