İçeriğe geç

Hikmetin kırk kapısı 40 hadis 40 yorum Kitap Alıntıları – Elif Erdem

Elif Erdem kitaplarından Hikmetin kırk kapısı 40 hadis 40 yorum kitap alıntıları sizlerle…

Hikmetin kırk kapısı 40 hadis 40 yorum Kitap Alıntıları

Bizim imtihanımız kötülüklere karşı kalkmayan ellerimiz, konuşmayan dillerimiz, buğzetmeyen kalplerimiz…
Bizim imtihanımız, vermeyen ellerimiz, kaçmayan uykularımız, sevmeyen yüreklerimiz
Esasında insanın kalbi, yapısı itibariyle değişkendir; halden hale, renkten renge bürünebilmektedir. Bu durumu Allah Rasûlü şöyle izah eder: “Kalbe kalp denilmesinin sebebi, onun çok değişken olmasıdır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgâr onu bir oraya bir buraya savurur.” (İbn Hanbel, IV , 409.)
Kalplerin bu özelliğinden dolayıdır ki Sevgili Peygamberimizin ‘Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Rabbim! Benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.’ duasını sıkça tekrarladığını çevresindekiler nakletmişlerdir. (Tirmizî, Deavât, 89.)
İyilik, kalbinin huzur bulduğu ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar ona onay verseler bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.
her bir günah ile siyah bir nokta beliriyordu insanın kalbinde. Kişinin söylediği her yalan bir leke bırakıyordu geride. (Muvatta, Kelâm, 7.) Harama her tenezzül ile kin, nefret, kibir ve nifak ile biraz daha kararıyordu kalpler. Bencillik, cimrilik,haset ve her bir kötülük siyah bir nokta demekti kalpte. Bir nokta, sonra bir nokta daha… Zamanla alışıyordu insan kalbindeki siyahlıklara. Şeytan da sinsi telkinleriyle kişi ile kalbinin arasına girince, günahlar daha masum, daha sevimli hatta süslü görünüyordu insana. Artık gözlerinde perde, kalbinde mühürle, karanlıklara alışan insanın gözü görmüyordu yüreğindekileri. Üstelik rahatsız da olmuyordu kaçırdığı iyiliklerden, yaptığı kötülüklerden pişmanlık duymadığı gibi. Böylelikle her bir siyah nokta büyüdü, çoğaldı ve insanın özünü, masumiyetini, insanlığını yutan kara delikler haline geldi. İşte böyle kalpler, Kur’an’ın ifadesiyle, kördü (Hac, 22/46.), kilitliydi (Muhammed,47/24.), mühürlüydü (Câsiye, 45/23.), hastalıklıydı (Hac, 22/53.), perdeliydi (Bakara, 2/88.) ve taşlardan bile daha sertti. (Bakara, 2/74.)
Mazlum için toprağın üstünü
karartan zalim, altının kendisi için daha karanlık olduğunu
unutuyor. Ve yeryüzü her bir zerresiyle yapılan zulme şahitken,arş-ı âlâ titrerken,taşlar neredeyse dile gelecekken, insan susuyor. Susuyor ve sadece izliyor. Zulüm kuyusundan sadece ona karşı direnerek kurtulabileceğinden habersiz, derin bir gaflet,
anlamsız bir neşe, aşırı bir vurdumduymazlık içerisinde,sahte kaygı gösterilerinde bulunmayı tercih ediyor. Oysa zulmü izleyen herkesin eline kan bulaşıyor, vicdanı lekeleniyor. Zulme
tanık olan herkesin insanlığından bir parça eksiliyor ve alnına
sürülen bu utanç verici karayla yaşamını sürdürüyor. Oysa kötülük yapmak kadar iyilik yapmamak da zulüm değil midir?Kötülüğü engellemeyenin yapandan bir farkı var mıdır? En küçük bir iyiliği esirgeyerek, kardeşinin zor zamanında ona elini uzatmayan ne kadar Müslümandır? Müslümanız dediğimiz
anda omuzlarımıza binen yükün ağırlığını hissetmek zorundayız. Zalimlerin zulmü alkışlarken gösterdiği birlikteliği bizler
de zulme tavır almada göstermek zorundayız.
Firavunlar, Nemrutlar, EbuCehiller, Ebu Lehebler aslında hiç ölmez, her devirde kıtaları dolaşır ve onların ardında zifiri bir karanlık kalır.
Zulüm; hakkı, adaleti yok ederek kendi varlıklarını güçlendirmeye çalışanların tabiatıdır. Başkalarına acı çektirirken,
vicdanının sesini duyamayacak kadar sağırlaşmış olanların davranışıdır.
“Zulümden kaçının; zulüm (zalim için) kıyamet gününde zifiri karanlıklardır.” (Müslim, Birr, 56.)
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin tutturma!”
(Haşr, 59/10.) “Allahım! Kalplerimizi birleştir. Aramızı düzelt ve bize kurtuluş yollarını göster.”
(Ebû Dâvûd, Salât, 177, 178.)
“Ahlâksızlık bulunduğu şeyi çirkinleştirir; hayâ ise bulunduğu şeyi
süsler.”
(Tirmizî, Birr, 47.)

Öyle bir süstür ki hayâ, insanı Yusuf (a.s.) kadar güzelleştirir. Hayâsızlık, Yusuf tabiatlılara zindandan daha karanlık gelir.

Öyle bir süstür ki hayâ, insanı zarifleştirir, vakurlaştırır,
Meryem gibi iffet timsali haline getirir.
Osman (r.a.) gibi Peygamber övgüsünü hak ettirir, meleklerin dahi kendisinden hayâ ettiği bir mertebeye ulaştırır.(Müslim,
Fezâil, 26.)

Makamlardan makamlara, imandan ihsana, mürüvvetten
takvaya hayâ ile varılır. Zira “Hayâ, bütünüyle hayırdır.”
(Müslim,
İman, 61.)

Her an huzurda olmanın bilincini taşıyan kalp, nasıl gaflette bulunabilirdi? “İhsan”
şuuruna eren insanın eli harama, dili yalana, yüreği nifaka nasıl bulaşabilirdi? Ağızların susup ellerin, ayakların konuşacağı, gözlerin ve kulakların şahitlik yapacağı güne (Yasin, 36/65; Fussilet,
41/20-23.) inanan bir mümin, hayâsızlığa nasıl cüret edebilirdi? Rabbinden hayâ etmeksizin başkalarını nasıl incitebilir, ağlatabilir, aldatabilirdi?
Oysa kendisini başkalarının gürültüsüne kaptırıp da kendi şarkısını söyleyememesi ne acıdır insanın! İnandığı gibi yaşamayınca yaşadığı gibi konuşması ne acıdır!
Ruhun sesidir sözler, bu yüzden yüce sözler ancak
yüce ruhlardan işitilir.
Kelimelerin de ruhu var,
sözler yaşıyor aramızda; kimi can çekişiyor, kiminin tabutu
omuzlarımızda…
Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Her kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa,
ya hayır konuşsun yahut sussun.”
(Buhârî, Rikâk, 23; Müslim, Îmân, 74.)
Neden iyiler
bu kadar ihmalkâr iken, kötüler bu derece çalışkan? Neden
iyiler bu kadar kırılgan iken kötüler bu kadar sağlam? Neden
iyilik nadide nazlı bir çiçekken bu bahçede, kötülük zehirli, arsız bir sarmaşık?
Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan öyleleri var ki, hayrın (önünü açan) anahtarları gibidir ve şerrin de (önünde duran, ona mâni olan) sürgüleri gibidir. Kimisi de şerrin anahtarı ve hayrın sürgüsü gibidir. Yüce Allah’ın,
hayrın anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere ne mutlu!
Ve ne yazık Yüce Allah’ın şerrin anahtarlarını ellerine
verdiği o kimselere!”
(İbn Mâce, Sünne, 19.)
Merhametli olmak için merhamet duymak, acımak yetmez der Gazali, kalbinde ılıklığını sırtında yükünü hissetmeli insan. İhtiyacını karşılamalı âcizin, yoksulun, mazlumun. Üstelik kendisini rahatlatmak, vicdanını susturmak, acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak için de yapmamalı bunu; muhtacı, çaresizi rahata kavuşturmak olmalı amacı. O zaman kemale erer merhameti.
“O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dostlar
birbirine düşman olurlar.” (Zuhruf, 43/67.) ayetiyle ilgili olarak
Kurtubi’nin Tefsir’inde şöyle bir rivayet nakledilir: İki mümin ve iki kâfir dost vardır. Müminlerden birisi ölür ve Rabbinin huzuruna vardığında “Rabbim filan kişi bana, sana ve Rasulü’ne itaati emrediyordu. İyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Benim senin huzuruna çıkacağımı söylüyordu. Rabbim benden sonra onu saptırma, beni hidayete eriştirdiğin gibi onu da hidayete eriştir. Bana kereminden lütfettiğin gibi ona da lütfet.” der. Nihayet diğer mümin arkadaşı da vefat edince, Allah her ikisini bir araya getirir ve birbirlerini övmelerini ister. İkisinin de birbirlerinden hayırla bahsetmeleri üzerine Yüce Allah, “Ne güzel dost, ne güzel kardeş ve ne güzel arkadaş!” buyurur. Kâfirlerden birisi ölünce ise “Rabbim filan kişi bana, sana itaati, Rasulü’ne itaati yasaklıyor, kötülüğü emrediyor, beni iyilikten alıkoyuyordu. Senin huzuruna çıkmayacağımı söylüyordu. Rabbim senden dileğim; benden sonra onu hidayete eriştirme, beni saptırdığın gibi onu da saptır. Beni hakir düşürdüğün gibi, onu da hakir kıl.” Diğer kâfir arkadaşı da ölünce Yüce Allah her ikisinden birbirlerini övmelerini ister. Fakat övmek bir yana ikisi de birbirlerinin kötülüklerini anlatırlar. Bunun üzerine Yüce Allah “Ne kötü dost, ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaşmışsın!” buyurur ve her biri diğer arkadaşına lanet eder. Rivayette
işaret edildiği üzere dünyada edinilecek iyi bir arkadaş ahirette
saadete vesile; kötü arkadaş ise hüsrana neden olacaktır.
“Kişi dostunun
dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat
etsin.”
(Ebu Davud, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd, 45.)
“Salih” arkadaş, dinî ve ahlaki açıdan iyi davranışlara sahip, yaşantısıyla, ilmiyle, edebiyle, takvasıyla örnek olan ve her hâlükârda çevresine faydası dokunan kimsedir.
Her insanın temennisidir baki dostluklar. İnsan, güvenebileceği iyi bir arkadaşın, samimi bir dostun varlığına en az anne-babası, kardeşi ya da eşi kadar ihtiyaç duyar. İyi gününde sevincini, kötü gününde üzüntüsünü ve kederini, ihtiyacı anında derdini ve tasasını yakınları kadar dostuyla da paylaşmak ister. Hatta yeri gelir ailesiyle, yakınlarıyla paylaşamadığı şeyleri onunla paylaşır. Lakin kolay değildir iyi bir dost edinmek ve aynı şekilde iyi dost olabilmek. Etkileri ve sonuçları itibariyle hem dünyadaki hem de ahiretteki hayatımızı etkileyen bu zor tercih dikkatli olmayı gerektirir.
Hz.Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük
üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan
güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya
elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!”
(Müslim, Birr, 146.)
Sıla-i rahim, kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık
bağlarını canlı tutmayı, en yakınından en uzağına kadar tüm
akrabalarla iyi ilişkiler içerisinde olmayı ifade eder. Dolayısıyla başta akrabalık haklarına riayet etmek (İsrâ, 17/26.) olmak üzere
tatlı bir tebessümden selamlaşmaya, telefonla hatır sormaktan ev ziyaretlerine, hayır dua etmekten maddi ve manevi yardımlaşmaya kadar onlarla irtibatın devamını sağlayan ve samimiyetin göstergesi olan her türlü tutum ve davranış sıla-i rahmin yerine getirilmesini sağlar.
İmkanları ne kadar iyi olsa
da hiçbir huzurevi, hiçbir bakıcı anne babanın evladından beklediği ilgi ve sıcaklığı hissettiremez. Anne babamızın bizden
hayatta bir tek beklentisi vardır,o da onlara hayırlı birer evlat
olabilmektir.Bunu ispat edebileceğimiz en uygun zaman ise sevgiye, şefkate ve anlayışa en çok muhtaç oldukları ihtiyarlık
dönemidir. Genç ve sağlıklı zamanlarında gözlerinden sakındıkları evlatları uğruna nice zorluklara katlanan fedakâr anne babalarımızın ömürlerinin sonbaharında samimi bir gülüşü,
hürmet ve ilgiyi kısaca her türlü iyiliği hak ettiği aşikardır.
Böylesi hassas bir dönemde Allah katında geri çevrilmeyecek
dualardan birisi olan anne baba duasına mazhar olmak evlatları için en değerli kazanımdır.
Ramazan ayında işlediği bir suçtan dolayı pişmanlık duyan Seleme b.Sahr, durumunu yakınlarına anlattığında onların sert tepkileriyle karşılaşırken Allah Rasûlü’ne vardığında onun kendisiyle istişare ederek hatasına
kefaret olacak en uygun yolu göstermesi üzerine yakınlarına
şöyle demekten kendini alamamıştı: “Ben sizde dar görüşlülük ve anlayışsızlık; Rasûlüllah’ta ise hoşgörü ve anlayış buldum.”
Kulluğun özüyse dua ve
Rabbimizin katında ondan daha kıymetli bir şey yoksa (Tirmizî,Deavât, 1.), samimi olmalıyız dualarımızda; kalbimizden geçenin
dilimizden dökülenle ahenk içinde olmasını önemsemeliyiz. Zira gönülden gelmeyen, kabulüne inanılmadan, ciddiyetten uzak, gafletle yapılan dualar kulluk bilincini canlı tutamayacağı gibi Hak nazarında kabule de şayan değildir. (Tirmizî, Deavât,
65.)
İnsanı yeryüzünde başıboş bırakmayacağını bildiren sonsuz güç ve hükümranlık sahibi Rabbimizin kullarına açtığı bir
kapıdır dua.
İnsanlığa rehber olarak
gönderilen peygamberlerin yolundan giderek duayla çalmamızı
ister kapısını Rabbimiz. Kendisine inanmamızı ve O’nunla olan ilişkimizi duayla canlı tutmamızı bekler. Dua çağrısını sık sık
tekrarlamakla kalmaz, nasıl dua edeceğimizi de beyan eder: “En
güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin.” (A’râf,
7/180.)
Dua, kulun
yalnızca Rabbine «kul» olduğunun bilincinde yaşadığının bir göstergesi, Allah’a olan iman ve teslimiyetinin, tevekkül ve samimiyetinin ifadesidir.
İnsanın asıl değerini Rabbine olan yakınlığı belirler. Rabbiyle arasındaki ilişki ne kadar canlıysa o kadar değerlenir ve güzelleşir insan.
Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kur’an okuyan mümin turunç gibidir; kokusu da güzeldir tadı da güzeldir. Kur’an okumayan mümin hurma gibidir; kokusu yoktur ama tadı güzeldir. Kur’an okuyan münafık reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur’an okumayan münafık ise Ebucehil karpuzuna benzer; kokusu olmadığı gibi tadı da acıdır.”
(Müslim, Müsâfirîn, 243.)
Rasûlüllah
(s.a.s.) şöyle dedi: “Ey Âişe, yavaş ol! Sayma, sayarak
verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir.”
Sadaka verirken, yardımda bulunurken verdiğinin hesabını yapmak ve hesapçılığı alışkanlık haline getirmek insanı malının kölesi eder. Malına köle olan kişi artık iflah olmaz bir hastalık olan cimriliğin pençesine düşmüş demektir. Hâlbuki mülkün gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise O’nun bahşettiği sayısız nimetin yalnızca emanetçisi konumundadır. Bu durumda insana düşen, emanetin gerçek sahibi karşısında haddini aşmadan malını O’nun rızasına uygun şekilde harcamaktır.
Allah Rasûlü mal hırsının cömert ile cimri insan psikolojisi
üzerindeki etkisini demir zırh benzetmesiyle şöyle ifade eder: “Cimri ile Allah yolunda harcama yapan kimsenin hâli, üzerlerinde demirden birer zırh bulunan iki adamın haline benzer: Cömert olan bir hayırda bulunmaya niyet ettiğinde üzerindeki zırh öyle genişler ki (önceki dar halinden kalma) izler bile silinir gider. Cimri bir hayırda bulunmak is ediğinde ise üzerindeki zırh büzüşür, elleri
köprücük kemiklerine yapışacak gibi sıkışır ve zırhın her halkası yanındaki halkayı sıkıştırır.” (Müslim, Zekât, 77.)
Allah (c.c.) kullarına nasıl
ihsanda bulunduysa O’na iman eden kullarına düşende aynı şekilde ihsanda bulunmaktı. (Kasas, 28/77.) İmanla dolu bir kalpte cimrilik asla yer bulamamalıydı.
“Malım, malım!” diye hayıflanıp duran
kimse unutmamalıdır ki insanın bu dünyada yiyip tükettiği,
giyip eskittiği ve sadaka verip önceden âhirete gönderdiği dışında hiçbir kârı yoktur. (Müslim,3.)
Allah Rasûlü sadakanın az diye küçümsenmemesi gerektiğini, hayır namına
yapılan sözlü ya da fiilî her şeyin, en basitinden güzel bir sözün
bile Allah katında değer bulacağını zikreder. Sadakaları kabul eden Allah’ın lokma büyüklüğündeki bir sadakanın sevabını Uhud Dağı kadar büyütebileceği (Tirmizî, Zekât, 28.) örneğinden hareketle sırf az diye sadaka vermekten kaçınmanın isabetli bir
tutum olmadığına vurgu yapar.
Şükreden
ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilmelidir ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
(Neml, 27/40.)
Rasûlüllah (s.a.s.) yatağına uzandığında şöyle dua
ederdi:
“Bizi yedirip doyuran, bizi içirip kandıran, (her
konuda) bize yeten ve bizi sığındıran Allah’a hamdolsun.
İhtiyaçlarını karşılayacak durumu ve sığınacak bir yeri
olmayan nice kimseler vardır!”
(Müslim, Zikir, 64)
Yıllar yılı saatimiz işliyor ancak biz duruyoruz.Ufuklarda olması gereken gözlerimiz gaflete yenik düşmüş durumda. Yüz çevirmemiz gereken “malayani” uğraşlarımızı her gün yeni bir şevkle, iştiyakla, heyecanla icra ediyoruz. İki günü birbirine denk olan zararda iken hangi günümüzü diğerinden bereketli kılıp kendimizi aşmak için çaba sarf ediyoruz?İyiliğe
vesile olup kötülüğü engellemek adına hangi adımı atıyoruz? Huzura ak yüzlerle varabilmek için yüzümüzü ağartacak hangi
işleri yapıyoruz?
Hız sarmalında ömrü tükenen, ömrünü malayani ile geçirenin saati nasıl Müslüman olur?
İçerisine düşüp de bir türlü çıkamadığımız mal,
mülk, makam, itibar, şan, şöhret kuyuları ile sınanıyoruz. Yol uzun, yolculuk zor, heybemiz omuzumuzda…Ve biz, hangi rüzgâra kapılmış gidiyoruz?
Varamadığımız secdeler, tutamadığımız oruçlar, malımızdan geçip de veremediğimiz sadakalar bizim imtihanımız… Bencilliklerimiz, hırslarımız ve dahi ihtiraslarımız hep bizim imtihanımız… Içerisine düşüp de bir türlü çıkamadığımız mal, mülk, makam, itibar, şan, şöhret kuyuları ile sınanıyoruz. Yol uzun, yolculuk zor, heybemiz omuzumuzda… Ve biz, hangi
rüzgâra kapılmış gidiyoruz?
Sevgili Peygamberimiz, ekin misali rüzgârla mücadele etmeyi bildi. Ya bizim en hafif esintide kırılıveren bünyelerimiz?
Musibetlerde ortaya çıkan kalitemiz? İmtihan rüzgârları karşısında Efendimiz nerde biz nerdeyiz?
İnsanlar arasında en çok mihnet ise peygamberlere verildi.
Âdem (a.s.), ebedîlik arzusuyla sınandı, ölümsüz olma isteği
Hz. Âdem’in imtihanıydı. Habil, Kabil’le sınandı, kıskançlık
Habil’in imtihanıydı. İbrahim (a.s.), İsmail’le sınandı, evlat sevgisi Hz. İbrahim’in imtihanıydı. Yakup (a.s.), Yusuf’la sınandı; Yusuf (a.s.), Züleyha ile. Eyyüp (a.s.) ise taşları çatlatan bir sabır
imtihanından geçti yüzünün akı ile. Müslümanlara kendisinin
yaşadıklarına bakarak güçlü olmalarını tavsiye eden (Muvatta’, Cenâiz,14.) Hâtemü’n-Nebî ise imtihan rüzgârları karşısında nasıl ayakta kalınabileceğini bizzat yaşayarak öğretti.
Kişinin imanının kalitesi ise sadece güneşli günlerde değil; karanlıklarda, karamsarlıklarda, çaresizliğin belini büktüğü o zor zamanlarda da Rabbini anabilmesinde gizliydi.
‘Ey kalpleri hâlden hâle çeviren
Rabbim! Benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.’
Esasında insanın kalbi, yapısı itibariyle değişkendir; halden hale, renkten renge bürünebilmektedir. Bu durumu Allah Rasûlü şöyle izah eder: “Kalbe kalp denilmesinin sebebi, onun çok değişken olmasıdır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgâr onu bir oraya bir buraya savurur.” (İbn Hanbel, IV, 409.)
“Güzel iş yapanlara (karşılık olarak)
daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de bir zillet. İşte onlar cennetliklerdir ve orada ebedî
kalacaklardır.” (Yunus, 10/26.)
“Allah, her işte ihsanı (güzel davranmayı) emretmiştir ” (Müslim)
“İnsanlar iyilik
yaparlarsa biz de iyilik yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz; diyen zayıf karakterli kimseler olmayın. Bilakis iyilik yaptıklarında insanlara iyilik yapmayı, kötülük yaptıklarında ise
onlara zulmetmemeyi alışkanlık hâline getirin.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 63.)
Rabbimiz hikmetle dolu Kitabımızın bir hidayet ve rahmet olarak indirilmiş ayetlerinde (Lokman, 31/2-3.) muhsin kimseleri şöyle nitelendirmiştir: Onlar bollukta da darlıkta da malını Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Çirkin bir iş yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler ve bile bile işledikleri günahta ısrar etmeyenlerdir. (Âl-i İmran, 3/134-135.)
Muhsin olan Allah
Teâlâ nasıl her şeyi ihsanla, güzelce yaratmışsa (Secde32/7.)
en güzel biçimde yarattığı insandan da (Tin, 95/4.) her işte
ihsan üzere davranmasını istemektedir.
İnsanın bu hayattaki sınavı, kendisini en güzel ve değerli
surette yaratan Rabbinin kendisine verdiği tertemiz fıtratı koruyarak geliştirmek ve Yaratıcı’sına kâmil bir mümin olarak dönmeyi başarabilmektir.
“İyilik, gönlü huzura kavuşturan
ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan
şeydir.” (Dârimî, Büyû’, 2.)
Beşerin yırtıcılıkta
sırtlanları geçtiği, insanın kanını dökmenin, malını yağmalamanın, onurunu ayaklar altına almanın fazilet olarak görüldüğü
cahiliye zulmüne O (s.a.v) son vermişti. İnsanın atalarından devraldığı
soyun, gücün, zenginliğin, asabiyetin ve tüm diğer sahte övünç vesilelerinin hükümdarlığını o bitirmişti.
Samimiyetsiz secdelerle âbit, dünyaya gönül bağlayarak zahit, Ümmü
Kays’lara hicret ederek muhacir olunmaz. Gerçek muhacir, her
şeyden önce dünyaya ve dünyalıklara dair her şeyi terk ederek
“ihlas”a hicret edendir.
Gönlünü Rabbinin rızasıyla zenginleştirmeyenin adı
“zengin” olsa da hakikatte o, insanların en yoksuludur.
Gösteriş malzemesi yapılan sadakalar ömrümüze bereket getirmekten ziyade bizi çoraklaştırır. Riya ile
safiyetini kaybeden ameller, Rabbimizin katında, üzerinde az
bir toprak bulunan ve şiddetli yağmura maruz kalınca çıplak
hâle gelen kayaya benzer. (Bakara, 2/264.)
Niyetler, amellere açılan kapılardır ve ancak niyet hayır
olduğunda akıbet hayır olabilir. Niyetlerin temizliği, arınmışlığı ve halis oluşu kadar amellerimiz ihlaslı sayılabilir.
Allah Rasulü şöyle buyurdu:
“Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim
Allah ve Rasulü için hicret ederse, hicreti Allah ve Rasulü’nedir.
Kim de erişeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı
hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir.” (Buhârî,
Bedü’l-Vahy, 1.)
Müslümanlar olarak ancak fikrimizi, sözümüzü, bilincimizi, vicdanımızı, ahlakımızı ve vaktimizi Müslüman kıldığımız zaman sağlıklı bir Müslüman kimliğine sahip olabiliriz.
Muhsin olan Allah Teâlâ nasıl her şeyi ihsanla, güzelce yaratmışsa (Secde, 32/7.) en güzel biçimde yarattığı insandan da (Tin, 95/4.) her işte ihsan üzere davranmasını istemektedir. Nitekim ihsan derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim eden kimseyi Rabbi katında bir mükâfat beklemektedir. Böyle kimseler için ne korku ne de üzüntü vardır. (Bakara, 2/112.) Allah’ın rahmeti onlara çok yakındır. (A’raf, 7/56.) Yüce Allah, iyilik eden kulları ile beraber olduğunu, (Nahl, 16/128.) onları sevdiğini (Bakara, 2/195; Âl-i İmran, 3/134; Maide, 5/93.) ve mükâfatlarını asla zayi etmeyeceğini her daim bildirmektedir. (Tevbe, 9/120;
Hud, 11/115.)
Peygamberimiz, yatmadan önce şu duayı yapmayı tavsiye
etmiştir: “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale
ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı sana dayadım. Sen-
den (azabından) korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak
sana (rahmetine) sığınmaktır. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin
Nebî’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür.
Bu kelimeleri son sözlerim eyle.” (Buhârî, Deavât, 6.)
İnsan, bizatihi saygın bir varlık olduğundan dolayıdır ki
onun kanını dökme, ona maddi, manevi şiddet uygulama,
iftirada bulunma, gıybetini yapma, alay etme, küçümseme,
taklidini yapma, hatta onunla ilgili eyleme dökülmemiş
kötü zanlara sahip olma dahi onun onurunu inciteceğinden
yasaklanmıştır. Zira o, kâinatın gözbebeği, âlemin zübdesidir.
Onun gönlünü hoş tutmak, onu incitmemek en değerli
ibadettir. Çalab’ın tahtı olan gönlü yıkma, nazargâh-ı İlahî olan
kalbi kırma Kâbe’yi yıkmak kadar büyük bir suçtur.
İyilik, kalbinin huzur bulduğu ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar ona onay verseler bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir
Rasûlüllah Efendimizin Müslümanca yaşamanın yolu olarak gösterdiği istikamet, Rabbimizin bizden beklediği bir yaşam biçimidir. İman edip istikamet üzere olanları öven Rabbimiz, onların korku ve üzüntü yaşamayacaklarını bildirmiş (el-Ahkâf 46/13.) ve kendilerine şu müjdeyi vermiştir: “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) va’dedilmekte olan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30.) O halde namazlarımızın her rekatında, günde en az kırk defa, okuduğumuz Fatiha suresinde “Bizi dosdoğru yola (sırât-ı müstakîme) ilet!” (Fâtihâ, 1/6.) diyerek Rabbimizden istikamet talebinde bulunan bizler, bu yolda çaba göstermeli ve ömrümüz boyunca “iman ettim” sözüne sadık kalabilmeliyiz.
İnancında dosdoğru olmakla kişinin kalbinde kök salan iman, bütün azalarına hükmettiğinde kişi istikamete erer.
Ne kendisi ne BAŞKAsı olamamak hayatı boyunca bu arafta yaşamaya mahkum olmak ne acı. Kimsin dendiğinde sağına
ve soluna bakmadan kim olduğunu ve dahi olmadığını anlayamamak ne acı. Ne acı geceyi gündüz gündüzü gece zannetmek. İnsanın zemininin ayaklarının altından kayıp gitmesi, zeminini hep BAŞKAlarına göre tayin etmesi ne acı. Ne acı insanın kendisini bulamaması, kendisi olamaması ve kalamaması… Gün be gün BAŞKAlarına benzerken gün gelip HERKESle
aynı olacağını kestirememesi ne acı. Ne acı bir zamanlar benzemek korkusu yaşadığı şeylere benzediği için övünmesi…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir