İçeriğe geç

Hikayeler Kitap Alıntıları – Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarından Hikayeler Kitap Alıntıları sizlerle.

Hikayeler Kitap Alıntıları

Fakat bu da geçecekti; “elbette buna da alışırım”, diyordu. “İnsan nelere alışmaz ki. ..” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? “En sevdiğimiz mahlukları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz?
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna .. Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Unutmak, bu ancak aşkla mümkündü: Ömrün büyük ve serin pınarı, her tecrübeden bizi daha genç, daha diri, dünyaya henüz gelmiş gibi dinç ve rahat çıkaran oydu.
.. Halbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.
Gittiği yer neresi olursa olsun, bütün bu gördüklerini beraberinde götürecek değil miydi? Unutmak lazımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak ..
Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi…Ah, kaçmak, uzaklara kaçmak, güneşli ve ağaçlı bir yolda bir ikindi saatinin tozları içinde tek başına yürümek…
Eğlenmek, ne güzel şeydi bu! Elbette eğleneceklerdi.. Hem o herkesten fazla eğlenecekti.
Bir ömür bitebilir”, diyordu. “İnsan ölebi- lir, çıldırabilir. Bir enkaz bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı. ..
Öbür insanlar gibi yaşamak … ” bu ne kadar güzel ve iyi bir şeydi. Öbür insanlar…
Abdullah Efendi kapıdan çıkmadan evvel oturduğu sandalyeye baktı: Kendisine çok benzeyen bir gölgenin orada uyuduğunu gördü.. Yavaşça bir parmağını dudağına götürerek şaşıran garsona: “Aman uyandırmayın, sonra gelir alırım ..” dedi.
Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasîdeden başka bir şey değildir.
Ömrünü, ömrünü ne yaptın?”
Ve ben bütün uzviyetimde bir yılan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altında yapacağımı unutuyor, anı ve mekanı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.
Kim bilir belki güneş doğunca bu işkence de biter” diyordu.. “Ah bir sabah olsa, bu uğursuz gece, hayal, hakikat, kendinden gelen her şeyi beraberinde alıp götürse, ben yine iki ile ikinin dört ettiği dünyada kendimi bulsam … “
Bir insanın kendi talihini bütün vuzuhuyla görmesi kadar korkunç ne olabilir?
Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. “Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler…
Ben çoktan beri kendime bir gün hediye etmeğe karar vermiştim, anladınız mı? Baştan başa benim olan bütün bir gün. Hürriyetimin günü…
Bir hayatı yalanlarından temizlemek, onu olduğu gibi, sadece kendi hakikati olarak ortaya koymak güzel şeydi.
Uyuyan bir şehirde tek başına dolaşan bir adamın yollar hakkındaki fikri büsbütün başka oluyor. Her şey tanınmayacak kadar güzeldi. Bununla beraber bu güzellik benden o kadar uzak, o kadar yabancı ve hatta düşmandı ki. .. Elimden gelse gözlerimi kapar, öyle yürürdüm.
En iyisi hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey görmemek, yaşamıyor gibi yaşamaktı… sonra, aşkın mucizesiyle, etrafıma başka türlü bakınmaya başladım.
Herkes gibi ben de zaman zaman kaderin iyi veya kötü yüzüyle karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikayete büyük hakkım yok…Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli…
Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu ben o geceye kadar anlayamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki her hangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, her gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?
.. sonra, aşkın mucizesiyle, etrafıma başka türlü bakınmaya başladım. “Nedir, ne oluyorum?” diye o gece sordum. Bu genç kız veya kadının, hülasa kim olduğunu henüz layıkıyla bilmediğim bu güzel ve aydınlık mahlukun karşısında birdenbire içimdeki bin yaşlı ihtiyarın kaybolduğunu hissettim.
Hayalim de o kadar kıt ki… İki dakika sonra uyduracak bir şey bulamıyorum.
İnsanın içine sinmiş, onun hareketlerini ikide bir kesen, yahut değiştiren, onu âleminden ayırıp başka bir âleme götüren korku. (…) Bize yapışmış, içimizde bizimle beraber her kımıldanışta dalları çatırdayan bir orman gibi büyümüş korku.
İnsan kafası mazi ile istikbal arasında işler.
Yaz gecesi, ıssız, yıldızlı, kokulu yalnız uzak ve tek seslerle kenarı yaldızlanmış bir kadeh gibi, başlarının üstünde, geçtikleri yolda, arsa aralıklarından parça parça görülen denizde kendisini tekrarlıyordu.
Bir insan hiç istemeden de fenalık yapabilir.”
Birdenbire kırılmış bir aynadan dışarıda kalmış bir hayal.”

Hakikaten bu idi bu kadın.

Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten mustarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefaket ve ıstıraplarının hiç olmazsa hafifleyeceğini zanneder.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Iztıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhiti ile sıkı bir alakası olsa gerek…
Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. “Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler…”
Burada herkes bütün ömrü boyunca, hiç şaşmadan, belki doğumundan evvel hazırlanmış bir programa göre yaşıyordu. . Bunun için doğum, ölüm, evlenme her şey burada politika idi._
Bu evde, bütün bu eski şeyler içinde, bu eski zaman elbiseleriyle kendimi o kadar başka bir dünyanın kadını, o kadar yaşadığım zamandan ayrı buluyorum ki… Geniş dünyada, kendi hayatını yaşamak, günlerin çıkrığını kendi ruhunun ilhamlarıyla çevirmek…
Hayvanlar bize ne kadar güvenirler değil mi? Onlar için muhakkak ki, birbirimiz için olduğumuzdan çok başka bir şeyiz. Biz büyüdükçe birbirimizden koparız, onlar büyüdükçe bize daha bağlanırlar.
Kurtarın … N’ olur,
beni kurtarın … ” diye yalvarıyordu. “Ah yine başlayacak, yine bana
soracaklar, beni sımsıkı bağlayacaklar ve durmadan soracaklar,
hiç söylemeyeceğim şeyleri soracaklar. .. ”
İnsanlar hiç yerine ne kadar zalim oluyorlar.”
Onu beklemiyordu, gelmeyeceğine emindi. O geçici bir yaz yağmuru, bir aydınlık fırtınası idi.
O kadar..
Sokaklarda bütün bir telaş vardı. Mustarip ve meyus insanlar, düne kadar kendilerini idare etmiş olan ümit ve emellerin artığından, o muhteşem kumaş yığınlarından şimdi kendilerine cılız ve zayıf vücutlarını ancak örtecek dar ve yamalı gömlekler biçmeğe çalışan birtakım biçareler, gidip geliyorlardı.
(…) insan iki şeyi birden düşünebiliyor. Kim bilir, belki de üç dört şeyi bir defada düşünebiliyoruz. Onun için zaman zaman muammalı oluyoruz. Onun için anlaşamıyoruz, dedi. Birdenbire bulduğu bu hakikata gülmek istedi. O kadar basit şeylerdi ki bunlar…
Sevinç denen şeyin asıl manası bu olmalıydı: Maddesini böyle eriten, yok eden hiç olmazsa kendi aydınlığında onu inkar eden bir hal.
Yorgunduk, haraptık, fakat büyük bir işin humması içindeydik. Meyus değildik. Bizi yalnız bir tek şey kurtarabilirdi: Kurduğumuz hülyaların, ümitlerimizin iflası.
Beraber olmak yetmiyor mu?
Her dakika bir hareketle düşüncelerimizi birbirimize anlatmak mı
lazım?”
İçi alabildiğinden fazlasını almış bir gemiye benziyordu. Onun gibi dalgaların üzerinde güçlükle çalkanıyordu. “Biraz rahat etmek için safra atmak lazım.” .. Sonra belki de işin aslını bulmuş gibi şaşırdı: “Niçin her şeyi bir azap yapıyorum? Ben evvelce hiç böyle değildim.”
Denizi çok seviyordu: “Su, benim asıl unsurumdur” diyordu. “Ben derinden gelen her şeyi severim” diyordu. “Suyu, rüzgarı. Rüzgar insanı nasıl sarar. Hiçbir yıkanma o kadar serinletmez. Hele sabah rüzgarları.
Dünyanın belki en iyi kalpli
insanları. Ama ne yaparsın ki hepsi dertli. Kendi dertleri değil! Başkalarının derdi.Etraftarındaki hiçbir şeyi unutmuyorlar.İşinden
haksız yere çıkarılan vatman, tamir edilmediği için yıkılan ev, çocuğuna iyi bakmadığı için ölümüne sebep olan komşu kadın, ayna taşı çalınan eski çeşme.. Hepsini biliyorlar. Hepsini hatırlıyorlar ve birbirlerine hatırlatıyorlar. Biri öbürünü tamamlıyor, tamam larken bir başkasını hatırlıyor. Tam gayri memnun denen şeyin kendisi. Öyle ki, kendi hayatları yok artık. “Nasılsınız?” der demez, zincir başlıyor.
En iyisi hiçbir şey düşünmemek…
O kadar büyük şeylerden, muhteşem ümitlerden artakalmış olmanın, kendi kendisini bir rüyanın artığı hissetmenin verdiği hüzünle ölmüş olmayı tercih ediyordum. Bu kadar gayret, fedakarlık, ıstıraptan sonra birdenbire, her şeyin bittiği düşüncesine alışmak lazım geliyordu.
Her şey, hepsi ölümdür. Her şey ondan gelir ve oraya döner. .. Biz, bütün bu gördüğün şeyler eliyle etrafı gösterirken, ayağıyla otları eziyordu- her şey, hepimiz, büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız … Anlıyor musun? Kadavra kurtları …
Bazı şeyler hakikaten şakacıktan başlıyordu. İşte Sabri’yi aylarca düşündüren, hayatını altüst eden acayip ve kısa dostluk bu tesadüfle başladı.
Tabiatın sessizliği, dedi, öyle zannedildiği kadar korkunç bir şey değil. Yalnız biz buna bir türlü alışamıyoruz.. Biz, bataklığı dolduran kurbağalar gibi, mutlaka bu sessizliği bozmak istiyoruz ..
.. bu kısa yolculuk ona asıl politikanın bu küçük şehirlerin, para kudreti, iş imkanı sahiplerinin yüzlerinde, tok seslerinde, ağır baş sallayışların da toplanmış, dış taraflarından bakılınca bir felaketin artığı gibi görünen bakımsız eşraf konaklarının, mağazaların, dükkanların, ardiyelerin malı olduğunu anlatmıştı. Politika
topraktı, pazardı.
Uzat şu tabakanı yeğen.” kabilinden manasız bir cümlenin altında çok mühim
kararlar, muazzam ve belki yıkıcı sırlar vardı. Bunlar ancak bilenlerin çözebildiği şifrelere benzerlerdi. Bu şifreyi çözemezseniz, iyi maskelenmiş kuvvetler gibi yaşayan, dost tebessümlerin, ikram ve şakaların altında her an gizli karakol çarpışmaları yapan bu insanların dünyasında her şeyi kaçırmış olurdunuz.
Fakat bir maddesi var. O da benim gibi insan..” Birkaç saat evvelki hazzın hatırasını kanında hala keskin bir koku gibi duydu. uzaklığın nizamı vardı. Akla çok güç sığan bir şeydi bu. “Ben budalayım. Asıl hastalık bende. Kafamda. İçimdeki ikilikte.”
Yağmuru seyretmeğe başladı. “Yağmur insanı nasıl kendi içine çağırıyor.”..
“Ben çokluk rüya görmem; zaten sevmem de. Yaşadığım anı severim. Günü gününe yaşamak, en güzeli bu değil mi? Birbiri arkasından gelen şeylerle.
Aralarında bu hayvan gibi garip, gülünç ve yabancıyım.”.. “Tıpkı o hindi gibi.” “Nasıl onu ancak sofrada yani kendisi olmadığı zaman tanıyorlar ve tadıyorlarsa, beni de öyle, kendilerine benzediğim zaman, kendim olmadığım, kendimi ve düşüncelerimi inkar ettiğim zaman seviyorlar. Sofrada seviyorlar. Şaka ettiğim zaman seviyorlar. Ciddi işlerini artık benden gizliyorlar.”
Belki de gittiğinin
farkında bile olmadılar. .. “Bu an herkesin kendi menfaatlerinin
bahçesini son defa sulayacağı andır.” diye kendi kendisine tekrarladı.
-Kelimelerin benim için tek manâları yok. Hepsi bir yığın tezat içinde.

-O hâlde…

-O hâldesi yok. Mademki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacağız.

Onda her şey çok tabii idi. Hatta yalan bile.. “Başkasında olsa bir lahza tahammül edemeyeceğim bir yığın hali var. İnsana asıla asıla konuşuyor, her an değişiyor, yine yorulmuyorum.”
Zaten düşündüğünü pek gizlemezdi de. ‘Sen osun! Muhakkak osun. Fatma’sın .. .’ diye ağlardı. ‘ Mademki tekrar gelecektin, niye öldün?’ derdi. ‘Hepsi kör. Hepsi kör. Görmüyorlar, bilmiyorlar. Ben doğduğun gece anladım bunu ..
Birdenbire içi başka türlü sızladı. Hiçbir şey yapamazdı. Bütün yollar kapalıydı. O kendi hayatında, Sabri kendi hayatında mahpustular.
Ayrı ayrı dalaplarda kapalıyız.”
__
Siz korkuyu sevmez misiniz? Ne kadar her şeyi değiştirir, zenginleştirir. Ama şimdiki korkuları söylemiyorum. Eski korkulardan bahsediyorum. İhtiyarların bize yavaş yavaş, geceden geceye, dünyamız güzelleşsin, rüyalarımı şekil alsın diye korkuları söylüyorum. Masallardan eşyanın kendisinden gelenler. ..
Çok mu müteessirdi! Yoksa sadece vazife bildiği şeyi mi yapıyordu? Bunu hiç kimse anlayamazdı. Çünkü ninem ancak istediği kadarını söyleyen insanlardandı.. ona cesaret veriyordu:
– Nasıl olur bu Fahri Bey, diyordu. Sen dini bütün adamsın. Hiç insan ölüme razı olmaz mı? Küfür olur bu. Hem ilaç içmek ölmek değil ki.
İstemiyorum” diyordu. ” Ölmeyi istemiyorum. Ölümden değil, ondan korkuyorum” ..”Ölüm çirkin şey”.. “İnsan kokuyor, çürüyor.” Sonra birdenbire yerinden fırlıyor. “Ama ben bütün hayatımca koktum.” diyordu. “Ve kokuyorum değil mi?” diye bize soruyordu. “Kokuyorum, pencereleri
açın.”…
Bazı geceler, sırf onun uykusunu seyretmek için uyanırdım.
unutmak lazımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak
Bu mübarek 1 944 yazında tam kendi seviyesinde bir insanın yaşaması lazım geldiği gibi yaşıyor, düşünmesi lazım gelen şeyleri düşünüyordu. “Bu muydu, benim meselem?” Fakat kendisi istememiştİ ki, her şey kendiliğinden olmuştu. “Dünya kan, ateş içinde yahu!” diye kendi içinden devam etti. Fakat hayır, bunu düşünemezdi. O, hayatında kurulan acayip tahtaravallide, kah bir taraf kah öbür taraf ağır basarak yaşayacaktı.
Hayalim de o kadar kıt ki… İki dakika sonra uyduracak bir şey bulamıyorum.”
Ah bir sabah olsa, bu uğursuz gece, hayal, hakikat, kendinden gelen her şeyi beraberinde alıp götürse, ben yine iki ile ikinin dört ettiği dünyada kendimi bulsam…
Dünyada bir tek zevkim kaldı, onun da içine sen yestehledin!
Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım.
Bir insan yüzünün en mânalı bir âlem olduğunu, ben o geceye kadar anlamamıştım. . .
Büyüklük arzusunu, tatmin edilmemiş azamet duygularını bir yığın küçük şeylerle doyuran ve bu yüzden mesut olanlarla hayatta ne kadar çok tesadüf ederiz. Şu karısını veya çocuğunu bir hiç için azarlayan koca veya babanın yüzündeki ifadeye bakın: Size derhal Çaldıran meydanında Yavuz’u hatırlatmaz mı? Halbuki yaptığı iş ne kadar gülünç ve küçük. Pekala göz yumabileceği bir hiçin üzerinde ısrar etmekten başka bir şey değil; fakat gözlerinde yanan şimşeğe, dudaklarda titreyen hiddete ve yüzdeki heybete dikkat edin… Biraz sonra kendisinin de lüzumsuz bulacağı bu ifratı, ne kadar ciddiyetle benimsemiş… Bütün bu hayat bu cins beyhude sarf edilen büyüklük hisleriyle dolu…
Razı olmak insanı her zaman güzelleştirir mi ?
Onu güzelleştiriyordu ama ..
En iyisi hiçbir şey düşünmemek , hiçbir şey görmemek, yaşamıyor gibi yaşamaktı .
Arzunun tenine sıcak bir demir gibi yapıştığını, damarlarında ağır kokulu bir mevsim gibi dolaştığını hissetti.
Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi.
Bir yığın yalanın mâhpusu gibiydi.
Sen cüssene bakmadan kâinatı fethe kalkmışsın… Dolduracağın çukurun dışında işin ne?
Tanrılar bana çok şey verdiler. Her an bir başka şey verdiler. Şan, şeref, bükülmez kol, titremez el … Fakat bir şey esirgediler. Huzur …
Yüzünü anlatmağa çalışmayacağım, bazı rüyaların anlatılması imkansızdır…
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna… Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten mustarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefalet ve ıstıraplarının hiç olmazsa hafifleyeceğini zanneder. Bu da gösteriyor ki insan kafası için sarahat en tabii ihtiyaçtır. Hakikatte bütün bu zavallılar için güneşten beklenebilecek ne vardır? Hangimiz arkamızda bu zalim gözün aynı çiy parıltı ile aydınlattığı
günlerin birbirine benzeyen sıkıcı yükünü hatırlamayız?
Günü gününe yaşamak , en güzeli bu değil mi ?
Unutmak lazımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak…
unutmak lazımdı bir kiri üzerinden atar gibi unutmak..
Bu kadar çirkin ve galiz bir dünya, ancak bozulmuş bir düşüncede idrak edilebilirdi.
Sen cüssene bakmadan kâinatı fethe kalkmışsın… Dolduracağın çukurun dışında işin ne ?
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam u şâd-i felek böyle gelir böyle gider.
Bütün bu insanlar bana uyanık hâllerinde rüya görüyorlar gibi geliyordu.
Nasılsınız?” der demez , zincir başlıyor.
Rüyada imiş ne çıkar? Uyku hayatın yarısı olduktan sonra…
Yüz buruşuğunun, göz altındaki herhangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, mânasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, bir gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?
Müphemden, meçhulden bahsetmenin kolaylığını tecrübe etmemiş kimse var mıdır?
Bazı şeyler hakikaten şakacıktan başlıyordu.
Gözlerimi her kapayışımda, kirpiklerimin altında onun duruşlarından biri canlanıyordu.
Garip kuşun yuvasını Allah yapar, hele sabır!..
Hiçbir sefalet, hiçbir hastalık, hiçbir işkence; sevdiği kadını her ân yeni baştan kendi arzusunun ateşiyle ve ilk kımıldanışta bir yığın kül olmak için, yaratmağa mecbur olan bu zavallının azabıyla kıyas edilemezdi.
Yarın sabah benim bir meyhanede yandığımı işiteceksiniz, sakın inanmayın ha! Ben yanmadım. O benim ikinci varlığımdı, asıl hayatımı ve ruhumu başka bir yere nakletmiştim, tıpkı bir evden öbürüne eşyayı nakleder gibi…
En iyisi hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey görmemek , yaşamıyor gibi yaşamaktı.
Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler…
Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? En sevdiğimiz mahlukları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca, senelerce görmemeğe, mutlak, kat’i bir gurbet içinde yaşamağa alışmıyor muyuz?
Bir insan hiç istemeden de fenalık yapabilir.
Her sanatkarda bir melek hali vardır; fakat musikişinasta bu açıktan açığa böyledir.
Eşyayı başka şekilde içimize sindiren yaşadığımız anı bir uçurtma , bir türkü gibi havalandıran bir şeydi bu.
Sevinç denen şeyin asıl manası bu olmalıydı:
Maddesini böyle eriten, yok eden, hiç olmazsa kendi aydınlığında onu inkar eden bir hal . . .
İnsanoğlu kendini ancak vicdan azabında duyabiliyor. . .
Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırdı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkansızdı. Eşyanın açık dost, her zaman için güvenilir çehreleri! ..Fakat acaba gerçekten onlar değişmez miydi?
Demek insan iki şeyi birden düşünebiliyor. Kim bilir, belki de üç dört şeyi bir defada düşünebiliyoruz. Onun için zaman zaman muammalı oluyoruz. Onun için anlaşamıyoruz.
Ve Abdullah Efendi bu garip gecede hiçbir adama nasip olmayan, işitilmemiş bir şeyi yaptı. Kendi cenazesini taşıyan otomobilin arkasından, hiç yetişmek ümidi olmadan, bir deli gibi, bir büyük orman yangınından kaçan yaralı bir hayvan gibi koştu.
Bir kere takıldın mı derine, daha derinlere gideceksin…
Bir tabutta uyananlar, yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinlerler.
Korkuyla dolu gözleri hayatı hiç tanımamış gibi.
Ah, bir elbise değiştirir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum tanesi içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.
Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi alışmak değil miydi?
Yüzünü anlatmağa çalışmayacağım, bazı rüyaların anlatılması imkânsızdır; bu yüz hakikaten bir bahar bahçesinde görülmüş bir rüya kadar güzeldi.
Herkes kendi kaderi içinden dar bir pencereden başını çıkarır gibi birbirleriyle konuşuyor…” Fakat bir gün, bu pencereden ayrılmak, kapının önüne çıkmak arzusu doğabilirdi.
Madem ki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacağız.
İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, laletayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.
Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım.
Mademki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacağız.
Ben budalayım. Asıl hatalık bende. Kafamda. İçimdeki ikilikte.
Hayatına bütün müdahalesi, kendi kendisini göz hapsine almaktan ileriye gitmiyordu..
Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. . .
Susmuşsun ne çıkar ? Yara deşildikten sonra . . .
Büyüklük arzusunu, tatmin edilmemiş azamet duygularını bir yığın küçük şeylerle doyuran ve bu yüzden mesut olanlara hayatta ne kadar çok tesadüf ederiz.
Demek ki şimdi bütün şehir bana benzedi… O halde muhakkak gitmeliyim.
Küçük bir tesadüf her şeyi altüst edebilir.
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna… Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik zannederiz.
Başka insanlara benzemekten daha korkunç ne olabilirdi?
Hani akşamla ağırlaşan sular vardır. Her şeyi içine ala ala. Bütün gün, başkalarının yaşadığı şeylerle zengin, işte öyle olurdum…
Hiçbir saadet insanın içindeki bütünlük şuurunun bozulmasına değmezdi.
Her yer birdir, insanlık hep aynıdır.
Gençlik hayattan o kadar müstakil, o kadar tek başına bir şey ki… fakat bunu anlamak için insanın biraz yaşlanması lazım.
Kim bilir belki, güneş doğunca bu işkence de biter
Susmuşsun ne çıkar?

Yara deşildikten sonra…

Yarın sabah uyandığım zaman kendimi tanırsam çok iyi.
Hasta olursan ne olur ki, dedi.. Belkide ölürsün, değil mi? Ah sen ölürsen dünya ne yapar? Zavallı dünyanın sensiz halini düşün, aman kendine dikkat et..
Bir insan aşk hakkında hiçbir fikri olmadan sevebilir ve bu sevgiyi muzaffer veya mağlup bütün ömrünce peşinden sürükleyebilir. . .
Bizi yalnız bir tek şey kurtarabilirdi: Kurduğumuz hülyaların, ümitlerimizin iflâsı. . .
Unutmak lazımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak.
Bir hastanede, dışarıdaki mevki ve payelerimiz, servet ve imkanlarımız nasıl birdenbire ikinci derecede kalıyor; bunu kibirli dostumun beni hürmetle selamlayışından anladım.
…kelimeler hayatın ahengini bozarlar.
Bir insanın kendi talihini bütün vuzuhuyla (açıklığıyla) görmesi kadar korkunç ne olabilir?
İçinde hep o yabancılık duygusu…
En iyisi hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey görmemek, yaşamıyor gibi yaşamaktı.
İnsan nelere alışmaz ki…” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? “En sevdiğimiz mahlukları bile kaybetmeye alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca, senelerce görmemeye, mutlak, kat’i bir gurbet içinde yaşamaya alışmıyor muyuz?
Yüzü bir güneş saati kadar temiz, yumuşak ve insana yakındı.
…hakikatte birer hiçten başka bir şey olmayan bu lezzetler dünyasında, onu özleyerek, onu tanımış olmaktan mesut yaşıyordum.
İnsan kafası mazi ile istikbal arasında işler.
Kendimi kötü bir masalda mahpusum sanıyordum. Başka insanlara benzememekten daha korkunç ne olabilirdi?
Siz bu aydınlığa çok güvenmeyin, sabaha daha çok var…
Çok defa sert ve daima kendisine hakim olarak işittiğim bu sesin, kendisini yumuşatmaya çalışması kadar hazin olan pek az şey gördüm.
Zorla güçlükler icat ediyorum kendime…
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı..
İnsanlar hiç yerine ne kadar zalim oluyorlar.
Bana mesut olmamızın, hem de en sıhhatli şekilde mesut olmamızın sırrını söyledin. Hiçbir şey küçük bir hayvanın dostluğu, emniyeti kadar bizi doyuramaz.
Unutmak lazımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak .
Müphemden , meçhulden bahsetmenin kolaylığını tecrübe etmemiş kimse var mıdır ?
Yaşadığım anı severim. Günü gününe yaşamak, en güzeli bu değil mi? Birbiri arkasından gelen şeylerle.
Niçin her canlı mahlukla bir duvar arkasından konuşmağa çalışıyoruz. Eşyaya bile geçirdiğimiz o sıcaklığı insanoğlundan esirgiyoruz?
Ah, bu sessiz, dalgın, her şeyden habersiz gidiş… Fakat bu, canlı bir mahlukun yürümesinden ziyade zaman mefhumundan habersiz bir varlığın sadece mekânı katetmesiydi ve sakin belâgatinde bir ölüm kadar tesirli ve serpici hüznü vardı.
Birdenbire ömrümü ne kadar boş yere ve ne mânâsız şekilde harcadığımı anladım.
Gençlik hayattan o kadar müstakil, o kadar tek başına bir şey ki… Fakat bunu anlamak için insanın biraz yaşlanması lazım…
Eski bir ümit ağacı, hain bir ısrarla yeni çiçekler açmak istiyordu.
İnsan hayatı sandığımız kadar değişik değildir . Şartların arasına, mühim anlarda kendi tecrübenizi olduğu gibi nakledin, en başka türlü hayatı doldurmuş olursunuz.
Bu kadar derin şekilde sevinebilmek için bir insanın nasıl bir ıstırap içinde yaşaması lazım olduğunu düşündü.
İnsan kafası mazi ile istikbal arasında işler. Ben birincisinden, kendi irademle yaklaşamayacak kadar ürkmüştüm. Ötekini ise düşünmeye mecalim yoktu.
Bu gürültülerden kaçmak beyhude idi. Çünkü onlar sizinle beraber yürürlerdi.
Bazı büyük musiki eserleriyle karşılaştığımız zaman duyduğumuz ve günlerce tesiri altında kaldığımız o tahammülü imkânsız, her hatırayı, her düşünceyi böğrümüze saplanmış çok sivri ve tırtıllı bir bıçak yarası gibi bizde derinleştiren hüzünlerin eşi bir hüzünle…
Onun ayak sesleri, çocukluk senelerimi bir hastalık gibi dört bir yanından saran büyük vehim ve esrar kaynağıydı.
Bir insan, en yakınınız olsa bile, çabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkansızdı.
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna…
Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim…
İnsan kafası mazi ile istikbal arasında işler. Ben birincisinden, kendi irademle yaklaşamayacak kadar ürkmüştüm. Ötekini ise düşünmeye mecalim yoktu. O sadece bilmediğim, hakkında hiçbir düşünce olmayan bir kaderdi.
Kim, hangi kuvvet onu kendi ömrünün, kendi kaderinin serabına böyle birdenbire üflemişti?
…pencerelerin camlarına değdikçe yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir tabutta uyananlar, yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinlerler.
Yaşamak, yavaş yavaş bütün başlangıçları kendisinde bulmak, onları yaşamak değil miydi!
İnsan yaşar, içten, dıştan, bazen hatta bir kaç türlü… benim anladığım bu.
Dünya bir hastahane, ben hastabakıcıyım…
İnsan nelere alışmaz ki…
Ben çokluk rüya görmem; zaten sevmem de. Yaşadığım anı severim. Günü gününe yaşamak, en güzeli bu değil mi?
Yaşadığım anı severim. Günü gününe yaşamak, en güzeli bu değil mi?
Aşksız sanat olmaz yavrum
İnsan onu dinlerken ister istemez bu acıyı ölüm bile dindiremez diye düşünüyordu.
-Üstüme iyilik sağlık. Bir insan iki kişiyi birden nasıl sever kızım? Hiç iki karpuz bir koltuğa sığar mı?
Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki!
Herhangi bir saatimde birisi gelip bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” diye bağırsa inanıp koşacağım.
İnsanlar hiç yerine ne kadar zalim oluyorlar.
– Ben öyle sevgiden bir şey anlamam…
– Tabii anlamazsın, insanları oldukları gibi kabul etmezsin ki…
Birdenbire kırılmış bir aynadan dışarıda kalmış bir hayal.
…aynı kitapları okumuşlar, aynı şeyleri sevmişlerdi.
Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım.
Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı…
– Adımdan size ne, dedi. Ayşe, Zeynep, Fatma… Bana istediğiniz adı verebilirsiniz.
-Öyle bir hakkım olsa ben size başka isimler veririm, dedim. Mesela Leyla, Şirin, Zühre…
Hakikatte ömrümüz bu cinsten bir yığın ölümlerle dolu idi. Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler.
Bir yığın yalanın mahpusu gibiydi.
İnsan nelere alışmaz ki…” Zaten hayat dediğimiz bu
kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? “En sevdi­ğimiz mahlukları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz?
Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler. ..
Rüyada imiş ne çıkar? Uyku hayatın yarısı olduktan sonra …
Hava yağmurluydu. Tren ara sıra şiddetli sağanakların arasından geçiyor pencere camları, vagonların üstü, yanları dakikalarca kamçılanıyor, bazen su serpintilerinin içeriye girdiği bile oluyordu. Sonra bu şiddet duruyor, gök biraz daha yukarıya çekiliyor, yüksekte açık, mavi, menevişli, tek bir çiçek gibi tepemize asılıyor, o zaman manzara gülüyor, ışıkla karışan ıslaklık, içimize bir nevi tazeleşmiş dünya hissini yayıyordu. Sonra yine simsiyah bir bulutun ülkesine girerek yine kamçılanıyor yine ince ağların içine hapsediliyor, bir tabiat ortasında seyahat ettiğimizi unutuyorduk.
Hayvanlar bize ne kadar güvenirler değil mi? Onlar için muhakkak ki, birbirimiz için olduğumuzdan çok başka bir şeyiz. Biz büyüdükçe birbirimizden koparız, onlar büyüdükçe bize daha bağlanırlar.
Kim bilir hangi yıldızın
Kısır çöllerinde şimdi,
Beyhude hatırlıyoruz
Bu hiç olmamış şeyleri..
Benim dünya malında gözüm yok, ben dünyayı boşadım.
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna… Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl deği­şir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!” Diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi gidip koşacağım..
Bizi yalnız bir tek şey kurtarabilirdi: Kurduğumuz hülyaların, ümitlerimizin iflâsı.
… çalışıyordum, fakat bu, bir vazife hissinden veya yetişmek arzusundan ziyade, yaşadığım hayatın tatsızlığından kaçmak içindi.
İnsan nelere alışmaz ki……”
Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi?
Çünkü benim hayatımda , bütün iradesizlerde olduğu gibi , tesadüflerin korkunç bir rolü vardır.
Ben çokluk rüya görmem; zaten sevmem de. Yaşadığım anı severim.
Günü gününe yaşamak, en güzeli bu değil mi?
Hakikaten garipti bu. Durup dururken insana kendi mazisinin içinden ona bürünerek hücum ediyordu. “Tıpkı musiki gibi.
Pek az konuşur ve daha az gülerdi. Ve bu gülüş çok defa yaşayan bir adamın gülüşüne benzemezdi; bir neşeden ziyade, neşenin hatırası gibiydi.
…bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.
Halbuki bir ömür yaşanmaya değer bir şeydir.
N’olur, n’olur, diyordu, bu zifiri karanlık bir tarafından delinse, güneş, ay, yıldız ışığı, ecinni
gözü, her ne olursa olsun biraz ışık gelse, tanıdığım, tanımadığım bir şeyler görsem …
Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı …
Her gün bir ölünün, bir hastanın arkasından geri doğru gidiyoruz.
Yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekânla, yahut hayatımızın tabii muhitiyle sıkı bir alakası olsa gerek.
İnsanın kafası mazi ile istikbal arasında işler.
Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar.
Bir insanın kendi talihini bütün vuzuhuyla* görmesi kadar korkunç ne olabilir?
Vuzuh: Açık olma durumu, açıklık, bellilik
Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her ân boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten mustarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefalet ve ıstıraplarının hiç olmazsa hafifleyeceğini zanneder.
İnsan hayatı sandığımız kadar değişik değildir. Şartların arasına, mühim anlarda kendi tecrübenizi olduğu gibi nakledin, en başka türlü hayatı doldurmuş olursunuz.
Susmuşsun ne çıkar? Yara deşildikten sonra…
her şey, hepimiz büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız…
Gündelik hayatımla arama, yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamağa hazırlandığım bir ânda geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu.
–Bir insan iki kişiyi birden nasıl sever
kızım? Hiç iki karpuz bir koltuğa sığar mı?
–Sevgi karpuza benzese belki biraz daha kolay olurdu anneciğim; ama kim bilir, belki de sevebilir.
İlk defa yatılan bir evde baş altına sofradan çalınan bir ekmek parçası konursa, insan çok doğrucu rüyalar görürmüş.
Unutmak lazımdı; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak …
Politika topraktı, pazardı.
Unutmak, bu ancak aşkla mümkündü…
– Üstüme iyilik sağlık. Bir insan iki kişiyi birden nasıl sever kızım? Hiç iki karpuz bir koltuğa sığar mı?
Bir insanın kendi talihini bütün vuzuhuyla görmesi kadar korkunç ne olabilir?

Vuzuh: Aydınlık

…küçük tasaların, zavallı hesapların uğrunda ömrü harcamak ne kadar kötü.
Bir insan yüzünün en manalı alem olduğunu, ben o geceye kadar anlayamamıştım.
Aşk insanların, en tabii ihtiyacıydı.
Geniş dediğiniz dünya bazen insan için zannedebileceğinizden çok fazla darlaşır.
İnsan kafası, mâzi ile istikbal arasında işler…
…hakikatte birer hiçten başka bir şey olmayan bu lezzetler dünyasında, onu özleyerek, onu tanımış olmaktan mesut yaşıyordum. . .
…doğum, ölüm, evlenme her şey burada politika idi.
Belki de büsbütün çıldıracağım!.. Büsbütün…
En ufak şey bile bu kadında bir bilmece oluyordu.
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cîfe olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur.
İnsan hayatı sandığımız kadar değişik değildir.
Ayrı ayrı dolaplarda kapalıyız.
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz bir çöp, bir iskelet, bir cîfe olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altında rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı…
Hayretten çıldıracak gibiydim. Bütün bu insanlar bana uyanık hallerinde rüya görüyorlar gibi geliyordu.
..elbette buna da alışırım, diyordu. İnsan nelere alışmaz ki.. Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim .
İnsan nelere alışmaz ki… Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi?
Abdullah’ın felaketi, rolünü yaparken sık sık uyanmasında, etrafındaki şeniyetle en zalim ve müstehzi manasında temasa gelmesindeydi. Onun içindir ki bütün hayatı yarım kalmış jestlerden, tamamiyetini bulmamış hareket başlangıçlarından ibaret kaldı.
Daha, hakiki korkunun, vücutta, gizli korkunun esiri yapılmadı. Yahut ben görmedim. İnsanın içine sinmiş, onun hareketlerini ikide bir kesen, yahut değiştiren, onu aleminden ayırıp başka bir aleme götüren korku…
Ömrünü, ömrünü ne yaptın?
Bir hayatı yalanlarından temizlemek, onu olduğu gibi, sadece kendi hakikati olarak ortaya koymak güzel şeydi.
…sanat fedakarlık ister.
En iyisi hiç bir şey düşünmemek, hiç bir şey görmemek, yaşamıyor gibi yaşamaktı.
İnsan nelere alışmaz ki…” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi?
…evli bekar bir yığın arkadaşının İstanbul dönüşlerinde ballandıra ballandıra anlattıkları çapkınlık hikayelerini düşünüyor, aşkı, eğlenceyi bu kadar basit bulmalarına şaşıyordu.
Ah, kaçmak, uzaklara kaçmak, güneşli ve ağaçlı bir yolda bir ikindi saatinin tozları içinde tek başıma yürümek istiyordu.
Hâlbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.
Uzun zaman bir uçurum kenarında en tehlikeli adımlarla yürümüş bir adam gibi başı dönüyordu. Hiçbir zaman aklın serhaddi dediğimiz bıçak sırtında bu kadar uzun uzadıya dolaşmamıştı.
Unutmak lazımdı; bir kiri
üzerinden atar gibi unutmak …
Madem ki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacagiz..
.. kelimeler hayatın ahengini bozarlar..
Geniş ve gür hayat, şarkısını içimde söylüyor..
…her ıstırabın sonunda nihayet ölümün kurtuluş kapısı vardır; onun aralığından maddeye vaat edilen sükut sezilir…
Kendisini hakikaten deli ve zalim bir kudretin elinde esir zannediyordu.
Onda her şey çok tabii idi. Hatta yalan bile.
Kimin günahını yükleniyorum. Bu azap niçin sanki?
Bir insan aşk hakkında hiçbir fikri olmadan sevebilir ve bu sevgiyi muzaffer veya mağlup bütün ömrünce peşinden sürükleyebilir.
..sevilen ayrılığına en az tahammül edilendir..
Sonra hep aynı insanlar, aynı yüzler… Yalnızlık o kadar fena bir şey ki…
Kelimelerin benim için tek mânaları yok. Hepsi bir yığın tezat içinde.
Hayat ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir.
Fakat bu da geçecekti; ” elbette buna da alışırım”, diyordu. “İnsan nelere alışmaz ki…” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi?
… kelimeler hayatın ahengini bozarlar.
…somurtmuş kalbinde bir emel beslerdi.
Ah , kaçmak , uzaklara kaçmak , güneşli ve ağaçlı bir yolda bir ikindi saatinin tozları içinde tek başına yürümek istiyordu.
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Enkaz altında bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasına dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı.
Herkes kendi düşüncesinde, kendi hayatına gizlenmiş yaşıyorlardı.
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna.. Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizlendik sanırız.
Kuyunun dibindeyim” diyordu, onlar da öyle. Hepsi kendi içlerinde bir şey, ölü veya diri unutulmuş bir şey arıyorlar…
İnsan nelere alışmaz ki… Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? En sevdiğimiz varlıkları bile kaybetmeye alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca, senelerce görmemeye, mutlak, kat’î bir gurbet içinde yaşamaya alışmıyor muyuz?
elbette buna da alışırım”, diyordu. “İnsan nelere alışmaz ki…” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi?
…hayvan sevmiyor. Bu bir eksiklik.
Belki de büsbütün çıldıracağım… Büsbütün
Aşk bile onda bir nevi kaybetme korkusundan başka bir şey değildi artık.
Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler…
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cîfe olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başımın altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı..
Birdenbire bütün bu gördüğü şeylerin sadece kendi kafasının mahsulleri olması ihtimalini düşündü. Bu kadar çirkin ve galiz bir dünya, ancak bozulmuş bir düşüncede idrak edilebilirdi.
Kim bilir belki güneş doğunca bu işkence de biter
Eski ümit ağacı, Hain bir ısrarla yeni çiçekler açmak istiyordu
Sen cüssene bakmadan kainatı fethe kalkmışsın…
İki insanı birden sevmek? diye bir daha düşündü. Bu içinden çıkılmayacak kadar güç bir şey miydi?
Hakikatte ömrümüz bu cinsten bir yığın ölümlerle dolu idi. Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. “Hatta öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler…
Niçin her şeyi bir azap yapıyorum? Ben evvelce hiç böyle değildim.
Büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu. Fakat, aşkı o kadar idealleştirmişti ki, realitedeki manzarasına artık tahammül edemiyordu.
Oh, ne mesutsunuz bilseniz… Genis dünyada, kendi hayatını yaşamak, günlerin çıkrığını kendi ruhunun ilhamlarıyla çevirmek…
…hepimiz, büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız…
Anlıyor musun? Kadavra kurtları…
Niçin her zaman uyanık değiliz”, diyordu. “Niçin canlı bir vücudu, bir tahta bir taş yapan o rüyasız uykular gibi, etrafımızdan habersiz yaşıyoruz. Bu zenginlik içimizde iken, küçük tasaların, zavallı hesapların uğrunda ömrü harcamak ne kadar kötü. Bununla beraber o küçük tasaların, hesapların, hemen arkasında, omuz başında karanlıkta pusu kurmuş küçük düşmanlar gibi beklediklerini biliyordu. Çirkin, alaycı, zalim kalabalıkları, nefeslerini teninde duyacak kadar ona yakındı.
Hepsi yașıyor ve hepsi ölüyor.
Büyüklük arzusunu, tatmin edilmemiş azamet duygularını bir yığın küçük şeylerle doyuran ve bu yüzden mesut olanlara hayatta ne kadar çok tesadüf ederiz. Şu karısını veya çocuğunu bir hiç için azarlayan koca veya babanın yüzündeki ifadeye bakın: Size derhal Çaldıran meydanında Yavuz’u hatırlatmaz mı? Hâlbuki yaptığı iş ne kadar gülünç ve küçük. Pekâlâ göz yumabileceği bir hiçin üzerinde ısrar etmekten başka bir şey değil; fakat gözlerinde yanan şimşeğe, dudaklarda titreyen hiddete ve yüzdeki heybete dikkat edin.Biraz sonra kendisinin de lüzumsuz bulacağı bu ifratı, ne kadar ciddiyetle benimsemiş… Bütün hayat bu cins beyhûde sarf edilen büyüklük hisleriyle dolu…
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz, bir çöp, bit iskelet, bir cîfe olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur.
O bütün ömrünce büyülü bir eşiğin önünde adımlarını tecrübe etti; fakat her defasında içinde vaktinden evvel uyanan bir taraf onu bu eşiği atlamaktan, ileriye geçmekten menetti.
mesela sevilen ayrılığına en az tahammül edilendir; yahut gerçekten sevilen bizim kanatla birleşme noktamız oluyor demeli!..
Bazı insanlar benzerlerinin, hatta en yakınlarının kurbanı olmak için doğuyorlardı.
İnsan nelere alışmaz ki… ” Zaten hayat dediğimiz bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? “En sevdiğimiz mahlukları bile kaybetmeğe alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca, senelerce görmemeğe, mutlak, kat’i bir gurbet içinde yaşamağa alışmıyor muyuz?
Gençlik hayattan o kadar müstakil, o kadar tek başına bir şey ki.. Fakat bunu anlamak için insanın biraz yaşlanması lazım..
Onunla her karşılaşışımda hep aynı saadet hissi, beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum.
Birdenbire ömrümü ne kadar boş yere ve ne manasız şekilde harcadığımı anladım. Bir kaplumbağanın kabuğuna çekilişi gibi hiçbir manası olmayan bir vehimde, musallat bir fikirde yaşamış, bir sinir buhranına kendimi kaptırmıştım.
Gençlik hayattan o kadar müstakil o kadar tek başına bir şey ki.. Fakat bunu anlamak için insanın biraz yaşlanması lazım
İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur.

Cife: Leş

Bu saadetin yanında onu bir daha göremeyeceğini bilmenin ıstırabı bile küçük kalıyordu.
Çocukken sokağımızda bir havagazı lambası vardı. Gündüzleri söndürmeyi unuturlardı. Etrafına yabancı, yalnız kendi bildiği
bir şeyi bekler gibi öyle yanar dururdu; dalların yaprakların arasında. Sakın öyle bir şey olmayayım?
O anda içimden geçenleri size nasıl anlatmalı? Bu, aylarca toprağın karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi.
Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna…Her şeyi ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız.
Dünyanın belki en iyi kalbli insanları. Ama ne yaparsın ki hepsi dertli.
(…) Bir Gün Ben Her Şeyi Bırakıp Bu Küçük Yola Dalarsam, Onun Bittiği Yerde Bütün Saadet ve Hasretlerimi, Eski Yaşanmış Rüyalarımı Bulacağım, Temiz, Yepyeni, Mesut Bir Adam Olacağım.

Bunu Biliyorum, Fakat Yapamayacağımı da Biliyorum. Halbuki Bir Ömür Yaşanmağa Değer Bir Şeydir..

Siz unutabilir misiniz ki, biz unutalım? Ne tuhaf mahluklar bu insanlar…
– O halde.
– O haldesi yok. Madem ki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacağız.
Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatinde birisi gelip de bana “Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol” diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız…
…takvim dışı yaşardık.
Çünkü benim hayatımda, bütün iradesizlerde olduğu gibi, tesadüflerin korkunç bir rolü vardır.
Hayat , ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir. Güneş bir mezarlıktır ve toprak… ve biz…
Hayır, burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeyler ki… Halbuki ben bütün bir masalı olan bir adamdım.
Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu, ben o geceye kadar anlayamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim.
Bu ölümlü dünya uykusuz kalmaya değmezdi…
Fakat hayır, bu gece en çıplak, en zalim hakikatlerin gecesiydi.
Tabiatın sessizliği, dedi, öyle zannedildiği kadar korkunç bir şey değil. Yalnız biz buna bir türlü alışamıyoruz. Biz, bataklığı dolduran kurbağalar gibi mutlaka bu sesizliği bozmak istiyoruz
O, bütün ömründe bir küçük tereddüt ve şuur jestinin olduğu yerde dönmeğe mahkum ettiği bir bostan dolabı oldu.
Mademki ıstırap içimizdedir; çaresiz katlanacağız…
İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana ‘haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!’ diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, laletayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.
Yüz buruşuğunun, göz altındaki herhangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, bir gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü?
Bana gelince , kaybettiğim şeyi , yani kendimi hiçbir zaman sevmedim.
Unutmak lazımdı ; bir kiri üzerinden atar gibi unutmak …