İçeriğe geç

Hiçkimse Koyu’nda Bir Yıl Kitap Alıntıları – Peter Handke

Peter Handke kitaplarından Hiçkimse Koyu’nda Bir Yıl kitap alıntıları sizlerle…

Hiçkimse Koyu’nda Bir Yıl Kitap Alıntıları

Günün birinde bir aile kuracak olursam, bu, en son ferdine kadar okuyan bir aile olacaktır.
Yaşamımda dönüşümü şimdiye kadar bir kez yaşadım. Daha önceleri dönüşüm benim için bir sözcükten başka bir şey değildi ve başladığında – yavaş yavaş başlamamış, ansızın bastırmıştı – sonumun geldiğini sandım. Üzerimde idam kararı etkisi yapmıştı. Benim yerimde artık bir insan değil, bir pislik vardı
Birlikte oturduğumuz yerde kendimi baştan ayağa evimde hissetmiyorsam, ve hissetmeyeceksem, her türlü sevgi gösterisi boşunaydı.

Çünkü sevgi yalındı!

Göğsümde duyumsadığım o, neredeyse acı veren isteğin adı özlemdi.
Kafamı duvardan duvara vurmayı, kafatasımda pıhtılanan kanı kazımayı, iki yanlı bir testereyle zırhımı paramparça etmeyi
ne kadar sık istemiştim.

Ya şimdi zırhım olmasaydı

Sözün uygulayıcısı olun, salt dinlemekle yetinmeyin.
Don Kişot gibi gülünç, saçma sapan ve tek yönlü kahramanlar bazen insanlığa nasıl da gerekli oluyorlar!
Gelecek olanı sezinlerken nasıl gönül rahatlığı duyuyorsam, şu anda içinde bulunduğum durumun bilincinde olmak da beni bir o kadar sıkıyor.
Bu ‘farkına varmak’ zaten her zaman benim için sorun olmuştu. Araya her girişinde, yaşamın ortasında yaşamımı engellemişti. Birdenbire bilincine varıyordum, o anda soluğum kesiliyor ve tıkanıyordu, cümlenin
ortasında, yaşamın ortasında, coşkunun ortasında. Bilincimin mantıkla ortak hiçbir yanı yoktur, daha çok bir kötü cin
olarak araya girer, yıkıcıdır.
Okumak için varım.
Yalnızca tek bir kere tanımadığım biri karşıma çıktı ve toplumdan birinin benzerine dönüşmeksizin yabancı biri olarak kaldı.

Kafamı duvardan duvara vurmayı, kafatasımda pıhtılanan kanı kazımayı, iki yanlı bir testereyle zırhımı paramparça etmeyi
ne kadar sık istemiştim.

Ya şimdi zırhım olmasaydı ..

.

parça parça yaşamak..
bütün olarak anlatmak! ..
Benim çağım, benim düşmanım
Yeryüzü çoktan keşfedildi.
Ama kendim için Yeni Dünya olarak adlandırdığım bir şeyin hep ayırdında olacağım
Acaba ben de uzaktan daha mı iyiydim? Yoksa yalnızca ben mi başkaları için böyle şeyler duyumsuyordum
nelere ihtiyacım olduğunu bilmiyorum, ama yolculuğa ihtiyacım olmadığına eminim, en azından uzun bir yolculuğa.
Böylesi bir yolculuk açıkça kaçış demek olurdu.
Güzelliğin ne kadar yakında olduğunu unutmak istemiyorum,
en azından burada
scıs LEBEDUS SIT GABIIS DESERTIOR ATQUE
FIDENIS VICUS; TAMEN ILLIC VIVERE VELLEM,.
OBLITUSQUE MEORUM, OBLIVISCENDUS ETILLIS
NEPTUNEM PROCUL E TERRA SPECTARE FURENTEM
Kimse artık bir öyküyü hak etmiyor.
Dünyanın yüreği, yazıdır.
Yeryüzünde kim hala bir şarkıya gereksinim duyuyordu
Otuz yıl önce, şarkılar tek tek bilinirdi, şimdi hepsi kulağa aynı geliyor.
Yanıltıcı olan kim ya da neydi, dünya mı? Yüzyıl mı? Ben mi?
Aramızda büyük bir şey vardı ve o gitti.
Yanlış olan bendim.
Başarısızlığa uğradığımdan emin olarak bile yaşamayı beceremedim.
Acaba uzaktan hissedebilme yeteneğim daha çok şimdiki zamana karşı olan yeteneksizliğimden mi kaynaklanıyor?
İnsanın ölümsüz olmayışı anlaşılır gibi değil.
Ama bildiğim tek vizyon uzlaşmadır. Neden barış yok? Neden barış yok? Savaşı değil barışı gerilimli hale getirsinler büyükler.
İnsan yemek yediği tarzda yapıtlar ortaya çıkarır.
Ben balıkları çöle tükürmekten vazgeçtim.
Senin göz hizandan bakıldığında dünyaya başka ne anlatılabilir ki? Kimse artık bir öyküyü hak etmiyor. Ya da: Bu on yıllar içinde olası öyküsünü kaybetmemiş olan kişi nerede? Hayvan türleri giderek azalıyor, insan türleri ise giderek çoğalıyor. Bu insanların ilgisini çekmek için botanikçi olmak gerekiyor. Ama kendilerini dönüştüremeyen solucanlar, senin Goethe’ne göre hâlâ bitkilerin altındalar. Ayrıca anlatı, olsa olsa bir hastalık ya da bir organ kesildiği için duyulan acı, gökyüzü kendi kendini döndüren bir kitap gibi yok oldu, kitap kendi kendini döndüren bir gökyüzü gibi yok oldu. Yaşam artık yalnızca demiryolları, uçuş pistleri ve otoyollar üçgenine sıkışmış bir dünya. Belki herkes için yaşamın kitabı var olur. Ama o kitabın içinde ne vardır? Düşüncesi olmayan, duygusu olmayandan daha tehlikeli. Düşünce: Sürekli uzantılardı, ben hâlâ yalnızca küt kesilmiş şeyler görüyorum. Senden değişim istendi. Ama sen uydurmaya devam etmekten başka ne yaptın? Çürük bir ayak tırnağının dışında senden düşen birşey oldu mu? Koyun dışında dünyada daha derin, daha sıcak, daha uyanık olamıyorsun. Hâlâ koyda mısın? Anlatıcı olarak artık sana ihtiyaç yok, vakanüvis olarak ise kapı dışarı ediliyorsun. Bir merdiven, çabuk bir merdiven, Gogol’ün son sözleriydi bunlar. Gökkuşağı ışığı, evet, ama gökkuşağının çıktığı filan yok. Çocuklarımın hepsi yorgun.
‘Tanrı sürekli olarak yeryüzünün ölçüsünü alır.’
Göğsümde duyumsadığım o neredeyse acı veren isteğin adı özlemdi.
Ama hâlâ topraktaki kuş izlerinde, gökyüzüne baktığımdan çok daha derinlere bakıyordum.
O ülkede bulunmaya hakkım yokmuş gibi hissediyordum, bunun en önemli nedeni, ilkokuldan başlayarak son sınava kadar aldığım bütün karnelerde değişen el yazılarıyla ‘Uyruğu’ hanesinin karşısında ‘Vatansız’ yazıyor olmasıydı.
Dünyanın yüreği yazıdır: Genellikle yalnızca çocukların gözlerinin ve bisikletlerinin gizemli olduğu kadar gizemli. Yine okumalıyım. Okumak, tutkulu bir anlamayı istemek olduğu zaman harika bir tutku olurdu; anlamak istediğim için güçlü bir okuma isteği duyuyorum. Öyle üstünkörü okumak değil, öyküyü, kitabı içine almaya yatkın olmalısın? Sen öyle misin?
Don Kişot gibi gülünç, saçma sapan ve tek yönlü kahramanlar bazen insanlığa nasıl da gerekli oluyorlar!
Artık mutsuzluğunuzla yeryüzünün canını sıkmaya bir son verin!
Düşünce ufkum, insan günler boyunca gözlemlese ya da yalnızca izlese bile asla bulamayacağı olaylarla doluydu; evet, sanki yalnızca benim sürekli yazı yazışım, o güne kadar arazide görülmeyen, belki de hiç var olmayan yaratıkların ortaya çıkması için bir çağrıydı.
Kurtuluş olacaksa, işitme yolu ile olacaktı. Ama, şimdi işitecek ne vardı ki?
İster ana cadde üzerinde gidiyor olayım, ister yüzlerce yan yoldan birinde: Bu konutlar bana her sabah en katıksız biçimde, öğleden sonra da hâlâ sabah tazeliğinde gözüküyorlar. Ve kendi aralarında o kadar çeşitli boşluklar oluşturuyorlar ki, bu boşlukların içindeki şeyler, çalılıklar, çamaşır ipleri, oturma bankları ormanın en gerisinde, ya da boşluğun kendisi, ben oradan geçerken benimle birlikte yürüyor, yolculuk ediyor, at sırtında gidiyor, çekiliyor.
Cinlerin istediklerini yapmalarına izin ver, yoksa onlara yalnızca yeraltı kalır, hüzün.
Bazen, çevremdeki asıl görüntüye yaklaşabilmek için, kendimi onun içinden çıkarıyor ve geniş bir yay çizerek yine gerisin geriye yöneliyordum.
Önce Oğlum’un, sonra Katalan Kadın’ın taşınmasının ardından ev, boşluğuyla ve biraz da başlamanın getirdiği hırpanilikle pırıl pırıl parlıyordu ve ben, her şeyin üstünde tuttuğum ve bir cinayete uzun uzun hazırlanmaktan pek de farklı olmayan bir biçimde alçakça amaçladığım yapayalnızlığın böylece sağlanıp sağlanmadığını sordum kendime. (Ana: Sen ağaçların hışırtısını ve otların titreyişini paylaşamazsın – kitaptakinin dışında. )
Kaybolma oyunu sırasında aramızdaki gerçek ilişkinin bilincine varma konusunda bu ilişki sona erinceye kadar tereddüt ettim. Her yeni karanlık uyuşmazlık-gününde o da benim gibi, eski halimize dönmek için daha zamanımızın olduğunu düşünüyordu ve günün birinde: Çok geç oldu. Yalnızca oyun sona ermekle kalmamış, ikimizde bitmiştik. Ve şimdi, aradan zaman geçtikten sonra, yani artık çok geç olmuşken, düşünüyorum da, biz, ne bir zamanlar köprünün üzerinde, uyum içinde olmak için birbirine doğru yürüyen, ne de çıplak elle birbirini mahvetmek isteyen o iki kişiydik, tersine henüz hiçbir biçimde birbiri için keşfedilmemiş olan üçüncü yaratıklardık.
Yüreğin ortasında gerçekleşen ve hiçbir gündüz görüntüsünün ya da olayının yapamayacağı kadar insanın içine işleyen rüyaların bile hatalı olmaları olasılığı var mıdır?
Ve yapacağım iş esas olarak, geçen zaman içinde bana en çok uygun olduğunu fark ettiğim iş olacaktı: izleme işi. Her zaman iyi bir izleyici olmamış mıydım? İzlemenin eşliğinde olaylar salt etkilenmekle kalmamış, tersine yoktan var olmamış mıydı? Kahraman ya da eyleyen ya da müdahaleci olarak ortaya çıktığım her defasında, başkalarının karşısında rezil olmuştum. Buna karşın izleyici konumuna geçer geçmez, sanki kendi kendime gelmiş, sonra da izleme tarzım sanki elimden gelen hemen hemen tek eylemmiş gibi hissetmiştim. Ve izleyici olmadığı zaman oyuncuların hüzünlendiği ve savaşa geri döndüğüne dair fikrim değişmedi. Evet, bütün o hüzünlü yetkin kişiler: Bu noktada ben, tıpkı başlangıçta olduğum gibi, bir izleyici olmayı tercih ediyorum.
Birçok yanlış var, ama öyle anlaşılıyor ki bilerek yapılmışlar.
Orada kendi portresi olan bir maske gördü: Bu, efsaneye göre, anlık bir rüyada bütün yaşamının ayırdına varan, ama aynı zamanda da, tam tersine bu yaşamın kendisinin böyle bir rüya olduğunun da farkına varan bir adamın maskesiydi; maskede olağanüstü bir şaşkınlığın bir ifadesi vardı.
Uzay gemisi dünya, en ısrarlı protesto amaçlı tepinmeye bile, artık yanıt vermiyordu.
Her bir günün varlığı birdir ve aynıdır. Herakleitos
İnsanın kim olduğunu artık bilmemesi, bunun da ötesinde, atılan her adımda yeniden işlenen bir suçtu. Yalnızca çevresinin değil, kendi kendisinin gözünde de sınırı geçtiğinden bu yana kuralsız biriydi. Özdeşliği olmayışını, kutsal bir sönmüşlüğü yaşar gibi yaşamıyordu. Bu, kendisini -yalnızca kendi kendisinin gözüne gözüktüğü için- hiçbir yerlere gizleyemediği bir utanç anıtıydı.
İnsanın kim olduğunu artık bilmemesi, bunun da ötesinde, atılan her adımda yeniden işlenen bir suçtu. Yalnızca çevresinin değil, kendi kendisinin gözünde de sınırı geçtiğinden bu yana kuralsız biriydi. Özdeşliği olmayışını, kutsal bir sönmüşlüğü yaşar gibi yaşamıyordu. Bu, kendisini -yalnızca kendi kendisinin gözüne gözüktüğü için- hiçbir yerlere gizleyemediği bir utanç anıtıydı.
Dünya kurulmadan önce sahip olduğum yüzü arıyorum.
Yalan söylüyordum, tıpkı yaşamım boyunca söylediğim gibi, keyif almak için değil, öylesine nedensiz, salt sorguya çekildiğim ve ağzımı açmak zorunda kaldığım için.
Dünya beni beşik gibi sallıyordu ve ben cehenneme kadar savrulmuştum. Kendime boşluktan bir tanrı yaratmış, ancak daha sonra onun için uygun sözcüğü ve sonuç cümlesini bulamamıştım. Yardım bekliyordum, bunu için de herhangi birilerine, toprağa, gökyüzüne bakıyor, köşeden başımı uzatıyor, sonra yine sessizce: Buraya bakın, burada kimseye gereksinimi olmayan biri var! diyen adam oluyordum.
Ve bir keresinde de, olağanüstü gösterişli bir film çekmek üzere arkama bir kamera yerleştirildiğini varsayarak bütün bir gün boyunca masada oturdum, daktilonun basacağım tuşu, çeşitli kıtaları dolduran insan topluluklarının gözü önünde dev bir beyaz perdeye yansıyacaktı. Bir sözcüğün bitirilmesini beklerken duyulan heyecanı hissettim, sonunda bağlayıcı sözcük geldiğinde bütün salonla birlikte ben de derin bir iç çektim, sonra da, gece yarısını epey geçe cümle, gezegen büyüklüğünde bir noktayla tamamlanınca bütün dünyayla birlikte yerimden sıçradım. Ondan sonra ikinci cümleden, bir geçişten, bir geçitten daha sessiz bir şey olamazdı: bu sessizlikten daha sevecen bir şey.
İlk kez ruh ve beden acısından kurtulma ihtiyacı duyuyordum. Bu kurtuluşun da gündelik olaylarda, yerine getirilmesi gereken zorunluluklarda, görgü kurallarında ve deyimlerde olduğunu düşünüyordum.
Herkes gibi yapay insanlardı, bela kesilmek ve maraza çıkarmak için gelmişlerdi dünyaya; zaten hiç istenmemişlerdi, bir annenin karnından günahsız olarak doğmak yerine kullanılmaya ve parçalanmaya hazır olarak öylece fırlatılmışlardı; yalnızca gençlik bile cinayet aleti olarak bileniyordu; erkeklik çağı, insan larvalarının ardındaki yegâne katliamdı ve son olarak da ezgiden ve tınıdan yoksun kırılıp parçalanmalar, görüntü kayıpları, radar şemsiyesinin yok olması, yansızlaştırma.
Bugün baktığımda orada, daha çok kendi kendimin tanrısı olduğumu görüyorum, hemen ardından göğe yükselişin geleceği, gururlu bir yitmişlik beklentisi içinde bir tanrı.
Ve aslında kendimi, sanki benim için artık hiç kimse ve hiçbir şey yokmuş gibi, dünyaya hiç olmadığı kadar yakın hissediyordum. Bana haktır! Bu, içimi ısıtan bir düşünceydi. Hiçbir şey dürtüsü var sende! diyordu Katalan Kadın bana, hem de yalnızca o dönemde değil. Ama kim kime ne ne diyordu zaten? Kim kiminle ne yapıyordu ki? İkimiz arasında kim, kimdi?
Kısa bir zaman öncesine kadar, onun görüntüsünü sürekli olarak içimde sağa sola taşıyordum, ama şimdi: görüntü kaybı.
Bu kadın için doğru şeyin yalnızca tanrı olabileceği düşüncesine kapıldım. Ama bu, nasıl bir tanrıydı ve nerede kalmıştı? Bir bulut ya da yağmur biçiminde gökten inmeyeceği kesindi, daha çok senin benim gibi bir insan biçiminde görünecek ve onun kemikleşmiş güvensizliğini, bu güvensizlikle alay ederek üflediği gibi yok edecekti.
Kısacası o zamanlar, bir insanın ve bir yerin gözümde ‘bir’ olduğu tek dönemdi ya da bir insanın benim için bir yer anlamına geldiği; onun beni, benim yerim olarak algıladığı tek dönem.
Bütün yaşamım boyunca, dünyanın yaklaşılmazlığı, onun dokunulmazlığı ve ulaşılmazlığı, benim onun tarafından dışlanmışlığım, en acı verici biçimde sıkıştırdı durdu beni. Bu, benim ana sorunumdu.
Kendimi yalnızca, yegâne olan, kimse tarafından anlaşılmayan, en yakınları tarafından bile uğratıldığı haksızlıklar altında inim inim inleyen, bütün dünyanın karşı olduğu yalnız adam rolünde iyi hissediyordum.
Yalan söylüyordum, tıpkı yaşamım boyunca söylediğim gibi, keyif almak için değil, öylesine nedensiz, salt sorguya çekildiğim ve ağzımı açmak zorunda kaldığım için.
O zamanlar, şimdikinden pek farklı olmayarak, herkesin benimle aynı şeyleri görmesi ve duyması gerektiğine inanırdım.
Parmak uçlarımı eski kiraz ağacının fazlasıyla keskin kabuğuna sürtüyor ve sonra onları kokluyordum, kendimi duyarlı, daha duyarlı kılmak için; tıpkı bugün, Seine Tepeleri’nin arasındaki koyda, en küçük dalına kadar ölmüş olan yüksek kiraz ağacının tepesinde, bedenimin sınırlarından başlayarak sağır ve daha sağır olmaktan korkarak oturduğum gibi.
Bir görüntüden, bir sesten, bir cümleden etkilenmişsem bunun sorumlusunun yöresinde olmak, benim için öteden beri bir anlam taşırdı, özellikle sorumlu kişi çoktan o yöreden çıkıp gitmişse ve çoğunlukla da orada -tıpkı hemen hemen bütün büyük kentlerde olduğu gibi- kendisiyle aynı fikirde olanlardan oluşan koca bir grup ya da bir sürü oluşturmayıp tersine tek başına yaşamışsa.
Ben müzikten çok, başkaları tarafından heyecanlandırılmak istiyordum; müzik tarafından uyandırılan heyecan bana iyi gelmiyordu. Ya da: Beni açması gereken müzik, zaten benim içimde olmalıydı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir