İçeriğe geç

Hey Garson! Kitap Alıntıları – Murat Sevinç

Murat Sevinç kitaplarından Hey Garson! kitap alıntıları sizlerle…

Hey Garson! Kitap Alıntıları

İlk günlerde ilginç ve hatta şaşkınlık verici gelen her şey, bir süre sonra olağanlaşıyor, monotonlaşıyor ve bir başka sıkıcılığın parçası hâline getiriyor sizi.
İyi duvar ören biri, bir başbakandan daha evrensel bir iş yapıyordur.
Perihan Abla’nın mahallesinde ki mazbut yaşamdan, yalı ve köşklerde başka bir yerde yaşayamayan Türk tipi aileye nasıl da geçiverdik! Senaryo yazarları nasıl dünyalarda yaşıyorlar böyle. Dizilerdeki ailelerin fertleri yemek yemekten arta kalan zamanlarında birbirini yok etmek için plan yapıyor. Vallahi iyi ki fakiriz, Allah korumuş zenginleşmemişiz dedirtiyorlar insana!
Mutlu olur muydum? Belki. Yaşamadığını bilemez ki insan. Daha mutlu olmak mümkün müydü? Bilemem. Ayrıca mutluyum zaten bunun dahası nedir, var mıdır?
İnsanlar arasındaki muhtelif farklılıklar bir yana, herhalde yeryüzündeki en alçak ayrım, yoksulluk ve zenginlik arasında
1995 yazına girerken Londra şehrinin güneyinde taksiye binmek zorunda kaldım bir akşam. Şoför bir kadındı. Nereli olduğumu sordu ve bir iki hafta içinde Türkiye’ye döneceğimi öğrenince, Ne şanslısın, senin dönecek bir yerin var, dedi.
İyi bir şey, insanın dönecek bir toprağının olması
Sonra üç beş dakika nasihat etti. Ama can sıkıcı, snopluk kokan bir biçimde değil. Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini anlattı. Eğer burada kalırsan, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin, dedi. Şunu ekleyerek; İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.
Birine kal ya da git denir mi? Diyen olur da demeli mi?
Nasihat makamında olmadığımız gibi git ya da dön dairesi memuru da değiliz. Hiç birimiz değiliz. Gitmek ve kalmak, gitmeden ve kalmadan bilinebilecek, sonuçları öngörülebilecek tercihler değil.
Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak. Türkiye’de yaşamamayı, bir gelecek tercihi olarak benimsiyor oluşları.
Kendisini biraz geliştirmiş, iyi okullarda okuyan, bir dili iyi kötü öğrenmiş daha ziyade orta ve üst, orta tabaka mensubu ailelerin çocukları gitmek istiyor memleketten. Gitmek istiyorum diyenlerin sayısı artıyor hızla. Lisans ve lisansüstü eğitim için değil yalnızca. Yaşamak, yerleşmek için. Bir gelecek görmüyorlar bu ülkede. Şımarıklık, bencillik, sorumsuzluk, umutsuzluk.. Böylesine kitlesel bir gitme isteğini ve umutsuzluğu 17-18 yaşındakileri insanları itham ederek, küçük görerek ele almak doğru olmaz.
İyi de, zor koşullar ‘erdemi’ bu ölçüde önemsizleştirmeli mi hakikaten?
Perihan ablanın Mahallesi’ndeki mazbut yaşamdan, yalı ve köşkten başka bir yerde yaşayamayan Türk tipi aileye nasıl da geçiverdik? Senaryo yazarları nasıl dünyalarda yaşıyorlar böyle.
… servet ile görgü çoğu zaman doğru orantılı olmuyor!
… iyi ve güzel olan her ne varsa görünmez hale geldi; şirretliğin,kibrin,duyarsızlığın ve kinin tozu kiri altında.
Gitmek ve kalmak, gitmeden ve kalmadan bilinebilecek, sonuçları öngürülebilecek tercihler değil.
… “kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya…”
… İnsan onuruna saygı ve eşitlik mücadelesi çok önemli. Ezilen, haksızlığa uğrayan, bütün hıncını, dişini geçirebildiğinden alıveriyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Mutlu olur muydum? Belki. Yaşamadığını bilemez ki insan. Daha mutlu olmak mümkün müydü? Bilemem. Ayrıca mutluyum zaten bunun dahası nedir, var mıdır?
Önemli ve değerli olan, bir ‘meslek’ sahibi olmak. İyi duvar ören biri, bir başbakandan daha evrensel bir iş yapıyordur. Türkiye ne yazık ki herkes üniversiteden başka her şeye benzeyen üniversitelere gitmek istediği, düzgün meslek edinilemeyen bir memleket. Mesleksizler toprağı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Giderek artan bir yorgunlukla dolaşırken bir ara Bakan, nezaketten olsa gerek bizimle ilgilenme ihtiyacı hissetti ve orada ne yaptığımızı sorup Mülkiyeli olduğumu öğrenince hem çok şaşırdı hem mutlu oldu. Bir Mülkiyeli garson, diğer Mülkiyeli Dışişleri Bakanı’na, penguen kıyafeti içinde sosis ikram ediyordu. Hayat işte
Türk filmlerinde küçük rollerde oynayan çok tanıdık bir yüz vardı; rahmetli Suzan Akay. ‘Tuvaletçi Kadın’ olarak da bilinir. Bir yerde ‘mutlu olup olmadığı’ sorulduğunda mealen, “Eğer hayat böyle bir şeyse kabul, ama başka yerde daha iyi bir hayat varsa oraya gitmek isterdim,” diyordu. Hüzün verici bir kabullenme ve aslında kabullenememe hâli
Bulunduğu yerin tadını çıkarıp kıymetini bilerek, her ne yapıyorsa olabildiğince verimli hâle getirmek dururken, bir ömür, ‘olmayanı’ düşünüp karşısında kim var kim yok eziyet edenler
Eğer günlük tutsaydım, muhtemelen bazı şeylerin doğrusunu yazmazdım.Her şeyi olduğu gibi hatırlamak istemezdim yıllar sonrasında.
İnsanlar arasındaki muhtelif farklılıklar bir yana, herhalde yeryüzündeki en alçak ayrım, yoksulluk ve zenginlik arasında
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var.
Türkiye ne yazık ki herkesin üniversiteden başka her şeye benzeyen üniversitelere gitmek istediği, düzgün meslek edinilmeyen bir memleket. Mesleksizler toprağı.
Gitmek isteyenlerin derdi, orada yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak
İnsan bildiği kadar düşünebilir ve yaşar
Eninde sonunda mutluluk da öğrenilen bir şey değil mi?
parasız olmak mesele değil, bunu anlatacak insan olmayışı, derdin büyüğü
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var.
Türkiye ne yazık ki herkesin üniversiteden başka her şeye benzeyen üniversitelere gitmek istediği, düzgün meslek edinilmeyen bir memleket.Mesleksizler toprağı
Bir insan bir kaç ömür geçirse, belki birinde tecrübe eder. Oda belki!
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var.
Yalnızlık.Dertleşecek birilerinin olmaması, sevdiğiniz herkesin uzakta oluşu çok can sıkıcı. Pek insan meraklısı sayılmam ama ‘Yalnızlık ALLAH’a mahsustur.’ dememişler boşuna.
Eğer hayat böyle bir şeyse kabul, ama başka yerde daha iyi bir hayat varsa oraya gitmek isterdim.
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var. Diyeceğim, parasız olmak mesele değil, bunu anlatacak insan olmayışı, derdin büyüğü.
herkesin başına gelebilir böyle şeyler. Ancak dedim ya, bazıları da yalnızca sizin başınıza geliyor işte ve onlar da sizi siz yapıyor.
İyi bir şey, insanın dönecek bir toprağının olması
Gitmek isteyenlerin derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak
Sizin dert dediğiniz, diğeri için konu dahi değil!
Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğer sekizi yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada akıl almaz bir biçimde, emeğinin karşılığını olan bahşişler garsonlara verilmiyordu. Türk lokantası ve patronu Mısırlı olan Fransız lokantası. Anlayacağınız ‘dinde’ güncelleme yapılır mı yapılmaz mi bilemem ancak ‘dindarda’ bir güncelleme yapılması hiç fena olmaz!
Garson zemin ahşabının arasına sıkışıp kalmış ekmek kırıntılarını fark edecek kadar sade bir yaşam sürer. Evet, o ekmek kırıntılarını fark etmek, sade ve özenli bir bakış gerektirir. Çok mu sıkıcıdır böylesi? Basit ayrıntılar üzerine kafa yormak, yormak zorunda kalmak.
örneğin yetenekli aktör Daniel Day Lewis aynı zamanda çok iyi bir marangoz. Dany DeVito şöhret olmazdan önce berbermiş.
Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak.”
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var.
“Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi orada bir yaşam kurmaktan çok burada yaşamamak.”
“Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak.”
Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak
Can yakıcı yoksunluklar ve sert yaşam mücadelesi, o siyahın ve beyazın en katıksız hallerini çıkarıyor içimizden. İnsanlar arasındaki muhtelif farklılıklar bir yana, herhalde yeryüzündeki en alçak ayrım, yoksulluk ve zenginlik arasında
Gitmek isteyenlerin derdi orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak.
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var. Diyeceğim, parasız olmak mesele değil, bunu anlatacak insan olmayışı, derdin büyüğü.
Sözün özü, evet böyle maceralarda parasızlık çok muhtemel ama yeter ki yalnızlıkla birleşmesin, o fena çünkü. Eğer sıkıntıları anlatacak ve sizi, size yük olmadan kollayacak iyi kalpli insanlar varsa çevrenizde, parasızlık taşınmaz bir dert olmaktan çıkıp eğitim ve öğretim imkanıa dönüşüveriyor.
Bazen, en acı veren deneyimin dahi ne denli işe yarar olduğunu Yıllar Sonra fark edebiliyor insan.
Biraz uzak bir terminoloji sanırım, dünya güzeli ‘yerli’ kültürümüze. Her bir yanı kin ve öfkeyle, emek ve bilgi düşmanlığıyla, cahil özgüveni, küstahlığı ve şirretliğiyle, kendini bilmezlik ve sarmalanmış memleketin, hem sağına hem soluna, uzak.
Çok uzak ve ne yazık
Hani torun tombalak AVM’ye gidiyor ve acıkınca üst kattaki atıştırmacılara oturuyorsunuz ya Hani siz o koridorlarda köftenizi yerken, çevrenizde üniformalar içinde birileri dolaşıyor, tepsilerinizi alıp götürüyor ve sonrasında sizin döküntülerinizi temizliyor Hatırladınız mı o üniformalı kadın ve erkekleri? İşte o kadın ve erkekler bir iş yapıyorlar ve sizlerle eşit yurttaşlar. Bir gün olsun o insanların var olduklarını fark edip ‘merhaba’ diyebilir, teşekkür edebilir, hal hatır sorabilirsiniz. Hiçbir farkınız yok. Eşitsiniz. Başka işler yapıyorsunuz yalnızca. Sizlerle aynı mekanın, ancak bambaşka bir dünyanın insanı olan garson, hiç fark etmediniz ayrıntıları görüyor o mekanda sabahtan akşama dek. Zeminde sıkışıp kalmış ekmek kırıntılarını fark ediyor örneğin
Sorun şu ki ‘gitmek isteyenlerin’ derdi, orada bir yaşam kurmaktan çok, burada yaşamamak. Türkiye’de yaşamamayı, bir gelecek tercihi olarak benimsiyor oluşları.
aynı insan, çok kotü de olabiliyor çok iyi de. Buna mukabil şu bir gercek sanırım: Can yakıcı yoksunluklar ve seet yaşam mücadelesi, o siyahın ve beyazın en katıksız hallerini çıkariyor içimizden. İnsanlar arasındaki en muhtelif ayrım, yoksulluk ve zenginlik arasında
( )
Sonra üç beş dakika nasihat etti. Ama can sıkıcı, snopluk kokan bir biçimde değil. Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini anlattı. Eğer burada kalırsan, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin, dedi. Şunu ekleyerek; İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.
Bu arada kahve demişken, şunu söylemeyi unutmayayım. On kişilik bir masa Türk kahvesi istedi, diyelim. Müşteriye ciddi bir ifadeyle kahvelerini nasıl içecekleri sorulur, tek tek kağıda işaretlenir ve sonra hepsi az şekerli yapılır. Eh kusura bakmasınlar! O zamanlar böyle kahve makineleri filan da yok; cezveyle on kişiye tek tek kahve mi yapılır gece yarısında. Kapuçino makinesinde hepsini az şekerli yapar, masanın başına gelir ve müşterilerinin önüne, Az şekerli sizin, Efendim bu da sade, diyerek dağıtırsınız. Üç kadeh şarap ardından hiçbirinin itiraz edecek hali ve farkı anlayacak damağı kalmamıştır tahmin edebileceğiniz gibi.
‘Şu anda Bülent Ersoy ” Ne çileler var başımda, kadere bak. ” diyor ama bunu pek sevmiyorum. Bir senin başında mı çile var; kader diye diye helak ettiniz insanları.’
”Evvela, farklılıkları görüyor insan. Ne kadar çok insan olduğunu, o insanların her birinin başkalığını, o başka başka insanların senin sevip değer verdiğin hiçbir şeyden haberdar olmadığını, duygulandığın şarkı sözlerinin onlara bir şey ifade etmediğini Böyle olunca, insan kendi dertlerini de fazla önemsememeye başlıyor aslında. Sizin dert dediğiniz, diğeri için konu dahi değil! ”
‘Eğer hayat böyle bir şeyse kabul, ama başka yerde daha iyi bir hayat varsa oraya gitmek isterdim.’

Suzan Akay

Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var.
kendimle başbaşa kaldım ve ne yazık ki o esnada kendim, başbaşa kalmayı tercih edeceğim son insandı.
Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğer sekizi yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada akıl almaz bir biçimde, emeğinin karşılığını olan bahsisler garsonlara verilmiyordu. Türk lokantası ve patronu Mısırlı olan Fransız lokantası. Anlayacağınız ‘dinde’ güncelleme yapılır mı yapılmaz mi bilemem ancak ‘dindarda’ bir güncelleme yapılması hiç fena olmaz!
Bu coğrafyada, içselleştirilmiş bir kaba sabalık söz konusu sanki.
Tercih edilen yalnızlık ile mecbur kalınan yalnızlık arasında derin mi derin bir uçurum var.
Türkiye ne yazık ki herkesin üniversiteden başka her şeye benzeyen üniversitelere gitmek istediği, düzgün meslek edinilmeyen bir memleket. Mesleksizler toprağı.
Listede, dünya ve Türk edebiyatının klasikleri vardı. İyi bir akademisyen adayının bu eserleri mutlaka okuması gerektiğini, edebiyat bilmeden akademisyenlik yapılamayacağını söyledi.
Keşke bir müzik aletini çok iyi çalabilseydim. Yazık ki, İstanbul’da tamamladığım ilk orta ve lise eğitimi, bana okuma yazma dışında bir şey kazandırmadı. Hiçbir şey. Ne öğrendiysem, ablamlar sayesinde tiyatro,sinemaya giderek ve bir yaştan sonra okuyarak,şehir yollarını arşınlayarak öğrendim. Yıllarca o okullara gideceğime,okuma yazmayı dışarıda öğrenip bir de örneğin piyano ya da saz çalabilseydim ,çok daha mutlu bir insan olabilirdim. Yedi yaşım ile üniversite arasındaki eğitim yaşamım, zaman kaybından başka bir şey değil.
Tabii ‘sen’ meselesine hiç girmiyorum. ‘sen’ kim oluyorsun ki bana ‘ sen ‘ diyorsun?! Ama memlekette herkes herkese ‘sen’ deme eğiliminde olduğu için , böylesi hadsizliklere ister istemez alışıp katlanıyorsunuz.
Daha önce de yazdım malum ,dilin parçası sayılır, ‘lütfen’ ve ‘teşekkür.’ Hani diyorlar ya,Türkler Avrupa’ya tuvalet ve hijyen öğretti filan fıstık ;keşke onlar da bize biraz ‘lütfen’ demeyi, ‘teşekkür etmeyi’ öğretseymiş.Türkiye’de ortalama müşterinin garsonlara davranışı, bana kalırsa insan onuruna aykırıdır. Bizim son derece ‘zarif’ ortalama, yaşamının hiç bir alanında ‘eşitlik’ düşüncesiyle ilişki kurmadığı için, doğal olarak garsonların da insan, zarif davranılması gereken ‘yurttaş’ olduğu gerçeğinin farkında değildir. Garsonlara teşekkür edilmediği için, demokrasi de olunamıyor. Nasıl analiz ama!
İnsanın, zarafeti ve iyi niyeti.
Biraz uzak bir terminoloji sanırım, dünya güzeli ‘yerli’ kültürümüze. Her bir yanı kin ve öfkeyle, emek ve bilgi düşmanlığıyla, cahil özgüveni, küstahlığı ve şirretliğiyle, kendini bilmezlikle sarmalanmış memleketin, hem sağına hem soluna, uzak.
Çok uzak ve ne yazık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir