İçeriğe geç

Hep Aşka Dair Kitap Alıntıları – Bell Hooks

Bell Hooks kitaplarından Hep Aşka Dair kitap alıntıları sizlerle…

Hep Aşka Dair Kitap Alıntıları

Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Love does not lead to an end to difficulties, it provides us with the means to cope with our difficulties in ways that enhance our growth
Ülkeyi kapı kapı dolaşıp insan aile içi şiddet konusundaki görüşlerini soracak olsanız heme herkes kadına yönelik şiddeti desteklemediğini, bunun ahlaken de etik olarak da yanlış bulduğunu söyleyecektir. Gelgelelim kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmanın biricik yolunun ataerkiyi reddetmekten geçtiğini ve bunun erkeklerin salt biyolojik farklılık nedeniyle kadınlardan daha fazla hak ve ayncalıklara sahip olmaları gerektiği, erkeklerin kadınları idare edebilmek için üzerlerinde tahakküm kurmak zorunda oldukları yönündeki hâkim görüşün artık kabul edilemeyeceği anlamına geldiğini söylediğinizde, tartışma oracıkta kapanacaktır. İnsanların savunduklarını iddia ettikleri değerler ile bu değerleri gerçeğe dönüştürme; daha eşit bir toplum yaratmak için düşünceyle eylemi, teoriyle pratiği örtüştürme istekleri arasında koca bir uçurum vardır.
.
Romantik ortaklar için özel olarak ayrılmış özel bir aşk yoktur.

Gerçek sevgi, kendimizle, ailemizle, arkadaşlarımızla, partnerlerimizle, sevmeyi seçtiğimiz herkesle olan ilişkimizin temelidir.

Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Sevmeyi kendimizin ve bir başkasının ruhsal gelişimini besleme iradesi olarak kavradığımızda incitildiğimiz ve istismara uğradığımız bir ilişkide sevgiden söz edilemeyeceği bizim için çok açıktır.
Gerçek aşkı tattım ben, tadını biliyorum. Ve bu deneyim ona duyduğum özlemi, onun peşine düşme hevesimi perçinliyor. Hayatımdaki ilk gerçek aşkı rüyamda yaşadım. Sinema konulu bir konferansa davet edilmiştim ve katılmayı pek istemiyordum. Bir anda sayısız yeni fikir bombardımanına tutulmaktan nefret ederim; bünyemde fazla yemek yemişim gibi bir his uyandırır bu durum. Ama rüyamda bu konferansa katılırsam orada hayallerimin erkeğiyle karşılaşacağımı gördüm. İmgeler o kadar gerçekçi, o kadar canlıydı ki konferansa katılmak zorunda olduğum hissiyle uyandım. Bir kadın arkadaşımı arayıp rüyamı ona anlattım. Yaşanacaklara şahit olmak için benimle konferansa gelmeyi kabul etti. Birkaç hafta sonra, konferans yerine bir oturumun tam ortasında ulaşabilmiştik, konuşmacılar sahnedeydi. Rüyamda imgesini gördüğüm erkeği anında ayırt ettim. Oturumdan sonra onunla tanıştım ve sohbet ettik. Onunla tanışmak yıllar önce izini kaybettiğim bir akrabamı veya arkadaşımı görmek gibiydi. Akşam birlikte yemeğe çıktık. En başından beri aramızda karşılıklı bir tanışlık hissi vardı. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyorduk.
Aşk bir proje olarak tasvir edilir ve medya, özellikle sinema endüstrisi bizi bu projenin mimarları ve planlamacılarının kadınlar olduğuna inandırmaya çalışır. Kadınların aşk konusunda fazlasıyla duygusal, uslanmaz romantikler olduklarını, erkeklerin kadınlar nereye götürürse oraya gittiklerini hayal etmek herkesin hoşuna gider. Heteroseksüel olmayan ilişkilerde bile bir bireye dişil, diğerine eril rolün tayin edildiği bir lider ve havarisi paradigması sıklıkla baskındır. Partnerimize seçim yapma ve karar alma yetisinden yoksun bir şekilde aşık olduğumuz -çünkü kimya diye bir şey vardır, bir çıt sesi duyarız ve işte olan olur, sökün eder ve dizginleri ele alır- fikrini hokkabaz şapkasından çıkaran elbette ki lider rolünü oynayan kişidir. Böyle bir aşk düşüncesi ne hissettiklerine dokundurmamak isteyen ataerkil erkeklik nosyonlarıyla sosyalleşen erkekler için özellikle kullanışlıdır. Thomas Merton’ın Love and Need adlı makalesindeki saptamasıyla, ‘ Aşka düşmek’ [fall in love] ifadesi, aşka ve hayatın kendisine dönük -korku, dehşet, büyülenme ve şaşkınlık karışımı- tuhaf, olağan dışı bir tutumu yansıtır. Kaçınılmaz ama asla tamamen güvenilmemesi gereken bir şey karşısında duyulan kuşku ve tereddüdü anıştırır. Ne hissettiğinizi bilmiyorken aşkı seçmeniz zordur, dolayısıyla en iyisi düşmektir. Hem böylece eylemlerinizin sorumluluğunu almak zorunda da kalmazsınız.
Ataerkil düşünce kadınları sevmeleri gerektiğine inanmaları için cesaretlendirir ama bu, sevme işinde erkeklere kıyasla duygusal anlamda daha donanımlı olduğumuz anlamına gelmez. Pek çoğumuz sevmekten korkarak daha ziyade bir eş bulmaya odaklanırız. Kadınları eş bulabilmek için aldatmaya, her türlü manipülasyonu yapmaya teşvik eden The Rules: Time-tested Secrets for Capturing the Heart of Mr. Right gibi kitapların büyük ticari başarı elde etmesi, günümüzün gereği olan sinizmi sarih bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu tür kitaplar eski kafa cinsiyetçi cinsiyet farklılığı nosyonlarını meşru kılar ve kadınları, kadın ile erkek arasında karşılıklı saygı, açıklık ve ilgiye dayalı bir ilişki olamayacağına inandırmaya çalışır. Kadınlara ilişkilerin daima iktidar, manipülasyon ve baskı meselesi olduğu, karşındaki insana iradesi dışında dahi olsa istediğin şeyi yaptırmak meselesi olduğu mesajı verilir. İktidar oyununu oynarken kadınsı hile ve baştan çıkarmaları nasıl kullanmaları gerektiği öğretilir; asla ama asla nasıl sevmeleri, nasıl sevilmeleri konusunda bilgiler verilmez.
Verdiği mücadeleyi gözlemlerken erkeklerin ataerkiye bağlı olmamayı tercih ettiklerinde nasıl da az destek gördüklerini fark ettim. Her ne kadar aralarında kuşak farkı olsa da hayatıma giren bu iki liberal erkeğin ikisi de sevgi meselesine çok fazla kafa yormamıştı. Kamusal alanda cinsiyet eşitliğini desteklemelerine karşın özel alanda çuvallıyor, sevgiyi, aşkı kadının meselesi olarak görüyordu. Onlar için ilişki, ihtiyaçlarını karşılayacak birini bulmaktan öte bir şey değildi.
Yakın arkadaşlarım birilerine aşık olup da bir anda kendilerini geriye çektiklerinde özellikle büyük bir yıkım yaşadığımı söylemeliyim. En yakın arkadaşlarımdan biri kendisinden benimle görüşmemesi talebinde bulunan bir sevgiliyle birlikte olmaya başladığında hele, hepten yıkılmıştım. Sadece her şeyi birlikte yapmaya başlamakla kalmamışlar bir de arkadaşımın kimlerle arkadaşlık edeceğine sevgilisi karar vermek istemişti.
Pek çoğumuz arkadaşlıkların hiçbir zaman aile bağları kadar önemli görülmemesi gerektiğini daha çocukluğumuzda öğreniriz. Ne var ki arkadaşlık, çok büyük bir kısmımız için kurtarıcı sevgi ve bizimle ilgilenen bir topluluğun yüzümüze ilk tebessümü kondurduğu yerdir.
Kadınların geleneksel olarak erkeklerden daha fazla dedikodu yapıyor olmasının bir nedeni, dedikodunun kadınların gerçek duygu ve düşüncelerini rahatça ifade edebildikleri bir sosyal etkileşim olagelmesidir. Kadınlar genelde normal zamanlarda kendi fikirlerini değil, dinleyicinin hoşuna gideceğini düşündükleri şeyi söylerler. Dedikodu yaparken ise, o zaman aslında ne düşündüklerini paylaşırlar. Olumlu bir öz saygı geliştirdiğimizde, başkalarını memnun etmek için oluşturulan sahte benlik ile gerçek benlik arasında bölünmeye ihtiyaç duymayacağız.
Çok sık yalana başvuran bir arkadaşım bana insanları kandırmayı, onları gerçek olmadığını sadece kendisinin bildiği bir bilgiye göre hareket ederken görmeyi sevdiğini söyledi. Ve bu arkadaşım on yaşında.
Harriet Lerner, The Dance of Deception’da cinsiyetçi sosyalleşmenin kadınları kendilerini mutlu etmek için numara yapmaya, manipüle etmeye ve yalan söylemeye nasıl teşvik ettiğine dikkat çeker. Lerner, sürekli rol yapma ve yalan söylemenin kadınları gerçek hislerine farklı yollardan nasıl yabancılaştırdığını, depresyona ve öz farkındalıklarını yitirmelerine nasıl yol açtığını gözler önüne seren genel bir çerçeve çizer.
Erkeklerden çok kadınların kişisel gelişim kitaplarını satın alıyor, çok satanlar listesindeki bu kitaplara bir dolu para harcıyor olması, bu kitapların gerçekte hayatlarımızı dönüştürmemize yardımcı olduğu anlamına gelmiyor. Ben tonlarca kişisel gelişim kitabı aldım, okudum. Yalnızca birkaçı hayatımda bir fark yarattı. Ve bu durumdaki tek okur ben değilim.
Aşkın erkekler için başka kadınlar için başka anlama geldiğini ve aynı dili konuşmadığımızdan iletişim kurma noktasında cinslerin birbirlerinin acizliklerini anlayışla karşılamaları, uyumsamaları gerektiğini ileri süren yazarlar beterin de beteri zaten. Bu yazın türü hayli popüler çünkü toplumsal cinsiyet rolleri, kültür ve sevgiye ilişkin sabit düşünme biçimlerinde en ufak bir değişiklik talep etmez. Daha sevgi dolu bireylere dönüşmemize yardım edecek stratejiler ortaya koymak yerine, herkesi sevginin olmadığı koşullara uyum sağlamaya çağırır.
Bu tür kitapları koşa koşa satın alanlar, erkeklerden daha çok kadınlardır. Böyle çünkü biz kadınlar, hepimiz sevgisizlikten kaygı duyuyoruz. Pek çok kadın hiçbir zaman sevmeyi; sevilmeyi gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor, dolayısıyla mevcut ilişkilerindeki, özellikle de aşk hayatlarındaki acıyı hafifletmelerine, huzuru, keyfi ve neşeyi artırmalarına yardımcı olacak stratejilere dünden razılar.
Aşkı tanımak, tatmak istiyordum ama kendimi bir başkasına vermekten, ona güvenmekten korkuyordum. İçten davranmaya çekiniyordum. Sevmekle ilgilenmeyen erkekleri seçerek sevmeyi hep tatmin edici olmayan bir bağlam içinde pratik edebiliyordum. Doğal olarak, sevilme ihtiyacım karşılanmıyordu. Aldıklarım oldum olası almaya alışık olduğum şeylerdi: Genellikle belli bir derecede düşüncesizlik, kayıtsızlık ve kimi koşullarda düpedüz zalimlikle iç içe geçmiş bir ilgi ve yakınlık. Zaman zaman ben de incitici oluyordum. Aşkı tanımak isterken gerçek anlamda yakınlaşmaktan korktuğumu fark etmem için uzun bir zaman geçmesi gerekti. Pek çoğumuz hiçbir zaman sevgiye dönüşmeyen yakınlık ve ilgi temelli ilişkileri tercih ederiz çünkü bunları daha güvenli buluruz. Talepler sevginin gerektirdikleri kadar çok değildir. Risk o kadar büyük değildir.
Birinin bizi derin bir şekilde kendine çektiğini hissettiğimizde, enerjimizi o kişiye yükleriz (catect ), yani duygu ve heyecanımızı o kişiye yatırırız. Sevilenin bizim için önemli hale geldiği bu yatırım süreci, kateksi ( cathexis ) olarak adlandırılır. Peck, kitabında yerinde bir saptamayla pek çok insanın söz konusu yatırımı sevmek sandığının altını çizer. Yatırım sürecinde kendilerini karşısındaki kişilere bağlanmış hisseden bireylerin, bu kişiler onları önemsemiyor veya incitiyor olsa bile nasıl ısrarla bu kişileri sevdiklerini söylediklerini hepimiz biliyoruz. Hissettikleri duygunun aşk olduğunda diretmeleri tam da gerçekte kateksi hissinin sonucudur.
Öğrenme koltuğunda kalbin değil aklın oturduğuna inanmamız öğretildiğinden, çoğumuz aşktan duygusal yoğunlukla
söz edersek zayıf ve akılsız görüleceğimize inanırız. Söylemek
zorunda olduğumuz şey sevgisizliğin sevgiden daha yaygın
olduğu gerçeğine dikkat çekiyorsa aşktan konuşmak daha da
zorlaşır. Öyle ki çoğumuz aşktan söz ederken tam olarak neyi
kast ettiğimizden veya aşkın nasıl ifade edileceğinden pek de
emin değilizdir.
Diğer taraftan, kırk yaş üzeri yalnız bir kadın ne zaman lafı aşka getirecek olsa, cinsiyetçi bakış temelli varsayım anında devreye giriyor: Erkeksizlik başına vurmuş. Kadının hararetle ve doğrudan doğruya mevzunun kendisiyle ilgileniyor olabileceği kimsenin aklının ucundan geçmez. Felsefi bir çabayla sevginin, aşkın gündelik hayattaki metafiziksel anlamını kavramaya çalıştığını kimse düşünmez. Hayır efendim, o sadece ama sadece baştan çıkaran cazibe olmaya çalışıyor olabilir.
Öğrenme koltuğunda kalbin değil aklın oturduğuna inanmamız öğretildiğinden, çoğumuz aşktan duygusal yoğunlukla söz edersek zayıf ve akılsız görüleceğimize inanırız.
Ama nihayetinde alaycılık, hayal kırıklığına uğramış bir kalbin maskesidir.
“Kendimize başkalarından görmeyi hayal ettiğimiz sevgiyi göstermek, kendimizi nasıl seveceğimiz konusunda en iyi reh­berlerden biridir.”
“Mutlu bir ev, sevginin serpilebileceği bir yerdir.”
“Pek çoğumuz hiçbir zaman sevgiye dönüşmeyen yakınlık ve ilgi temelli ilişkileri tercih ederiz çünkü bunları daha güvenli buluruz. Talepler sevginin gerektirdikleri kadar çok değildir. Risk o kadar büyük değildir.”
“Öğrenme koltuğunda kalbin değil aklın oturduğuna inan­mamız öğretildiğinden, çoğumuz aşktan duygusal yoğunlukla söz edersek zayıf ve akılsız görüleceğimize inanırız.”
.
Nadiren, herhangi birimiz yalnızlık içinde iyileşiriz.

İyileşme bir paylaşım eylemidir.

.

sevgi “kişinin kendinin veya bir başkasının tinsel gelişimini beslemek amacıyla benliğini genişletme iradesi”
Düzmece sevgi nosyonları bize sevgiyi hiçbir acı duymayacağımız, sabit bir mutluluk halinde var olacağımız bir yer olarak öğretir.
Ataerkil düşünce kadınları sevmeleri gerektiğine inanmaları için cesaretlendirir ama bu, sevme işinde erkeklere kıyasla duygusal anlamda daha donanımlı olduğumuz anlamına gelmez. Pek çoğumuz sevmekten korkarak daha ziyade bir eş bulmaya odaklanırız. ( ) Kadınlara ilişkilerin daima iktidar, manipülasyon ve baskı meselesi olduğu, karşısındaki insana iradesi dışında dahi olsa istediğin şeyi yaptırmak meselesi olduğu mesajı verilir. İktidar oyununu oynarken kadınsı hile ve baştan çıkarmaları nasıl kullanmaları gerektiği öğretilir; asla ama asla nasıl sevmeleri, nasıl sevilmeleri konusunda bilgiler verilmez.
Ne bir arkadaş ne de sevgili, ne koca ne karı, ne topluluk ne komün duyduğumuz o en derin ihtirası, birlik ve bütünlük ihtirasını bastırabilir.
İnsan, hırsını sürdürmek ve tatmin edebilmek için tahakkümü desteklemek zorundadır. Ve tahakküm dünyası daima sevgiden yoksun bir dünyadır.
Aşkın bizi kurtaracağını, bütün sorunlarımızı çözeceğini veya sabit bir mutluluk ve güvenlik hali sunacağını düşünmek, sevginin gerçek gücünü -ki bu, bizi dönüştürme gücüdür- sarsarak bizi fantezi dünyasında mahsur bırakır. Pek çok insan aşktan bir uyuşturucu madde etkisi göstermesini, onları bir anda uçurmasını ve hep orada tutmasını bekler.
Gerek yoksul gerekse varlıklı kesimde madde bağımlılığının yaygın görülmesi maddi tüketime duyulan psikotik arzuyla bağlantılıdır. Madde bağımlılığı sevme yetimizi elimizden alır. İsteklere ve ihtiyaçlara saplanıp kalmak ki tüketimciliğin bizden beklediği tam da budur, psikolojik açıdan bireyde bitmez tükenmez bir isteme halini doğurur.
Vizyon, kişinin yürekten istediği bir geleceği ifade eder ve bunu öyle duru, öyle ikna edici bir şekilde yapar ki enerji, uzlaşı, duygudaşlık, siyasi irade, yaratıcılık, kaynaklar, özetle bu vizyonu gerçekleştirmek için gereken her şeyi bir araya toplar.
Yalıtılma ve yalnızlık, bunalım ve çaresizlik hissinin başlıca nedenleridir. Fakat bunlar, nesnelerin insanlardan daha önemli olduğu bir kültürde yaşamanın doğal sonucudur. Maddiyatçılık, yaşam odağının salt edinme ve tüketime dayalı olduğu narsistik bir dünya yaratır.
Bugünün dünyasında bize gerçeklerden korkmamız, gerçeklerin daima incitici olduğu öğretiliyor. Dürüst insanları saf ve potansiyel kaybedenler olarak görmeye özendiriliyoruz. Gerçeğin iş görmediği, yalanların daha önemli olduğu görüşünü derilerimizin altına çip gibi yerleştiren kültürel propaganda bombardımanı altında hepimiz birer potansiyel kurbanız. Tüketim kültürü özellikle yalana teşvik ediyor.
Adaletin özü, doğruyu söylemek; kendimizi ve dünyayı olmasını istediğimiz gibi değil, olduğu gibi görmektir. Son yıllarda sosyologlar ve psikologlar her geçen gün daha fazla yalan söylediğimiz bir toplumda yaşadığımızı sıkça ortaya koyuyorlar.
Cinsiyetçi tahakkümü reddetmek için eşit haklar ve adalet talebiyle örgütlenebilen kadınların aksine, çocukların evlerinde istismar ve baskıya maruz kaldıklarında kendilerine yardım etmeleri için güvenebilecekleri tek merci iyi niyetli yetişkinlerdir.
Adalet olmadan sevgi olmaz.
Tanımlar hayal gücünün olmazsa olmaz başlangıç noktalarıdır. Hayal edemediğimiz şeyi gerçekleştiremeyiz. İyi bir tanım başlangıç noktamızı imler ve yolun sonunda ulaşmak istediğimiz yeri bilmemizi sağlar. Arzuladığımız hedefte ilerlerken, yolculuğumuzun haritasını çıkarırız.
Pek çoğumuz hiçbir zaman sevgiye dönüşmeyen yakınlık ve ilgi temelli ilişkileri tercih ederiz çünkü bunları daha güvenli buluruz. Talepler sevginin getirdikleri kadar çok değildir. Risk o kadar büyük değildir.
İstismarın olduğu yerde asla seviliyor olamayacağımızı söyleyen bir sevgi tanımını kabul etmek birçoğumuza zor ve ağır gelir. Psikolojik ve/veya fiziksel istismara uğrayan çocukların çoğuna, ebeveynlik yapan yetişkinler tarafından sevgi ile istismarın bir arada var olabileceği öğretilmiştir. Uç vakalarda, istismarın sevginin bir göstergesi olduğu öğretilir. Yetişkinliğimizde sevgiyi algılayış biçimimizi sıklıkla bu sakat düşünme biçimi belirler. Dolayısıyla, nasıl ki çocukluğumuzda bizi incitenlerin aslında bizi sevdiği düşüncesine sadık kaldıysak, yetişkin birer birey olarak diğer yetişkinler tarafından incitildiğimizde de onların bizi sevdiğini iddia ederek durumu rasyonelleştirmeye çalışırız.
Yakınlık, sevginin bileşenlerinden yalnızca biridir. İçtenlikle sevmek için çeşitli bileşenleri bir araya getirmeyi öğrenmemiz gerekir: dürüstlük ve açık iletişimin yanı sıra ilgi, yakınlık, tanıma, saygı, adanma ve güven. Küçük yaşlarda sorunlu tanımlar öğrenmemiz, büyüdükçe sevmemizi güçleştirir. Doğru yola koyuluruz ama yanlış yöne gideriz.
Ne üzücü ki sevmekten korkan, kendini birine tümüyle vermekten korkan bir genç kuşak yetiştiriyoruz. Korkuyorlar çünkü sevmeyi göze alıp hüsran yaşadıklarında canlarının nasıl da yandığını göreceklerini düşünüyorlar. Korkarım bu gençler risk almadan ilişki kurmanın, ciddi bir duygusal yatırımda bulunmadan hazza ulaşmanın yollarını arayarak büyüyecekler. Hayal kırıklığının getireceği acıdan öylesine korkacaklar ki aşk ve sevinç ihtimallerinden feragat edecekler. Gençler aşka alaycı gözle bakıyorlar. Ama nihayetinde alaycılık, hayal kırıklığına ve ihanete uğramış bir kalbin maskesidir.
“Yalnızca sırlarınız kadar hastasınız.”
Ataerki bize filmler, televizyon programları, gazeteler, dergiler aracılığıyla sürekli aynı şeyi anlatır: Güçlü erkek istediği her şeyi yapabilir, buna hakkı vardır, onu erkek yapan doğrudan doğruya bu özgürlüğüdür. Erkeklereyse dürüst olmak “yumuşak” olmaktır mesajı verilir.
“Attığı dayakların ağrısı arttıkça, acıyı kalbimde hissederim. Canımı en çok acıtan şeyin beni döven bu adama karşı duyduğum sevgi hissi olduğunu fark ettim. Sevgimin üzerini kapkara bir nefretle örttüm.”
Beni önemseyen bir ailede büyüdüğüm için minnettarım ve ebeveynlerim kendi ebeveynleri tarafından sevilmiş olsalardı bu sevgiyi kendi çocuklarına vereceklerine tereddütsüz inanıyorum. Kendilerine ne verildiyse onlar da bize onu verdiler: ilgi. Hatırlayın, ilgi, sevginin bir boyutudur ama sadece ilgi göstermemiz, sevdiğimiz anlamına gelmez.
Çoğumuz istismarı kabul edilebilir kılan veya en azından yaşanan neyse o kadar da kötü bir şey değilmiş gibi gösteren bir sevgi fikrine sadık kalmaya ihtiyaç duyarız.
Kadınlarla erkeklerin bakış açıları farklılık gösterse de, bu farklılıklar doğuştan gelen, yani “doğal” değil, öğrenilmiş özelliklerdir. Kadın ve erkeğin farklı duygusal evrenlerde yaşayan mutlak zıt varlıklar oldukları görüşürü doğru olsaydı, erkekler hiçbir zaman aşk konusunda yüksek otorite olamazlardı. Çünkü kadına hissetme ve duygusal olma, erkeğe uslamlama ve duygusuz olma rolünü biçen toplumsal cinsiyet stereotipleri nazara alındığında, “erkeğin hası” aşk hakkında tek kelime etmekten imtina edecektir.
Aşkın hakikatlerini onları yaşarken bilmek istiyorum.
alaycılık, hayal kırıklığına ve ihanete uğramış kalbin maskesidir.
sevginin ne kadar önemli olduğunu öğrenmemi sağlayan şey, onun yokluğuydu.
Hepimiz yara alırız. Büyük çoğunluğumuz sevgiyi tattığımız yerden yaralıyızdır. Bu yarayı çocukluğumuzdan yetişkinliğimize, hatta yaşlılığımıza kadar taşırız.
Bilinçle hatırlamak kalp kırıklıklarımızı onarır. İyileşme böyle başlar.
Ânı dolu dolu yaşadığımızda, ölümün sadece son nefesimizi verirken değil, her nefes alışverişimizde bizimle olduğunu bilinçle kabul ettiğimizde, kontrolümüz dışında gelişen olaylar-işten çıkarılmak, ilişki yaşamak istediğimiz biri tarafından reddedilmek, yakın bir dostun, sevgilinin kaybı- karşısında hüsran ve yıkım yaşamayız.
Yalnız kalabildiğimizde başkalarıyla onları bir kaçış aracı olarak görmeden birlikte olabiliriz.
“Nasıl yalnız kalınacağını bilmek, sevme sanatının tam merkezinde durur. Yalnız kalabildiğimizde başkalarıyla onları bir kaçış aracı olarak görmeden birlikte olabiliriz.”
“Diğer erkeklerin erkeklik hâlleri daha ağır bastığında, bir erkeğin bir kadın ile arasındaki ilişkide eşitliğe kucak açma şansı yoktur. Erkek erkekliğini eşitlikten daha fazla sevmeye karar vermişse, bunun bütün kadınlarla ilişkilerinde öngörülebilir sonuçları olacaktır. Bilinçli bir erkek olarak yaşamayı öğrenmek, sevdiğin insanlara bağlılığının her şeyden daha önemli olacağına karar vermek demektir, zaman zaman bu bağlılığın nedeniyle erkekliğinin diğer erkeklerce yargılandığını hissettiğin olsa bile.”
Hırsın cezbediciliğine hepimiz karşı koyabiliriz. Dürüst ve yenilikçi liderleri destekleyerek kamu politikalarını değiştirmek için çalışabiliriz. Televizyonlarımızı kapatabiliriz. Sevgiye saygı gösterebiliriz. Gezegenimizi kurtarmak için düşüncesizce kirlilik yaratmaya son verebiliriz. Geri dönüşümü ve ekoloji dostu gelişmiş yaşam stratejilerini benimseyebilirz. Kaynaklarımızı paylaşarak komüncülüğü ve bağımsızlığı yüceltebiliriz. Bütün bu eylemler hayata saygılı olmak, minnet duymak anlamına gelecektir. Kişisel çıkarlarımızı ertelemeyi ve eylemlerimizin sorumluluğunu almayı önemsediğimizde duygusal evrenimizi sadeleştiririz. Sade bir yaşam sevmeyi de sadeleştirir. Sade bir yaşam sürmeyi seçmek, sevme kapasitemizi kaçınılmaz olarak artırır. Şefkati öğrenmenin, tüm dünya topluluğuyla bağımızı her gün yeniden olumlamanın yolu sade bir yaşam sürmekten geçer.
Paraya tapınma kalplerimizi taşlaştırıyor, kendimizin ve başkalarının sömürüsünü ve insandışılaştırılmasını ister aktif olarak onamamızı isterse pasif bir şekilde göz yummamızı doğuruyor.
Ataerkil kültürde erkekler aşkı, sevgiyi çaba sarfetmeden almaları gereken bir şey olarak görmeye özellikle meyillidirler. Sevginin taleplerini yerine getirmekten genellikle kaçınırlar. Sevme ediminin bizi davet ettiği potansiyel mutluluk noktası, aynı zamanda eleştirel bir bilinç ve acı yüzleşme noktası olduğunda çoğumuz derhal aşktan yüz çeviririz.
İnsanlar aşkı ararken de aynı hırs siyaseti devreye girer. İnsanlar anında, hemen doyuma ulaşmak isterler. Gerçek sevgi, gerçek aşk ihtiyaçların anında giderildiği bir duygusal alan değildir. Gerçek sevgiyi tatmak için zaman ve bağlılık gerekir.
Başka bir örnek daha… Ülkeyi kapı kapı dolaşıp insanlara aile içi şiddet konusundaki görüşlerini soracak olsanız hemen herkes kadına yönelik şiddeti desteklemediğini, bunun ahlaken de etik olarak da yanlış bulduğunu söyleyecektir. Gelgelelim kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmanın biricik yolunun ataerkiyi reddetmekten geçtiğini ve bunun erkeklerin salt biyolojik farklılık nedeniyle kadınlardan daha fazla hak ve ayrıcalıklara sahip olmaları gerektiği, erkeklerin kadınları idare edebilmek için üzerlerinde tahakküm kurmak zorunda oldukları yönündeki hâkim görüşün artık kabul edilemeyeceği anlamına geldiğini söylediğinizde, tartışma oracıkta kapanacaktır. İnsanların savunduklarını iddia ettikleri değerler ile bu değerleri gerçeğe dönüştürme; daha eşit bir toplum yaratmak için düşünceyle eylemi, teoriyle pratiği örtüştürme istekleri arasında koca bir uçurum vardır.
Gençler aşka alaycı gözle bakıyorlar. Ama nihayetinde alaycılık, hayal kırıklığına ve ihanete uğramış bir kalbin maskesidir.
Korkarım ki bu gençler risk almadan ilişki kurmanın, ciddi bir duygusal yatırımda bulunmadan hazza ulaşmanın yollarını arayarak büyüyecekler. Hayal kırıklığının getireceği acıdan öylesine korkacaklar ki aşk ve sevinç ihtimallerinden feragat edecekler.
Psikiyatr M. Scott Peck’in ilk kez 1978 yılında yayınlanmış olan değerli kişisel gelişim kitabı The Road Less Traveled’ta bulduğum tanım beni müthiş rahatlattı. Peck, Erich Fromm’u yankılayarak sevgiyi “kişinin kendinin veya bir başkasının tinsel gelişimini beslemek amacıyla benliğini genişletme iradesi” olarak tanımlar ve açıklayarak devam eder: “Sevgi, sevgi ne yaparsa odur. Sevgi bir irade edimidir, yani hem bir niyettir hem de bir edim. İrade aynı zamanda seçimi işaret eder. Sevmek zorunda değiliz. Sevmeyi tercih ederiz.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir