Bill Bryson kitaplarından Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi kitap alıntıları sizlerle…
Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi Kitap Alıntıları
“ Bilmediğimiz elbette çok şey var ve bildiğimizi düşündüğümüz şeylerden çoğunu da aslında yanlış bilmiş ya da uzunca bir süre bildiğimizi sanmışız “
Eğer ortalama irilikte bir yetişkinseniz üstünüzde 2 kilodan fazla ölü deri taşıyorsunuz demektir ve bu deriden her gün birkaç milyar zerre pul pul dökülür. Tozlu bir rafta parmağınızı gezdirdiğinizde, rafa büyük bölümü ölü deriden oluşan bir çizgi çizmiş olusunuz.
4,5 milyar yıllık yerküre tarihinin tek bir normal dünyevi güne sığdırıldığını farzederseniz, sabah 4 gibi ilk basit tek hücreli organizmalar doğar, sonraki 16 saat hiçbir ilerleme olmaz. 23:00 dan hemen evvel dinozorlar sahne alır ve 45 dakikalığına saltanat sürer. İnsanlar gece yarısına bir dakika on yedi saniye kala ortaya çıkarlar.
Yerküre’de 1,3 milyar metreküp su vardır ve olup olacağı bu kadardır. Sistem kapalı devre çalışır : Yani hiçbir şey eklenemez ve eksiltilemez. İçmekte olduğumuz su, dünya kurulalı beri devirdaim halindedir.
Ay, yılda yaklaşık 4 santimetrelik bir hızla elimizden kaçıyor. Önümüzdeki iki milyar yıl içinde bizi sabitleyemeyecek kadar uzaklaşmış olacak.
Yerkürenin yaşamaya uygun bulduğumuz ya da yaşayabildiğimiz bölgeleri oldukça kısıtlıdır:Toplam kara alanının yalnızca yüzde 12’sini ve denizler dahil toplam yüzey alanının yüzde 4’ünü içerir.
Bizler, 400 milyon yıl önce aceleci ama cüretkar bir kararla denizleri terk etmiş, sürünerek karaya çıkmış, karada yaşamayı ve oksijen solumayı seçmiş bir canlı grubuna aidiz.
Mağazanın stoku çok genişse, kendi bedeninize uygun bir giysi bulmak sizi şaşırtmaz. Eğer pek çok evren varsa ve her birine farklı sayı dizileri hükmediyorsa,içlerinden bir tanesi mutlaka yaşam barındırmaya yönelik bir sayı dizesi sunacaktır. Bizler işte o müstesna evrendeyiz.
Hepsi aynı düzlemdedir. Hepsi de aynı istikamette dönmektedir Nasıl anlatsam, bu mükemmel bir şeydir. Görkemlidir. Neredeyse esrarengizdir.
Ders kitabı yazarları arasında anlaşılması güç, evrensel bir komplo vardı sanki: Ele aldıkları malzemeyi ölçülü bir ilginçlikle sınırlı tutınaya ve çok ilgi çekici olmaktan her zaman mümkün olduğunca kaçınmaya yemin etmiş gibiydiler.
Drake’in denklemine göre, evrenin seçilmiş bir bölümündeki yıldızların sayısını, gezegen sistemlerine sahip olma ihtimali yüksek yıldızların sayısına bölersiniz; elde edeceğiniz sayıyı, yaşam barındırabileceği farz edilen gezegen sistemi sayısına bölersiniz; ve bu sayıyı da, yaşamın ortaya çıkması halinde belli bir zeka boyutuna yükselebileceği gezegen sistemi sayısına bölersiniz; vesaire. Bu mantıkla yapılan her bölme işlemi, sayıyı muazzam ölçüde azaltır. Ama ılımlı girdilerle dahi her zaman, sırf Samanyolundaki ileri uygarlık sayısı bile milyonları bulur.
Sessiz ve neşeli bir adam olan Rahip Robert Evans, gökyüzünün bulutsuz olduğu, Ay’ın da çok parlak olmadığı zamanalarda, Avusturlaya’nın Mavi Dağlar’ında, kocaman bir teleskop yerleştirir ve olağan üstü bir şey yapar: Geçmişin derinliklerine bakıp, can çekişen yıldızları keşfeder..
Eğer uzaya rastgele serpiştirildiysek diye yazar Sagan, bir gezegenin üzerinde ya da yakınında bulunma olasılığınız bir milyar trilyon trilyonda birden azdır. Dünyalar çok kıymetlidir.
Ve şimdiki hedefimiz insan proteomunu deşifre etmek. Bu öyle yeni bir kavram ki, on sene önce proteom diye bir terim bile yoktu. Proteom, proteinleri yaratan bilgi kütüphanesidir. Scientific American dergisi, “Ne yazık ki,” diye gözlemledi 2002 baharında, “proteom genomdan çok daha karmaşıktır.”
Bir DNA molekülünün şekli, herkesçe bilindiği gibi, sarmal bir merdivene ya da burgulanmış bir ip merdivene benzer: şu meşhur çifte sarmal. Bu yapının merdiven kolları deoksiriboz denilen bir tür şekerden yapılmıştır, sarmalın tamamı ise nükleik asittir: “Deoksiribonükleik asit” terimi buradan gelir. Basamaklar merdiven kolları arasında birleşen ikişer bazdan oluşur. Bazlar ancak iki şekilde birleşebilir: Guanin her zaman sitozinle, timinse her zaman adeninle eşleşir. Bu harflerin merdivenden yukarı çıkıldıkça ya da aşağı inildikçe okunan dizilim sıralaması DNA şifresini (kodunu) oluşturur. İnsan Genomu Projesi’nin amacı da işte bu şifreyi çözmektir.
Genomu anlamanın alternatif ve daha yaygın bir yolu ise, onu vücut için bir nevi talimatname olarak görmektir. Böyle ele alındığında, kromozomlar kitabın bölümleri olarak, genlerse belirli protein yapım talimatları olarak hayal edilebilir. Talimatları yazmak için kullanılan sözcükler kodonlar, harflerse bazlar diye bilinir. Bazlar, yani genetik alfabenin harfleri, bir iki sayfa önce bahsi geçen dört nükleotidden oluşur: adenin, timin, guanin ve sitozin. Yaptıkları işin önemine rağmen, bu maddelerin egzotik bir içeriği yoktur. Guanin mesela, guano diye adlandırılan kuş gübresinde bolca bulunan ve ona adını veren maddedir.
Genetikçi Richard Lewontin’in sözleriyle “canlılar dünyasının en atıl, kimyasal açıdan en eylemsiz molekülleri arasındadır.” Cinayet soruşturmalarında DNA’nın çoktan kurumuş kan ya da meni lekelerinden ayrılabilmesinin ve eski Neandertal’lerin kemiklerinden özenle çıkarılabilmesinin sebebi budur. Böylesine esrarengizce kısıtlı, daha doğrusu tek kelimeyle cansız bir maddenin nasıl olup da yaşamın özünü oluşturabileceğinin bilim adamlarınca neden bu kadar geç anlaşılabildiği de böylece açıklanmış olur.
DNA’nın tek bir varoluş amacı vardır: daha fazla DNA üretmek. Ve içinizde barındırdığınız DNA miktarı az buz değildir: Hemen her hücrenize yaklaşık 2 metre uzunluğunda DNA sıkıştırılmıştır. Her bir DNA parçası 3,2 milyar harf kadar şifre içerir, yani Christian de Duve’nın sözleriyle “akla gelebilecek her aksiliğe karşın eşsiz olacağı garantili” 103480000000 olası kombinasyon üretmeye yetecek kadar. Bu son derece büyük bir olasılıktır: 1 ’in sağına üç milyardan fazla sıfır ekleyin. “Bu sayıyı sırf yazabilmek için bile ortalama ebatlarda beş binden fazla kitap basmak gerekir,” diye açıklıyor de Duve.
Her şey tek bir hücreyle başlar. İlk hücre bölünüp iki hücre olur, sonra onlar da bölünüp dört hücre ederler ve bu böyle sürüp gider. Yalnızca kırk yedi bölünme sonunda vücudunuzda on bin trilyon (10.000.000.000.000.000) hücreniz olur ve bir insan olarak ortaya çıkmaya hazır hale gelirsiniz.
Bu hücrelerden her biri, ana rahmine düştüğünüz andan son nefesinizi verdiğiniz ana kadar sizi korumak ve beslemek için tam olarak ne yapması gerektiğini bilir.
Çiçekli bitkilerin en az yüzde 99’u tıbbi özellikleri açısından hiç test edilmemiştir. Bitkiler yırtıcı hayvanlardan kaçamadıkları için kimyasal savunma yolları icat etmek zorunda kalmış, dolayısıyla cazip bileşimler bakımından olağanüstü zenginleşmiştir. Şimdi bile reçetelere yazılan tüm ilaçların neredeyse dörtte biri topu topu kırk bitkiden çıkarılır, geri kalanın yüzde 16’sıysa hayvanlardan ya da mikroplardan elde edilir. Demek ki ağaçlan kesilen her hektar orman, bizi tıbbi açıdan hayati derecede önemli olasılıkları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır.
Milyonlarca yıl boyunca, Titanis denilen, uçamayan, etobur, dev bir kuş Kuzey Amerika’nın belki de en yırtıcı yaratığı oldu. Tüm zamanların en korkunç kuşu hiç şüphesiz oydu. Boyu 3 metre, ağırlığı 350 kilogramdan fazlaydı ve sinirine dokunan hemen her şeyin kafasını koparabilecek öldürücülükte bir gagası vardı. Familyası elli milyon yıl boyunca neslini devam ettirerek dünyaya dehşet saldı. Gelgelelim, 1963’te Florida’da bir iskelet bulunana dek onun varlığından bile habersizdik.
Öte yandan, yaratıkları sudan çıkmaya teşvik eden güçlü sebepler vardı: Sualtı giderek daha tehlikeli bir yer olmaya başlamıştı. Kıtaların yavaş yavaş birbirine kaynayarak Pangaea diye adlandırılan tek bir kara kütlesi haline gelişi, kıyıların ve dolayısıyla kıyısal habitatların2 eskiye oranla büyük ölçüde azalmasına sebep olmuştu. Yani korkunç bir rekabet söz konusuydu. Üstüne üstlük, hem ot hem de et yiyen yeni bir yırtıcı hayvanın peyda oluşu denizlerde tedirginlik yaratıyordu. Saldırganlığı öyle kusursuz bir tasarımın ürünüydü ki, ortaya çıkışından bu yana geçen uzun çağlar boyu yok denecek kadar az değişime uğramıştır: Bu hayvan köpekbalığıydı. Suya altematifbir ortam bulmak bir daha asla bu kadar elzem olmayacaktı.
Yaşam, neredeyse dört milyar yıl boyunca belirgin hiçbir gayret göstermeksizin kompleksliğe doğru aheste aheste ilerlemiş, sonra aniden, beş ila on milyon yıl gibi kısacık bir zaman zarfında, bugün hâlâ kullanımda olan temel vücut tasarımlarının hepsini birden üretivermişti. İpliksolucanlarından tutun, Cameron Diaz’a kadar istediğiniz yaratığı seçebilirsiniz: Hepsi de ilk kez Kambriyen dönemde yaratılmış bir yapıyı kullanır.
Zaman zaman bazı virüs türlerinin geri döndüğü olur. HlNl diye bilinen, evlerden ırak bir Rus virüsü 1933’te geniş alanlarda ciddi salgınlara yol açtıktan sonra 1950’lerde geri döndü ve sonra 1970’lerde bir kez daha baş gösterdi. Her kayboluşunda nereye saklandığı belirsizdir. Önerilerden biri, virüslerin yeni bir insan nesline el atmadan önce yabani hayvan nüfuslarına saklanıp dikkat çekmeden yaşadığı yolundadır. Büyük Domuz Gribi salgınının bir kez daha baş göstermeyeceğini kimse garanti edemez.
Normal salgınlarda bile, insanların yaklaşık yüzde lO’u grip virüsü taşır, ama hiç hastalık belirtisi göstermediklerinden bunun farkına varmazlar. Ve sürekli dolanım halinde olduklarından, hastalığın yayılmasındaki en önemli faktörü genellikle onlar oluşturur.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Virüsler canlı bir hücrenin genetik malzemesini gasp eder ve başka virüsler üretmek için kullanırlar. Çılgınca çoğalır ve işgal edecek başka hücreler aramak üzere aniden yayılırlar. Kendileri canlı organizmalar olmadıklarından, güçleri ancak çok basit yapılara yeter. En basitinden bakteriye bile birkaç bin gen gerekirken, HIV dahil birçok virüsün on ya da daha az sayıda geni vardır. Aynca çok küçüktürler, sıradan bir mikroskopla görülemeyecek kadar küçük. 1943’te elektron mikroskobunun icadına dek, bilim adamlarının onları görebilmelerine olanak yoktu. Küçüklüklerine karşın, müthiş tahribatlara sebep olabilirler. Çiçek hastalığı sırf yirminci yüzyılda tahminen 300 milyon insan öldürmüştür.
Ne yazık ki, insanlar foraminiferlerin yeterince hazırlıklı olup olmadığına bakmaksızın atmosfere ekstra karbon göndererek bu çevrimi düşüncesizce bozmaya bayılırlar. 1850’den bu yana, havaya yaklaşık 100 milyar ton ekstra karbon yolladığımız hesaplanmıştır ve bu toplama her yıl yaklaşık 7 milyar ton daha eklenir. Toplamda çok büyük bir miktar değildir bu aslında. Doğa, ekseriyetle volkan püskürmeleri ve bitki çürümeleri yoluyla atmosfere her yıl yaklaşık 200 milyar ton karbondioksit yollar, yani bizim arabalarımızla ve fabrikalarımızla yolladığımızın yaklaşık otuz katı. Ama katkımızın nasıl bir fark yarattığını görmek için kentlerimizin üstünde asılı duran dumana bakmamız kâfidir.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
O halde dünya ikliminin istikrarlı ve serin kalmasını neye borçluyuz?
Yaşama tabii ki. Adlarını çoğumuzun hiç duymadığı trilyonlarca minik deniz organizması (foraminiferler, kokolitler ve kalkerli algler) yağmurla inen atmosferik karbonu karbondioksit halinde yakalayıp (başka şeylerle birlikte) minik kabuklarının yapımında kullanır. Karbonu kabuklarına hapsederler ve böylece tekrar buharlaşıp atmosfere dönmekten alıkoyarlar. Aksi takdirde karbon atmosferde bir sera gazı halinde birikip tehlike yaratır. Nihayetinde tüm o minik foraminiferler, kokolitler ve diğer organizmalar ölüp denizin dibini boylar ve orada sıkışıp kireçtaşı haline gelir. Ingiltere’nin Dover Boğazı kıyılarındaki Beyaz Yalıyarlar gibi olağanüstü bir doğal oluşuma bakarken, onların minik deniz organizmalarının ölülerinden oluştuğunu düşünmek hayret vericidir, ama ne kadar çok karbona el koyarak biriktirdiklerini fark ettiğinizde hayretiniz daha da büyür.
İnsanlar için durum daha da kötüdür, çünkü bizler, 400 milyon yıl önce aceleci ama cüretkâr bir kararla denizleri terk etmiş, sürünerek karaya çıkmış, karada yaşamayı ve oksijen solumayı seçmiş bir canlı grubuna aidiz. Dolayısıyla, dünyanın yaşanabilir alanlarının tahminen yüzde 99,5’ten az olmayan bir bölümü, bize tamamen yasaktır.
Yerküre’nin içini daha ayrıntılı biçimde hayal etıneyi çok isteyenler için, işte çeşitli katmanların ortalama rakamlarla ifade edilmiş boyutları: 0-40 kilometre: kabuk. 40-400 kilometre: üst manto. 400-650 kilometre: üst ve alt mantolar arasındaki geçiş bölgesi. 650-2.700 kilometre: alt manto. 2700-2890 kilometre: “D” katmanı. 2.890-5150 kilometre: dış çekirdek. 5.150-6.378 kilometre: iç çekirdek.
En sık rastlanan deprem türleri, San Andreas Fayı üzerindeki Califomia’da olduğu gibi, iki levhanın buluştuğu yerlerde oluşanlardır. Levhalar birbirini ittikçe, aralarından biri diğerine yol verene kadar basınçlar birikir. Genelde, depremler arasındaki süre uzadıkça, basınç birikimleri giderek artar ve dolayısıyla çok büyük sarsıntıların oluşma riski büyür.
World Wide Web (WWW) CERN’in meyvelerinden biridir. 1989’da CERN’in bilim adamlanndan Tim Berners-Lee tarafından icat edilmiştir.
Biz burada oturadururken, kıtalar havuza düşen yapraklar gibi sürükleniyor. Küresel Konumlandırma Sistemleri sayesinde Avrupa’yla Kuzey Amerika’nın neredeyse bir tırnağın büyüme hızıyla (insan tırnağı ömür boyu aşağı yukarı iki metre büyür) birbirinden ayrılmakta olduğunu görebiliyoruz. Yeterince uzun yaşasaydınız, Los Angeles’la birlikte San Francisco’ya doğru kayabilirdiniz.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Bugün yeryüzünün sekiz ila on iki büyük levha ile yirmi kadar küçük levhadan oluştuğunu (büyük ve küçük sıfatlarını nasıl tanımladığınıza bağlı olarak değişen bir tespittir bu) ve hepsinin farklı yönlerde ve farklı hızlarda hareket ettiğini biliyoruz. Bazı levhalar büyük ve nispeten tembelken, bazıları küçük ama enerjiktir. Üzerlerinde taşıdıkları kara kütleleriyle ilişkileri ancak tesadüfi ölçülerdedir. Örneğin Kuzey Amerika levhası kendisiyle bağdaştırılan kıtadan çok daha büyüktür. Levha sınırları, kıtanın batı kıyısını kabaca izler (o bölgenin sismik açıdan çok aktif olmasının sebebi de budur: levha sınırındaki sürtünme ve sıkışmalar), ama doğu kıyısını görmezden gelerek Atlantik’in yarısına kadar ilerleyip okyanus ortasındaki sırtlara uzanır. İzlanda, tam ortasından ikiye ayrılmıştır ve bu da onu tektonik açıdan yarı-Amerikalı yarı-Avrupalı kılar. Bu arada Yeni Zelanda, Hint Okyanusu’na hiç yakın olmadığı halde, engin Hint Okyanusu’nun parçasıdır. Benzeri durumlar çoğu levha için söz konusudur.
Patterson oldukça iddialı, ama doğruluğu ileride kanıtlanacak bir varsayımda bulunuyordu: Göktaşlarından çoğu esasen güneş sisteminin ilk günlerinden artakalan yapı malzemeleriydi ve bu yüzden iç kimyalarını az çok bozulmamış vaziyette muhafaza etmeyi başarmışlardı. Uzayda başıboş dolanan bu taşların yaşını bulursanız, Yerküre’nin yaşına da (yeterince yakın bir tahminle) ulaşmış olurdunuz.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Clair Patterson 1995 ’te öldü. Katkıları için bir Nobel Ödülü kazanmadı. Jeologlar hiçbir zaman kazanmazlar. İşin daha da ilginç yanı, yarım yüzyıl boyunca istikrarla ve giderek artan bir özveriyle ulaştığı başarılar, ona şöhret kazandırmak şöyle dursun, fazla dikkat bile çekmedi. Onun yirminci yüzyılın en etkili jeologu olduğu rahatlıkla savunulabilirdi. Ne çare ki, dünyada Clair Patterson’dan bahsedildiğini kim duymuş? Çoğu jeoloji kitabında onun adı bile geçmez. Son zamanlarda yayımlanan ve Yerküre’nin tarihlendirilme tarihini konu alan iki popüler kitap, Patterson’ın adını yanlış yazmayı dahi becermiştir. 2001 başlarında, Nature dergisinde bu kitaplardan birini yorumlayan bir kitap eleştirmeni, Patterson’ın bir kadın olduğunu sanmak gibi oldukça hayret verici bir diğer yanılgıya düşmüştür.
Kim ne derse desin, Clair Patterson’ın 1953’e kadar gerçekleştirdiği çalışmalar sayesinde, Yerküre nihayet herkesi aynı noktada buluşturacak bir yaşa kavuştu. Şimdi tek sorun, içinde bulunduğu evrenden daha yaşlı olmasıydı.
Kloroflüorokarbonlar 1974’te Amerika Birleşik Devletleri’nde yasaklandı, ama onlar son derece dirençli, küçük şeytanlar olduklarından, bu tarihten önce (deodorantlarınızla ve saç spreylerinizle mesela) atmosfere salıverdiğiniz her bir CFC tanesinin siz ölüp gittikten sonra bile hâlâ ortalıkta dolanacağına ve ozonu kemiriyor olacağına kesin gözüyle bakabilirsiniz. Daha kötüsü, atmosfere her sene muazzam miktarlarda CFC katmaya halen devam ediyoruz.
Karbon-14’ün çok falsolu sonuçlar verdiği anlaşılınca, bilim adamları eski maddeleri tarihlendirmenin başka yöntemlerini icat ettiler. Bunlar arasında, topraktan yapılmış cisimler içine hapsolmuş elektronları ölçen termolüminesans (ısılışıldama) ve bir örneğin elektromanyetik dalga bombardımanına tutulup, elektron titreşimlerinin ölçülmesini gerektiren elektron spin rezonansı sayılabilir. Ama bu yöntemlerin en iyileri bile yaklaşık 200.000 yıldan yaşlı hiçbir şeyi tarihlendiremiyordu. Kayaçlar gibi inorganik maddelerse hiç tarihlendirilemiyordu, eğer ki gezegeninizin yaşını belirlemek istiyorsanız elbette asıl becermeniz gereken iş buydu.
Atomları bir arada tutan şeyin ne olduğunu açıklamak için başka kuvvetlere ihtiyaç vardı ve 1930’larda bunlardan ikisi keşfedildi: güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvet. Güçlü kuvvet atomları birbirine bağlar; protonların çekirdekte bir arada kalmasını mümkün kılan da odur. Zayıf kuvvetin meşgul olduğu işler daha çeşitlidir ve çoğu, birtakım radyoaktif bozunma türlerinin hız kontrolüyle alakalıdır.
Kuantum kuramına göre, parçacıkların spin (fırıl) diye adlandırılan bir özelliği vardır. Bir parçacığın spinini belirlediğiniz an, kardeş parçacık ne kadar uzakta olursa olsun, anında ters yönde ve aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır.
Görelilik esasen şunu söyler: Uzay ve zaman mutlak değildir, hem gözlemciye hem de gözlemlenen şeye göre değişir ve kişi ne kadar hızlı hareket ederse bu etkiler o kadar belirginleşir. Hareketimizi asla ışık hızına ulaştıramayız. Ne kadar uğraşırsak (ve ne kadar hızlı gidersek) dışarıdan bakan bir gözlemciye göre, giderek distorsiyona (bükülme) uğrarız.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Radyasyon gerçekten de öyle zararlı ve kalıcıdır ki, şimdi bile Madam Curie’nin 1890’lardan kalma notlarına dokunmak son derece tehlikelidir. Kendisine ait laboratuvar kitapları kurşun-astarlı kutularda muhafaza edilir ve onları görmek isteyenlerin koruyucu giysiler giymeleri gerekir.
Bir diğer deniz canavarı olan Plesiosaurus, ilk “kanatlı kertenkele”lerin en başarılılarından biriydi. (Plesiosaurus’u kazıp çıkarmak için 10 yıl uğraşılmış. ) Bunlardan hiçbiri teknik açıdan dinozor olmasa da, o zamanlar bugünkü kadar aşikar bir husus değildi bu, çünkü bir dinozorun ne olduğunu kimse bilmiyordu. Dünyanın bir zamanlar, bugün yaşayan hiçbir canlıya uzaktan yakından benzemeyen yaratıklar barındırdığı anlaşılmıştı. Bu kadarı o zaman için yeterliydi.
Yale’deki Peabody Müzesi’nin koleksiyonuna ait olan Anchisaurus kemikleri. 1818’de bulunan bu kemikler, incelenen ve saklanan ilk dinozor kemikleriydi, ama ne yazık ki ne oldukları 1855’e kadar anlaşılamadı.
Madem ki sonradan köklerini kurutacaktı,( büyük kitlesel yokoluşlardan bahsediyor) Tanrı canlı türlerini ne diye yaratmıştı? Bu mefhum, dünyanın özene bezene yaratıldığı, içindeki her canlı varlığa bir yer ve bir amaç tahsis edildiği, bunun hep böyle olduğu ve hep böyle olacağı anlayışına dayanan Büyük Varlık Zinciri inancına aykırı düşüyordu. Herhangi bir türün toptan yok olmasına (ya da hatta evrimleşmesine) Tanrı’nın seyirci kalabileceği düşüncesini, Jefferson kendi adına kabul edilemez buluyordu.
Sizi bu konuda sınava tabi tutan olmayacak, ama şayet bir gün onlan ezberlemeniz gerekirse, John Wilford’un şu yararlı öğüdünü hatırlamak isteyebilirsiniz: Zamanları (Prekambriyen, Paleozoik, Mezozoik ve Senozoik) yılın mevsimleri gibi, dönemleri de (Permiyen, Trias, Jura, vb.) mevsimlerin ayları gibi düşünün.
Dönme hızınız dünyanın neresinde bulunduğunuza bağlıdır. Yerküre’nin dönme hızı, ekvatorda saatte 1.600 kilometrenin biraz üstündeyken, kutuplarda sıfıra iner. Londra’da bu hız, saatte 998 kilometredir.
Şimdilerdeyse “jeolojik tarih” genellikle dört büyük zamana ayrılır: Prekambriyen (Kambriyen Öncesi), Paleozoik (“eski hayat” anlamındaki Yunanca sözcükten), Mezozoik (“orta hayat”) ve Senozoik (“yeni hayat”). Bu dört zaman da kendi içlerinde, genellikle dönemler diye adlandırılan, ama bazen sistemler diye de bilinen ve sayısı on iki ila yirmi arasında değişen altgruplara bölünür. Bunlardan çoğu mâlum sebeplerden dolayı gayet iyi bilinmektedir: Kretase, Jura, Trias, Silüriyen, vb.
Arkeolojinin erken dönemlerinde en çok etkinlik gösteren bilim adamları Britanya’dan çıktığı için, jeoloji terminolojisine Ingiliz adları hükmeder. Devoniyen, elbette Ingiliz ili Devon’dan türemiştir. Kambriyen, Galler’in Latince’deki adından gelir. Ordovisyen ve Silüriyen ise eski Gal kabileleri Ordovislere ve Silürlere dayanır. Amajeolojik araştırmaların başka yerlerde de etkinlik kazanmasıyla birlikte, bu terminolojiye dünyanın dört bir yanından adlar girmeye başlamıştır. Jura Dönemi, adını Fransa-İsviçre sınırındaki Jura Dağları’ndan alır. Permiyen, Ural Dağları’ndaki Perm bölgesine atıfta bulunur. “Tebeşir” anlamındaki Latince bir kökten türeyen Kretase teriminiyse, J. J. d’Omalius d’Halloy gibi şen şakrak bir adı olan Belçikalı bir jeologa borçluyuz.
Sonraki 500 milyon yıl boyunca genç dünyamız, kuyrukluyıldızların, meteorların ve diğer galaktik molozların aman vermeyen bombardımanına maruz kaldı. Bu bombardıman ona, okyanusları dolduracak suyu ve yaşamın başarıyla oluşması için gereken bileşenleri verdi. Fevkalade saldırgan bir ortamı vardı, ama yaşam yine de oluşmanın bir yolunu buldu. Minik bir kimyasal madde torbası kıpırdanıp canlandı. insanoğlu yoldaydı.
Voyager uzay araçlarının uzaya fırlatılma tarihleri (Ağustos ve Eylül 1977) gelişigüzel seçilmemiştir. Tarih seçiminde etkili olan faktör, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün gezegenlerinin dizilişleriydi. Yalnızca 175 yılda bir meydana gelen bu diziliş, iki Voyager’ın “kütleçekimi desteği” diye adlandırılan bir teknikten yararlanmasını mümkün kıldı. Böylece araçlar kozmik bir tür savruluşla bir gazlı devden öbürüne art arda uçuruldu. Bu tekniğin yardımına rağmen, Uranüs’e ulaşmaları dokuz sene, Plüton’un yörüngesini geçmeleriyse on iki yıl aldı.
Şişme kuramına göre, yaratılışın başlangıcından çok kısa bir an sonra evren ani ve çarpıcı bir genişleme gösterdi: Şişti Adeta kendinden kaçarcasına, her ıo-34 saniyede bir, büyüklüğünü ikiye katladı. Bu olayın tamamı, belki en fazla 10-30 saniye (saniyenin milyon milyon milyon milyon milyonda biri kadar) sürdü, ama evreni avucunuzun içinde tutabileceğiniz bir şeyden en az 10.000.000.000.000.000.000.000.000 misli büyük bir şeye dönüştürdü. Şişme kuramı, evrenimizi mümkün kılan dinamiklere açıklama getirir. Şişme olmasaydı, madde kümeleri olmayacaktı, dolayısıyla yıldızlar da olmayacaktı. Evren, sürüklenen gazlardan ve ebedi bir karanlıktan ibaret kalacaktı.
Guth’un kuramına göre, saniyenin trilyonda birinin trilyonda birinin trilyonda birinin trilyonda birinde, kütleçekimi2 oluştu. Gülünç derecede kısa bir diğer süre sonrasında, buna güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler ve elektromanyetizma (fiziğin malzemesi) eklendi. Hemen akabinde, bunlara temel parçacık sürüleri (maddenin malzemesi) katıldı. Hiç yoktan, sürüyle foton, proton, elektron, nötron ve daha pek çok şey var oldu: standart Büyük Patlama kuramına göre her birinden 1079 ila 1089 adet.
Tekilliği gözünüzde karanlık ve sınırsız bir boşlukta asılı duran bir nevi gebe nokta olarak canlandırmak doğal ama yanlıştır. Zira uzay da yoktur, karanlık da. Tekilliğin etrafında hiçbir etraf yoktur. işgal edebileceği bir uzay yoktur, içinde bulunabileceği bir yer yoktur. Ne zamandır orada olduğunu, yoksa kısa süre önce, parlak bir fikir gibi aniden peyda mı olduğunu, ya da ezelden beri orada durup, sessizce doğru anı mı beklediğini bile soramayız. Zaman yoktur. Zamanı doğurabilecek bir geçmiş de yoktur.
İşte böylece, hiçlikten, evrenimiz doğar.
Holmes, ilk kez 1944’te yayımlanan Fiziksel Jeolojinin İlkeleri adlı popüler ve etkili kitabında, esasları günümüzde hala geçerli olan “kıtaların kayması” kuramını oluşturdu.Uzak geçmişin bir döneminde Britanya kendi ekseni etrafından dönmüş ve sanki zincirlerinden kurtulmuşçasına kuzeye doğru belli bir mesafe almıştı. Dahası,Avrupa ile Amerika’nın aynı dönem için geçerli olan manyetik kayıt haritalarının,yan yana getirildiklerinde birbirlerine yırtılmış bir kağıt parçasının iki yarısı gibi tıpatıp uyduğunu da keşfettiler. Bu son derece esrarengiz bir durumdu. deniz tabanlarının tam da Hess tarafından önerildiği gibi yayılmakta olduğunu ve kıtaların da hareket ettiğini ispatladılar Başlangıçta onları “kabuk blokları” ya da bazen “döşeme taşları” gibi isimlerle andılar. Ancak 1968 sonlarında, o gün bugündür kullanıla gelen adı aldılar:levhalar. Aynı makale bu yeni bilime levha tektoniği adını verdi.Bugün yeryüzünün sekiz ila on iki büy ük levha ile yirmi kadar küçük levhadan oluştuğunu (büyük ve küçük sıfatlarını nasıl tanımladığınıza bağlı olarak değişen bir tespittir bu) ve hepsinin farklı yönlerde ve farklı hızlarda hareket ettiğini biliyoruz. İzlanda, tam ortasından ikiye ayrılmıştır ve bu da onu tektonik açıdan yarı-Amerikalı yarı-Avrupalı kılar.Küresel Konumlandırma Sistemleri (GPS) sayesinde Avrupa’yla Kuzey Amerika’nın neredeyse bir tırnağın büyüme hızıyla (insan tırnağı ömür boyu aşağı yukarı iki metre büyür) birbirinden ayrılmakta olduğunu görebiliyoruz. Yeterince uzun yaşasaydınız Los Angeles’la birlikte San Francisco’ya doğru kayabilirdiniz. Bizi bu değişimlerin farkına varmaktan alıkoyan tek şey ömürlerimizin kısalığıdır.
1815’te Endonezya’daki Sumbawa Adası’nda, görkemli Tambora Dağı’nın patlaması İki yüz kırk kilometreküp kül, toz ve kum dumanı atmosfere karışıp güneş ışınlarını bloke etmiş ve Yerküre’nin soğumasına neden olmuştu. Bahar hiç gelmedi, yazın hava hiç ısınmadı. 1816 yazsız sene oldu. Ekinler her yerde sararıp, soldu. Her şeye rağmen küresel sıcaklık yalnızca 1 santigrat derece düştü.
Tropik yağmur ormanları yeryüzünün yalnızca yaklaşık yüzde 6’sını kaplar, ama hayvan yaşamının yarısından fazlasını ve çiçekli bitkilerin yaklaşık üçte ikisini barındırır. Gel gelelim bu canlılardan çoğu bizim için bilinmezliğini korumaktadır
Şiltenizin iki milyon mikroskobik akara yuvalık ettiğini ve bu akarların sabahın köründe vücut yağlarınızı keyifle yudumlamak ve siz bir o yana bir bu yana dönerken üstünüzden pul pul dökülen tüm o leziz deri parçacıklarını yalayıp yutmak üzere ortaya çıktığını bilseydiniz, yatağınızda öyle mışıl mışıl uyuyamaya bilirdiniz. Sırf yastığınız bile kırk bin akar barındırabilir. (Onlara göre kafanız kocaman, yağlı bir bonbon şekeridir.) Bitli giysileri düşük sıcaklıklarda yıkarsanız, sadece daha temiz bitleriniz olur.
Tükenişlere sebep olduğu ya da katkıda bulunduğu tespit edilen en az iki düzine potansiyel suçlu vardır: küresel ısınma, küresel soğuma, değişen deniz seviyeleri, denizlerin oksijen tüketimi (anoksi diye bilinen durum), salgınlar, deniz tabanındaki çok büyük metan gazı sızıntıları, meteor ve kuyruklu yıldız çarpmaları, azgın tropik kasırgalar, korkunç volkan püskürüşleri, katastrofik güneş patlamaları.
“Nesil tükenişinin alternatifi durgunluktur ve durgunluk hiçbir aleme hayır getirmez.”
“Dinozorlar yok olduktan sonra memelilerin vücut boyutlarının çarpıcı bir hızla büyüdüğünü biliyoruz. Gerçi hız derken elbette jeolojik bağlamda bir hızı kastediyorum. Milyonlarca yıldan söz ediyoruz hala.”
Virüs ”Kötü haberlerle çevrili bir parça nükleikasit”tir. Bakterilerden daha küçük ve daha basit yapıdaki virüsler kendi başlarınacanlı değildir. İzole edildiklerinde atıl ve zararsızdırlar. Ama onları uygun birkonak organizmaya yerleştirdiğiniz an derhal faaliyete geçerler
Onlara karşı tek silahımız olan antibiyotikleri bu kadar bol keseden harcamasaydık, bakterilerle baş etmekte çok daha başarılı olabilirdik.
Bir hücrenin, nadiren rastlandığı gibi, kendisi için tayin edilen biçimde ölmek yerine çılgınca bölünmeye ve çoğalmaya başlamasıyla ortaya çıkan sonuca kanser deriz..
Yaklaşık 4,5 milyar yıl önce, Mars büyüklüğünde bir nesne Yerküre’ye çarptı ve ondan, yoldaş bir kürenin (Ay’ın) oluşmasını sağlayacak miktarda madde kopardı. Tahminlere göre birkaç hafta içinde, Dünya’dan kopan maddeler tekrardan bir araya gelip yekpare bir kütle oluşturdu ve bir sene içinde, bize hala yoldaşlık eden o küresel taş parçasına dönüştü. Ay’ı oluşturan maddenin büyük bir kısmının Yerküre’nin çekirdeğinden değil, kabuğundan koptuğu düşünülüyor: Demirin bizde çok fazla, Ay’da çok az olmasının sebebi bu işte
Bütün canlılar birdir. Bu cümle, gelmiş geçmiş en derin gerçektir ve galiba sonsuza dek öyle kalacaktır.
Yaşam, en basit düzeyde bile, sırf doğmuş olmak için doğar.
Yerkürenin herhangi bir bölgesinin tarihi, bir askerin hayatı gibi, uzun sıkıntı dönemlerinden ve kısa dehşet dönemlerinden oluşur.
Derek V. Ager
Fizikçiler, atomlar hakkında düşünen atomlardır.