İçeriğe geç

Hay Sultan Kitap Alıntıları – Nuriye Çeleğen

Nuriye Çeleğen kitaplarından Hay Sultan kitap alıntıları sizlerle…

Hay Sultan Kitap Alıntıları

İnsan yolcu hayat garip bir yolculuktu
Zaman deli akan bir nehirdir insanlar onu durağan sanır
İnsan üzülmek için olmayacak kadar az sebepleri hemen bulurken sevinmek için sebepleri görmezden gelirdi ya da küçük görürdü
Her kavuşma Ayrılıkla başlardı
Ayrılıp dünyayla nefis bağlarını koparırdı onun için ayrılık nefisten tutar vuslat kalbi kucaklardı dünyadan veda etmeyenler dünyayı feda edemezlerdi
İnsanın kimyası ayrılık kaderliydi
Zaman ne çabuk dönendi
Kainat büyük bir insandı Mekke onun ağzı Arafat diliydi
Buraların yabanıydı her şeyine yabandı
İtirazın günahın yol arkadaşı
“Allah’ım bizler mahrumiyetinden vuslatına, tardından kurbiyetine, reddinden kabulüne sığınırız. Bizi sana itaat edenlerden ve sevdiklerinden eyle. Sana şükredenlerden, sana hamd edenlerden kıl bizleri. Ey merhametlilerin en merhametlisi!”
Bir kişinin nefsi varsa, onun için halk önem taşır. Halk aşılınca ancak Hakk’a varılır. Hakk’a varmada halk en büyük nefis tuzağıdır.
Nefsin en dayanamadığı şey kişinin sükût elbisesini giymesiydi. O zaman nefsin tutunacak hiçbir yanı kalmazdı. Nefis konuşmayla kendine gelir, açılırdı. Nefis susmaya dayanamazdı.
“Şiarınız sessizlik olmalı. Varlığa hâkim olarak sükûtu libas gibi giymelisiniz!”
Belalar kula Cenab-ı Hakk’ın kapısını çalmayı öğretir.
Her nedense çocukluk ayan beyan hatırlanırken yakın geçmiş unutulur. İnsan büyüdükçe yaşadıkları nisyanın karanlık dehlizlerine savrulur. Mazinin odacıkları hep sıcak hep kuşatanken istikbal hep salınan hep kaçırandır. Mazi hatıra denen sayfalarda usul usul dinlendirirken istikbal yorar.
Deve, gurbetin adı olmalıydı. Her şeyi yüklendiği koca bedeninde minicik ayaklarıyla yol alırdı. Gurbet devenin ayakları gibi küçük görünürdü de kalplere devedeki yükler gibi kocaman hasreti yükler, ince uzun bacaklarındaki mesafe gibi kalplerin arasını açardı.
Ayrılık, dünya ile nefis bağlarını koparırdı. Onun için ayrılık nefisten tutar, vuslat kalbi kucaklardı. Dünyadan veda etmeyenler dünyayı feda edemezlerdi.
“Abdülkâdir Geylânî ahirzamanda gelecek müritlerine diyor:
‘Has müritlerim Said’in etrafında toplanın!’ ”
Kalbinde olmayan bir şeyi dilin ile söylediğinden dolayı tövbe etmez misin?”
Bir yerde siyasi kargaşa varsa halkın kalbinde ve imanında da karışıklık var demekti. Önce kalpleri tutmak gerekirdi. Düzeltme, bozulan yerden başlardı. Kalpte kokuşma varsa kokusu siyasi daireden çıkardı.
Ne kadar yakışıyor çay kelama
kelam da çaya.
Ruh Rabbiyle yakınlaştıkça zarafet kazanırdı.
Her ruhtan farklı bir huy, ahlâk çıkardı şişelerdeki kokular gibi. İnsan ruhuyla ortada görünürdü.
Küçük dünyama kirlenmemiş kalbime inen beyazlıklar
Huzurdayken kimdi ki huzura alına
Her yanışın bir dumanı bir ahı olur
Bir yere yağmur yağarda tek kişi ıslanır mıydı?
Abdülkâdir Geylânî içimde, sohbet yüreğimde,uyku gözlerimde. Zaman, tut ellerimden o ana götür! Zamanın gücü var da benim tutturacak ellerim yok, biliyorum. Zamana gücüm yetmese de hayale gücüm yetiyor. Hayal sen ne güzel bir bineksin!
“Belalar kula Cenab-ı Hakkın kapısını çalmayı öğretir.”Musibet kulun kapı çalmasındaki şifresidir. Her insanın musibetinin değişik olması şifrenin farklılığındandır. Allah, musibet ile de tevhidi öğretiyor. Herkes farklı çalıyor o kapıyı ve herkese farklı kapılar açılıyor. Herkes kendisindeki musibetle, kendisindeki esmanın kapısını çalar, o esma ve sıfatın dairesine girer.
“Musibetleri saklı tutmak, Arş hazinelerinden birine sahip olmak kadar büyüktür.” Dert yanmak, derdini halka anlatmak, Rabbini insanlara şikâyet etmekti. Sordum:
“Bu şikâyetler size ne gibi fayda sağlar?”
Cevabını verdim:
“Onlar size fayda sağlamazlar. Onlar kendi başlarına kimseye zarar da veremezler. Onlara itimat ederken Hakk kapısına ortak etmiş olursun.”
Halka gitmek halk kapısından medet ummak insanı Hakk kapısından uzaklaştırır. Tevhidî yaklaşımdan uzak her şey celal ile beni titretirdi. “Hakk’ın gazabına bu yüzden çarpılırsınız” dedim.
“Yâ Abdülkâdir, senin bütün duaların izzet dergâhımda kabul görür. Ancak fiillerim, hükmüm gereği olarak teenni ile ortaya çıkar, acele olmaz. Mühlet vererek ihsan ve inayet buyururum. Bilmez misin ki, bu kâinatı bir anda var etmeye gücüm yeterken altı günde yarattım. Kullarımın işlerinde acele etmemeleri gereğini belli etmek istedim.”
Haset amel yakıcıydı. Ameller yandığı için kalp de yanardı. Vaazlarımda hasedin kötülüğünü sık sık anlatıp diyordum:
“Ey müminler! Ne oluyor ki seni, komşunu, yemede içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır.”
Kıskançlık zaaf-ı imandandı. Kıskançlığın temelinde nimeti Sahib-i Hakikisine vermemek vardı.
“Demek şeyhimizin bu makamlara gelme sırrı edebinden.”
Evet der gibi başını salladı Ebû Yusuf bilgiç bir edayla. Sükunet sağlanınca söze başladı:
“Şeyhin mübarek ceddi Hz. Ali:
‘Güzellik, giyilen elbisenin insana kazandırdığı güzellik değildir. Hakiki güzellik, ilim ve edep güzelliğidir’ demiş.
Bir şeytan bir şey diyor, diğeri başka bir şey. Her biri dünyanın ne kadar zevk ve keyif yeri olduğunu söylüyordu. Dünyanın ne kadar yaşanacağı varmış meğer? Şeytanlar hepsini nasıl da allayıp pullayıp sunuyor, olmazsa olmaz gösteriyorlardı. Dünya pazarlamacısı şeytanlara kalbimin her zerresinden fışkıran bir zikirle haykırdım:
“La havle vela kuvvete illabillahil aliyyil azim.”
Şeytanların pazarladıkları tüm dünyayı onların çirkin yüzlerine çarptım.
İnat, küfür kadardı.
Şeytanın bir özelliği de kindar olmasıydı. Kendisine yapılanı asla unutmuyordu. Kendi kendini yiyip bitiriyor, tekrar bana nasıl musallat olup hak yolundan beni nasıl kaçıracağını düşünüyordu. Bu düşüncelerle tekrar bana yaklaşmak için yeni taktikler geliştiriyordu. Yalnızlıkta kalp sesi aşikâr olurdu. Malayani topluluklarda nefsin sesi baskın olurdu. Herkes başkasının nefsinin konuşmasına kuvvet verirdi. Onun için şeytanlar beni ıssızlık ülkesinden kovarak sükût elbisemi parçalamak istediler.
İblis kendini acındırmaya çalıştı. Şeytandaki bu azim, gayretimi artırdı. “Şeytan cehenneme insan götürmek için bu denli çalışıyorsa, ben de Rabbime gitmek için ondan bin defa fazla çalışmalıyım.” diye azm ü ceht ettim. “Şeytan kaybettiği binbir esma ile hiçlik âlemleri için bu denli uğraşıyorsa, ben de binbir esmaya tutunarak ondan bin defa daha fazla say u gayret göstermeliyim.” diye düşündüm.
Şeytanın en büyük özelliği inatçı olmasıydı. Şeytan, insanı kendi yanına alabilmek için her şeyi yapar, her zilleti kabul ederdi. Nefis de öyle idi. Ahret için izzetli bir işten kaçarken dünya için onca zillete katlanırdı.
Nefsin hocası şeytan, yine yanıma geldi. Çok çirkindi ve çok pis kokuyordu.
Çocukken öküzün konuşmasıyla yarım bıraktığım bir şeyi yapmaya başladım. Çift sürmek. Nefis çiftçiliği. Nefis toprağını öyle bir sürmeliydim ki; ta ten incinsin, incelsin ve nefis yok olsun. Riyazetin ilk aşaması açlık ile midenin susturulmasıydı. Bu hal kırk günden yetmiş güne kadar sürebilirdi.
Allah, Hz. Davud’a şöyle buyurmuştu:
“Ey Davud! O evi (kalbi) benim için boşalt ki, Ben orada olayım.”
Her şeyden önce kalp salih olmalıydı. Kalp salih olunca esmanın kalp aynasında perdesiz tecellisinin seyrine ulaşılırdı. O zaman kalp, İlahi isimlerle ahlâklanırdı. Münzevi kalp muhtaçlığını anlardı. İnsanın hakiki manası muhtaçlığını anlamasıydı. Muhtaçlığını fark eden kişide azc ve fakr sırrı ortaya çıkar, ene kaybolurdu.
Bir padişahın huzuruna bütün koku ve kirlerden temiz olanlar alınır. Nefsani arzular kötü koku ve kirlerdi. Onlarla Hakk’ın huzuruna girilemezdi. O’nun huzuruna ancak temiz ve pak olanlar girebilirdi. Bütün vaktimi ibadetle geçiriyordum. Bazen yorgunluktan uyku bastırıyordu. O zaman şöyle bir sesle irkiliyordum:
“Ey Abdülkâdir! Uyku için yaratılmadın. Biz seni hiçbir şey değilken sevdik. Sen bir şey iken de bizden gafil olma!”
“Akıl, fikir dalgıcı. Kalp sahiline çıkartmak için denize, marifet incileri için dalar. Lisan tercümanının simsarı da o incilere seslenir. Böylece iman nefesleri ve hüsn ü taat ile Allah’ın isminin yüceltilmesine izin verdiği evlerde akar.”
Nefis sızlandı. Şeytan nefse yardım etti. Nefse dedim:
“Mekânın ne önemi var? Halkla ünsiyet eden Hakk’la beraber olamaz. Kalp yerdekilere bağlı olunca Arşa bağlanamaz.”
Oruca niyet eyledim. Bu orucun içine dünyayı da kattım. Dünya orucundaydım. Yeme ve içmeyi iyice kestim. Günlerce yemediğim oluyordu.
Vakt-i iftar ölümdü.
Bekliyordum. Bu bekleyiş kıyamete kadar da olsa bekleyecektim. Çünkü kul, nefis ve şeytanla savaşı ve onlara itirazı kadar Rabbine karşı sükûnet, teslim ve itaat sırrı içinde olurdu. İtiraz nefis kadar, isyan günah kadardı.
Kul itiraz etmeyendi. Onun için “Neden, ne kadar?” diye sormadım.
Bekleyecektim. Sabrı, teslimi ve tevekkülü öğreniyordum. Nefsim sızlanıyordu. Ona diyordum:
“Belayı bırak gelsin, seni ziyaret etsin! Yolunu aç! Kapatma! Önünde durma! Sana gelmesinden ve seni yoklamasından korkma! Nasıl olsa onun ateşi cehennemin ateşinden daha şiddetli değildir.”
Nefisle mücadele ederek beklemeye durdum. Nefsin hoşlanmadığı şey itaatti. Rabbine karşı da öyle değil miydi? Anladım itaatle sınanıyordum.
Bekledim
Bağdat’ın dışında sahralarda beklemeye başladım. Otları, ağaç köklerini yiyor, sürekli ibadet ederek bekletilmekteki hikmete tutunarak bekliyordum. Her imtihan bir hikmet değil miydi? Kişi imtihan olarak bellemezse, hikmet sırrını göremezdi. Dünya büyük bir sahra değil miydi? Burada da beklemiyor muyduk? Hüzünsüz neşe ve darlıksız bolluk olur muydu? Ya sınavsız kulluk? Asla!
Bunları biliyordum bilmesine, ama nefis ve şeytan boş durmuyor sürekli sıkıştırıyor, beni yolumdan alıkoymak için olmadık çareye başvuruyordu.
Direniyordum.
İnsan, kendi iradesini fail bellerken başkasının iradesine kendini terk edemez. Eğer insan iradeden vazgeçip cüzi iradeyi sahib-i hakikisi olan külli iradeye terk ederse ilahî ilimlere kapı olur ve ilm-i ledün ona ayan olur. Yoksa o insan, bu dünyada bir kabuk olarak fena olur gider.
Dünyadan kopmak için önce sevdiklerinden ayrı düşmek gerekirdi. Kalp, dünyadan ayrılık yeliyle savrulurdu da her ayrılık o büyük Peygamberin sırr-ı ayrılığı hicretinden bir sır taşırdı.
Arkamdan dualarla yüklü bir ana nehir aktı. Bana verdiği doğruluk öğüdü hayatımın temeli olan on kaçınma kuralının ilkinde yer aldı. Yalan kelimesini hayatım boyunca kâğıda bile yazmadım.
Deve, gurbetin adı olmalıydı. Her şeyi yüklendiği koca bedeninde minicik ayaklarıyla yol alırdı. Gurbet devenin ayakları gibi küçük görünürdü de kalplere devedeki yükler gibi kocaman hasreti yükler, ince uzun bacaklarındaki mesafe gibi kalplerin arasını açardı.
Vakt-i ayrılıktı.
İnsanın kimyası ayrılık kaderliydi. Ayrılık, dünya ile nefis bağlarını koparırdı. Onun için ayrılık nefisten tutar, vuslat kalbi kucaklardı. Dünyadan veda etmeyenler dünyayı feda edemezlerdi. Annemden sonra ağabeyim Abdullah’la vedalaştım. Hasret ne çabuk inmişti yüreklere. Kucaklaştık.Gözyaşları ihtiyarını kaybetmişti. Ayrılık ne garip bir sır ne garip bir sızıydı. Hüzünle sarınmayan, gözyaşıyla ıslanmayan bir ayrılık yoktu.
O da ne! Sanki dünya sallandı, yer titredi.
Öküz arkasına döndü ve konuşmaya başladı:
“Sen dünya için yaratılmadın! Bununla emir olmadın!”
Şaşırdım! Meleklerin konuşmasını duyardım, ama öküzün konuştuğunu ilk defa duyuyordum. Öküz konuşur muydu, hem de bu denli hikemî? Demek öküz bile dünyanın mahiyetini biliyordu.
Her hayır ve güzellik nefsi birakmakla bulunur. Takva dairesinde olan nefsine muhalefet eder. Nefse muhalefet eden halkın varlığını kalpten çıkarır. Nefis terk edilince halkın önemi kalmaz. Bir kişinin nefsi varsa, onun için halk önem taşır. Halk aşılınca ancak Hakk’a varılı. Hakk’a varmada halk en büyük nefis tuzağıdır
Kalbin kelama durması muhataplığın idrakiydi. Kişi, Rabbine muhataplığı idrak ettiği zaman fitrat-ı insaniyedeki sıbga-i Rabbaniye kalpte hitap çiçekleri açtırırdı.
Şiarınız sessizlik olmalı. Varlığa hakim olarak sükûtu libas gibi giymelisiniz.
Hadis kişiyi cevaptan müstağni kılar.
Söz hitaptan sana çarpar. Peygamberin duaları Hak Teâlâ’ya tam bir yönelmeyle
kalpten dünya emellerini söküp koparır ki, bu çok ağır amellerden daha üstündür. ”
İnziva yalnız madde boyutunda insanlardan uzaklaşmak değil, Allah’tan alıkoyan her şeyden uzaklaşmaydı. İnsan tek başına olabilirdi, ama münzevi olmayabilirdi. Kalp, Allah’ın dışındakilerle meşgul ise ne kadar yalnız kalınırsa kalınsın inziva sayılmazdı. Asıl olan kalbi münzevi eylemekti.
Dünyada 2 şey sana yeter evliyaya hizmet,fukaraya sevgi beslemek.
Hakiki fakir Cenab-ı haktan başkasına muhtaç olmaz.
Rabbin karşısında sütannenin emzirdiği çocuk gibi ol!
Dedimki; manan gözlerimde hatıran kalbimde
Onun içindir ki yalnız kalan insanların ruh dünyası bozulurken inziva ile yalnızlığı ihtiyar eden kişi Allah’la dostluk kurardı.Yalnızlığı şekillendiren niyetti.
Haram nazar, doğumu zorlaştırdığı gibi çocuğun manevi ve ahlâki halleri de sorunlu olurdu.
Yorgunluğunu akıttığı yastığa başını koyarken uykunun ellerine düşmeden hem nefsinden hem de günahlardan korunmak için zikretti:
Yâ Hafîz!
Gece ile demlenmeyen kulluk, secdelere akmayan gece, kulun ellerinden tutmazdı.
Ah kelam neleri yüklenirsin de neleri kalpleri götürürsün
Her imtihan bir hikmet değil miydi?
Kişi imtihan olarak bellemezse hikmet sırrını göremezdi.
Hak yeri yaratıp göğü düzeli
Hoş nazar eylemiş ana ezeli
Evliyalar serçeşmesi, güzeli
Abdulkadir gibi
Sultan bulunmaz
– Yunus Emre
Kelamın ellerine, hayalin bineğine tutunuyorum
İtaat kalpten,muhalefet nefistendi.
Tövbe günah işletecek huylardan Rabbine sığınmak ve fıtratın günah elbisesini tövbe suyuyla yıkamaktır.Tövbe, yönetim değişikliğidir.Nefsin ve benliğin iktidarını alaşağı edip kalbin saltanatını ilan etmektir.
İnziva dünyadan el etek çekmek değil, ruhun asıl mekân diyarına göç eylemesini sağlamaktı.Onun içindir ki yalnız kalan insanların ruh dünyası bozulurken inziva ile yalnızlığı ihtiyar eden kişi Allah’la dostluk kurardı. Yalnızlığı şekillendiren niyetti.
O öyle bir sultandı ki Yüce Allah’tan, müritlerinin tevbe etmeden ruh teslim etmemesi için söz alan tek evliya, Sultan-ı Naz’dı.
Allah Resulünün sevgilisiydi. Yerde iken Arş-ı Azam’ı ve İsrafil’in azametini temaşa edendi.
Kelam onu anlatmakta aciz kaldı. İdrak onu anlamakta zorlandı.
İsa sırrının taşıyıcısı Kün Sultan’dı.
Hay Sultan’dı. Tüm perdeler kalkınca ruh cevherinde görünen İsm-i Hayy’dı.
Gavsü’l-Azam’dı o, evliyalar sultanı idi. Allah Resulü, evliyalar için “kibrit-i ahmerden daha kıymetlidirler,” demişti. Kibrit-i ahmer, taşı altına çeviren iksirdi. Kâmil mürşitler kibrit-i ahmer gibi olurdu. Kararmış kalpleri ihya edip iman nuruyla yeşertirken toprak olmuş kalpleri altın ederlerdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir