İçeriğe geç

Hay bin Yakzan Kitap Alıntıları – İbn-i Sina

İbn-i Sina kitaplarından Hay bin Yakzan kitap alıntıları sizlerle…

Hay bin Yakzan Kitap Alıntıları

Gördüklerini kabul et, söylentileri bırak
Güneşi görenin Zühal’e ihtiyacı kalmaz.
Kuşku duymayan kişi bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır.
Bu dünya ile öte dünya, iki kuma gibidir. Hangisinin gönlünü yapsan diğerlerini gücendirmiş olursun.
Eğer zevk ve müşahede ehlinden olmayı seçerek Tanrı ile birliktelik (huzur) aşamasına ulaşmış ermişlerin yaşadığı, tattığı durumu istersen, yapacağın şey, onları izlemek ve görmektir.
Ebu Bekir bin Saiğ, bitiş ek (ittisal) deyimini yorumlarken şöyle der: Bir bilimi öğrenmekte olan kimse, o bilim üzerine yazılmış bir kitabın anlamını olduğu gibi kavradığı zaman, bilginin bir düzeyde, buna karşılık, kendisinin, o güne değin bulunduğu diğer bir düzeyde kalması mümkün değildir. Bilginin düzeyi ile kişinin o bilgi sayesinde ulaştığı düzey aynı olur. O bilgi, kendisinde kökleştikçe, özdekten(heyula), maddeden ve doğal yaşama bağımlılıktan arınmış, temiz, seçkin ve Tanrısal durumlar (ahval-i ilahi) olarak adlandırılabilecek birtakım yüce bağıntılar gerçekleşir. Ancak böylesi bağıntılar Tanrı’nın kulları arasından seçtiği birkaç mutlu kişiye nasip olur.
İşler için ayrı ayrı insanlar yaratılmış, her insan yaratıldığı iş için gereken yetenek ve güçle donatılmıştı. Bu, tanrının süregelen yolu ve yasasıydı. Tanrının yol ve yasaları ise değişmeden uzaktı.
Mazlumun hakkı zalimden, mahkûmun hakkı hakimden alınır.
İnsanın, yapamayacağı bir şeyi yıkmaya kalkışması, yakışıksız bir davranıştır.
Çünkü, kuşku duymayan kişi bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır.
Bütün amacı mal toplamak, yemek içmek, cinsel isteklerini doyurmak, içindeki kin ve nefreti başkalarını ezerek yatıştırmak, mevki ve makam isteğinde bulunmak, öğretinin buyurduğu yükümlülükleri insanları aldatmak için yerine getirmek gibi aşağılık ve değersiz şeylerden öte gitmeyen insandan daha çok ziyanda olan kimse düşünülebilir mi?
Çünkü, kuşku duymayan kişi bakmaz,bakmayan görmez görmeyen kör ve şaşkın kalır.
Gerçek bilgi iki esasa dayanmalıdır: Akıl ve Sezgi. Bilgi, deneyin akıl ile ve aklın da sezgi ile uygunluğudur.
Yoksa, gerçeğe ulaşanların yine de arayanlar olduğu açıktır.
Buna göre, evren, akıl dan başlamış ve akıl ile yetkinliğine kavuşmuştur.
Varlık basamaklarının birincisi varlığın kaynağı olan tanrının varlığı basamağıdır. İlk varlık, O’nun varlığıdır. Tanrı’dan ilk olarak maddeden aşkın akılların birincisi olan ilk akıl çıkmıştır. Bundan ikinci akıl ve ikinci akıldan üçüncü akıl, dördüncü, beşinci ve bu şekilde akılların sonuncusu olan dokuzuncu akıl çıkmış; dokuzda birler basamağı sona erdiği gibi, bu dokuzuncu akıl da da akıllar sona ermiştir. Bunların ilki olan ilk akıl , Tanrı’ya göre ikinci basamakta ise de varlıklara göre ilk basamaktadır çünkü Tanrı varlıklardan ayrıdır; varlıklardan hiçbir nesnenin nitelikleriyle nitelendirilmez. Bu dokuz akıldan sonra, bunların aracılığıyla, öğeler evreninin işlerini yürütmekte görevlendirilen bir onuncu akıl gelir. Bu onuncu akıldan sonra akıl basamakları sona erer, nefs basamakları başlar.
Nefs de akıllar gibi cisim ve cisimsel değildir ama cisme bitişik (mukarin) olur. Cisme bitişik olmasından, kendisine karanlık (zulmet) gelmiştir. Bu nedenle insan akıl nuruyla aydınlanmadıkça kendi nefsini göremez. Karanlıkta kalan kimsenin ne kendisini ne çevresindekileri görmesi görmesi gibi nefs de kendi özüni aklı ve aşkın biçimleri (suret,form) aklın ışığıyla görür. Bu nefslerin dokuzu gökler (felekler) evrenindedir.
Burada eski Batlamyus (Ptolemaios) kuramını hatırlamamız gerekir. Bu kurama göre dıştan içe doğru dokuz gök vardır. Bunlar birbirleriyle iç içedirler. En dıştaki gök Atlas Göğü’dür (Felek-i Atlas). En içteki de Dünya’dır. En dıştaki Atlas Göğü’nden en içteki Dünya’nın üstünde bulunan Ay’a kadar Ay ile birlikte dokuz gök vardır. Bunlar şunlardır:
1.Atlas Göğü, en uzak gök katıdır (felek-i aksa)
2.Sabit Yıldızlar Göğü, Burçlar Göğü, Gezegenler Göğü
3.Zuhal
4.Müşteri
5.Merih
6.Güneş
7.Zühre
8.Utarit
9.Ay
Birbirlerini kuşatmış olan bu dokuz göğün ortak merkez noktaları da bizim Dünya’mızdır. Ay’ın altında olduğundan Dünya’ya Ay altı gök derler.
Varların var olmaları, ilk ilkeden derece derece aşağı inme, derece derece uzaklaşma ve derece derece düşme biçiminde gerçekleştiği için her varlığın yetkinliği, birinci ilkeye yakınlığı; eksikliği de ondan uzaklığı derecesindedir.
Gövdeden olduğu sanılan işlerle aslında gövdenin bir
ilgisi yoktu. Bütün bu işler, gövdeyi geçici bir süre için yurt edinen
ve sonra onu terk eden şeyin eseriydi. O şey için gövde, kendisinin
hayvanlarla dövüşmek üzere edindiği sopa gibi bir araçtan başka
bir şey değildi.
Bütün cisimler arasında yaratılmış olmayan, bağımsız Özne’ye gereksinim duymayan tek bir cisim bulamadı. Bunun üzerine yerel cisimler gözündeki tüm önem ve değerini yitirdi.
Hay, yaratıcı Özne’yi tanıma konusunda yerel cisimlerde aradığını bulamayınca gözlerini göğe ve gök cisimlerine çevirdi.
Bu büyük gök, içindeki bütün varlıklarla birlikte bir canlı (hayvan) sayılabilirdi. Gökte görülen parlak yıldızlar hayvanın duyuları, birbirine bitişmiş gökler hayvanın organları, oluş ve bozuluş âlemi (dünya) ise hayvanın dölyatağı gibiydi. Hayvanın içinde nasıl yeni bir canlı oluşuyorsa, evrenin dölyatağı gibi olan dünya da oluş ve bozuluş yurduydu.
Bütün varoluş, ister yoktan yaratılmış olsun, ister başlangıçsız, yani yokluk kendisini önceleyip zaman bakımından başlangıcı ve öncesi bulunmamış olsun, o Özne’nin eseri, yaratığıdır. Varlıklar her iki durumda da eserdirler ve bir Özne’ye zorunludurlar. Varlıkları O’nun varlığına bağlıdır. O varolmasaydı, kendileri de varolamazdı. O sürekli olmasaydı, varlıklar da kalıcı olamazdı. O
başlangıçsız olmasaydı, varlıklar da başlangıçsız (kadim) olamazlardı.
Ruh ölümden önce, bedeni kullandığı sürece ve Varlık’ın bilgisine ermiş, yetkinlik ve ululuğunu, saltanat ve gücünü bilmiş, ancak daha sonra O’ndan yüz çevirerek dünyasal ve benmerkezcil istek ve eğilimlerine uymuş ve bu durumda iken yakasını ölümün pençesine kaptırmış ise, ölümden sonra O’nu müşahededen (görme) yoksun kalır.
O’ndan bir göz kırpışı olsun yüz çevirmemeli, son soluğuna değin edimsel olarak aralıksız müşahede içinde olmalı ve bu durumda iken ölüme teslim olmalıydı.
Hay’ın, araştırmaları sonunda bulabildiği en iyi yöntem, sürekli düşünme (tefekkür) oldu. Bütün zamanını o yüce Varlık’a ayırdı. Her an O’nu düşünüyordu. Fakat zaman zaman gözüne çarpan bir nesne, kulağına gelen bir ses, zihnini çelen aykırı bir düşünce, doğal gereksinimleri, hastalık, soğuk, sıcak gibi kimi etkenler düşünmesini engelliyor, kesintiye uğratıyordu. Düşünmesinin kesintiye uğraması ise bulunduğu durumdan uzaklaşmasına
neden oluyordu. Bulunduğu müşahede durumuna yeniden dönebilmek için şiddetli bir mücahedeye girmesi gerekiyordu.
Bir türün bütün bireyleri, gerçekte tek bir varlık sayılırlardı. Çok gibi görünmeleri, bir gövdenin organlarının çokluğundan öte bir anlam taşımazdı.
Hay bin Yakzan bu aşamaya ulaştıktan sonra, zorunlu ve tek
olan Zat’ın çağrısını duydu, kelamını anladı. Konuşmaması, konuşmanın ne olduğunu bilmemesi o tek Varlık’ın kelamını anlamasını engelleyemedi. Bu durum içinde kendini yitirdi, daldı ve boğuldu. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir kalpten geçmeyen şeyleri gördü ve tattı.
Başka şeylerin varlığı, yoğun cisimlerde yansıyan ve ilk bakışta cisimlerden çıktığı sanılan güneş ışıkları gibidir. Bu ışıklar yansıdığı cisimlerden çıkıyor gibi görünürlerse de gerçekte güneşin ışıklarından başka bir şey değillerdir. Cisim ortadan kalktığında ışığı da yok olur.
Çalışmalarını, müşahede makamında durmayı ve oradan ayrılmayı istemine bağlı bir duruma getirinceye kadar sürdürdü. En alt düzeye indirdiği zorunlu bedensel gereksinimlerini gidermenin dışında hiçbir şey için makamından ayrılmaz oldu. Yine de bu küçük ayrılıklar üzüntü ve acıya boğuyordu Hay’ı.
Bu yüzden ayrılığa neden olan bedeninden bütünüyle kurtularak sonsuz huzura ve kurtuluşa ermeyi diliyordu Tanrı’dan.
Hay’ı böyle düşündüren neden, bütün insanları üstün yaratılışlı, ince kavrayışlı ve kalp gözü açık kimseler saymasıydı. İnsanların yeteneksizliğini, akılsızlığını, düşüncesizliğini, kararsızlığını ve kimi zaman hayvanlardan bile azgın ve aşağı duruma düştüklerini bilmiyordu.
Hay, insanın ayakta durmasını sağlayacak kadarından fazla yenilmesini doğru bulmuyordu. Malın ise hiçbir anlamı, değeri yoktu gözünde. Bu nedenle öğretinin zekât ve kısımları, alışveriş, faiz ve bunlarla ilgili cezaları ve benzeri durumlara ilişkin ilke ve yargıları anlaşılmaz, gereksiz ayrıntılardı ona göre. Eğer insanlar bunların gerçekliklerini bilseler, anlasalardı bu tür batıl şeylerden
yüz çevirir, Tanrı’ya yönelirlerdi. Dolayısıyla hiç kimse zekâtından hesaba çekileceği, çaldığı için elleri kesileceği, uğrunda canların telef edileceği dünyalıkla, mallarla ilgilenmezdi.
Absal, insanların birtakım eksiklikler taşıdıklarını, yeteneklerinin aynı olmadığını, dünyasal istek ve eğilimlerinin ağır bastığını, bu nedenle de Tanrı’dan yüz çevirdiklerini, onlara gerçeği kabul ettirmenin çok zor olduğunu anlatmaya çalıştıysa da Hay’ı kararından çeviremedi.
Bununla birlikte bu insanların büsbütün kötü oldukları söylenemezdi. Bunlar iyiliği seven, gerçeğe yönelen insanlardı yine de.
Fakat yaratılışlarından gelen eksiklikten ve bilgisizliklerinden dolayı gerçeği, gerçeğe özgü yoldan aramıyorlar, araştırma yönüne
gitmiyorlardı. Bu bir yana, gerçeği, gerçeğe ulaşan insanların yolundan öğrenmeyi de istemiyorlardı.
Bu insanlar bilgiye, düşünceye gidecek bütün yolları kapatmışlardı kendi elleriyle. Bilgisizlik çepeçevre kuşatmıştı toplumu. Yaptıkları kötülükler kalplerini karartmıştı. Tanrı da onların kalplerini, kulaklarını mühürlemişti. Artık gerçekleri kavrayamazlar, duyamazlardı. Gözlerine perde çekilmişti. Doğru yolu görmeleri mümkün değildi.
Açık, anlaşılır bir azap, büyük bir azap hazırlanmıştı bu toplum için. Çünkü azabın nedenleri kuşatmıştı onları. Kapkara perdeler örtmüştü dört bir yanı. Çok azı dışında bütün toplum dünyadan başka bir şey düşünmüyordu. Kolaylıklarına rağmen bütün güzel fiiller, eylemler arkaya atılıyor, ya da az bir dünyalık karşılığı satılıyordu. Bildikleri en iyi şey alışverişti ve bu, onları Tanrı’yı
anmaktan sürekli alıkoyuyordu. Bütün kalplerin ve gözlerin başka
türlü olacağı günün korkusu görülmüyordu hiçbir yürekte.
Öte dünya mutluluğunu ise ancak iman ederek öte dünyaya
yaraşır biçimde çalışanlar tadabilir. Azgınlık vadisine saparak bu
dünya hayatım öte dünyaya yeğleyenlerin dönecekleri yer ise cehennem ateşidir.
Bütün amacı mal toplamak, yemek içmek, cinsel isteklerini
doyurmak, içindeki kin ve nefreti başkalarını ezerek yatıştırmak,
mevki ve makam isteğinde bulunmak, öğretinin buyurduğu yükümlülükleri insanları aldatmak için yerine getirmek gibi aşağılık
ve değersiz şeylerden öte gitmeyen insandan daha çok ziyanda
olan kimse düşünülebilir mi?
Hay ve Absal, öğretiye teslim olan fakat eksiklik ve yanlışlardan arınmayan halk için başka bir yol olmadığını anlamışlardı. Bu
yoldan alınıp müşahede doruklarına çıkarılmak istenirse, sonsuz
mutluluğa ulaşmak şöyle dursun, içinde bulundukları durumları
bile bozulabilirdi. Tepetaklak yuvarlanıverirler, sonları çok daha
kötü olabilirdi. Eğer ölerek kesin bilgiye (yakin) ulaşana değin bulundukları durumda kalırlarsa, kötü sonuçtan korunabilir, kitabı
sağ elinden verilenlerden (ashab-ı yemin) olabilirlerdi.
İnsanın, yapamayacağı bir şeyi yıkmaya kalkışması, yakışıksız bir davranıştır.
İbn Sina şöyle diyor: “Çile (riyazet) insanı eğite eğite, ahlakını arıta arıta öyle bir noktaya getirir ki, o, uzaktan görünen ve kimi zaman parlayan, kimi zaman sönen bir ışığa döner. Gözüne, arada bir, gerçeklik nurlarından çok az bir aydınlık ilişmeye başlar. Bu aydınlık, ona büyük bir tat, zevk verir. Benliğini kötü huylardan arındırmayı sürdürdükçe, aydınlıklar çoğalır, büyür. Zamanla gözü aydınlığa alışır ve o aydınlık süreklilik kazanır. Çilede olmadığı zamanlarda bile o durumlar, aydınlıklar sürekli görünür.
Ayrı yüreklere dağılmış ruhları bir kapta toplamak mümkün olabilse, tümünün aynı ruhun parçaları oldukları görülürdü.
Fransız düşünür Garaudy, Hay bin Yakzan’ın anlam ve önemini şöyle dile getirir:
“Felsefe ve tasavvufun bütünlüğü içinde düşünce ile hayatın, ilim ve imanın birliğini gösteren İbn Tufeyl’in felsefi romanı, insan – tabiat – Allah arasındaki ilişkilerin bilincine varılması ve yaratılması hususunda, felsefeye Heraklit ve Empedokles’den bu yana 16 asırdan beri Batı’da kaybetmiş olduğu bütün boyutları iade ediyor ”
Hakikat dairesi öyle geniştir ki her şeyi kuşatır. Fakat onu kuşatmak imkânı yoktur.
Tanrı’nın verdiği yüreklilikle elini ateşe uzattı.
Bu dünya ile öte dünya, iki kuma gibidir. Hangisinin gönlünü yapsan diğerini gücendirmiş olursun.
Burası harap ve çorak bir iklimdir. Fitneler, kargaşıklıklar, düşmanlıklar ve çatışmalarla doludur. Sevinç ve mutluluk, buraya uzaklardan eğreti olarak gelir.
İnsan, aklın ışığıyla (nûr) aydınlanmadıkça kendi nefsini göremez.
Bilgiyi ve krallığı, yetkin ve tam olan yücelerden iste Eksikliler, yalnız eksiklikleri verebilirler.. Salaman
Kuşku duymayan kişi bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır.
Çamur, geçirdiği bu oluşumlardan sonra, ruhu kabule hazır duruma gelmiştir.
“Görüş ve düşünceler üçe ayrılır:

“1. Halkın içinde bulunduğu düzey ve inanç doğrultusunda dile getirilenler.

2. Soru soranın, öğrencinin durumuna göre dile getirilenler.

“3. Düşünürün kendi vicdani kanıları doğrultusunda açıklananlar.

Bu üçüncü görüşü, ancak kendisiyle aynı inancı paylaşan kimseler anlayabilir.

Çile insanı eğite eğite, ahlakını arıta arıta öyle bir noktaya getirir ki, o, uzaktan görünen ve kimi zaman parlayan, kimi zaman sönen bir ışığa döner. Gözüne, arada bir, gerçeklik nurlarından çok az bir aydınlık ilişmeve başlar. Bu aydınlık, ona büyük bir tat, zevk verir. Benliğini kötü huylardan arındırmayı sürdürdükçe, aydınlıklar çoğalır, büyür. Zamanla gözü aydınlığa alışır ve o aydınlık süreklilik kazanır. Çilede olmadığı zamanlarda bile o durumlar, aydınlıklar sürekli görünür.
Şeyh Ebu bu düzeye (makam) ulaştığında , bilimlerdeki yetkinliği sayesinde, kendini bu gibi sözlerden korumayı başardı. Fakat yine de aşağıdaki dizeleri söyleyerek durumunu dile getirmekten kendini alamadı:

Anlatamayacağım hâller yaşadım
Hayra yor ve nasıl olduğunu sorma.

Kalbi bütün bütün hissedilir bayağı âlemden soğuyarak akledilir yüksek âleme bağlandı.
Ve her fâni gibi o da öldü.
Hakikat dairesi öyle geniştir ki her şeyi kuşatır. Fakat onu kuşatmak imkânı yoktur.
Bilgiyi ve krallığı, yetkin ve tam olan yücelerden iste.. Eksikliler, yalnız eksiklikleri verebilirler!..
İnsan akıl nuruyla aydınlanmadıkça, kendi nefsini göremez.
Leibniz’in, “Arapların öyle filozofları var ki, onların uluhiyet hakkındaki his ve fikirleri en yüksek Hristiyan filozofların fikirleri kadar yüksektir.
Bunu Pococke’un Arapçadan tercüme ettiği ‘Philosophus Autodidactus’ (‘Kendi kendine felsefe, Hay bin Yakzan) eserinden anlamak mümkündür”, diye kendince onurlandırdığı İbn Tufeyl, 1186 yılında Marakeş’te hayata veda etti ”.
“Adım sanım YAKZAN (Uyanık) oğlu HAY’dır (Diri).
Beytülmakdis’tenim. İşim, evrenleri gezmektir.
Gezilerim ve öğrenmelerim sırasında yüzümü sürekli babama, Yakzan’a, tutarım ”
Rivayete göre; Tanrı Adem’i yaratmaya dilediği zaman, melekler yeryüzünün her yerinden birer örnek toprak toplayarak göğe çıkarır veya Mekke ile Taif arasında bir yere bırakırlar.
İyice karıştırılan toprak üzerine kırk gün ya da kırk yıl hüzün yağmurları, ardından da bir gün ya da bir yıl mutluluk ve sevinç yağmurları yağdırılır ”
Fransız düşünür Garaudy, Hay bin Yakzan’ın anlam ve önemini şöyle dile getirir:
“Felsefe ve tasavvufun bütünlüğü içinde düşünce ile hayatın, ilim ve imanın birliğini gösteren İbn Tufeyl’in felsefi romanı, insan – tabiat – Allah arasındaki ilişkilerin bilincine varılması ve yaratılması hususunda, felsefeye Heraklit ve Empedokles’den bu yana 16 asırdan beri Batı’da kaybetmiş olduğu bütün boyutları iade ediyor ”
Antik inanışa göre, evrenin temel öğeleri olan Ateş, Su, Hava ve Toprak bütün nesnelerin hamurudur. En basit bir cansızdan insana kadar bütün varlıklar bu dört öğenin birleşiminden oluşur. Bu dört öğe dört niteliği barındırır:
Ateş sıcakla kuru, Hava sıcakla yaş, Su yaşla soğuk, Toprak soğukla kuru niteliklerine sahiptir
Eski ruhbilimciler ,insandaki dış duyulardan başka, beş de iç duyu kabul ederlerdi. Bunlar bellek(hafıza), sezgi(vahime), imgelem(muhayyel), anımsama(müzekkire) ve düşünme(müfekkire) idi .
Hay bin Yakzan, Batıda birçok sanatçı ve düşünürü etkilemiş, onların sanat ve düşüncelerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur.
“Batıda tesiri çok büyük oldu. Onun birçok taklitleri yazıldı,” diyen Hilmi Ziya Ülken, bunların en tanınmışlarından birisi olarak çağdaş Batı felsefesinin kurucularından olan Francis Bacon’u ve eseri ‘Yeni Atlantis’i anmaktadır..
Rousseau’nun Emile’sine,
Thomas More’un Ütopya’sına,
Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’suna
Hay bin Yakzan’ın çocuğu gözüyle bakanların sayısı hiç de az değildir
Mazlumun hakkı zalimden,
Mahkûmun hakkı hâkimden alınır
Eski ruhbilimciler, insandaki dış duyulardan başka, beş de iç duyu kabul ederlerdi. Bunlar: bellek (hafıza), sezgi (vahime), imgelem (muhayyile), anımsama (müzekkire), düşünme (müfekkire), idi.
Bu beş duyu, bir ortak duyuda (hiss-i müşterek) birleşirdi
Bir’in bütün sayıların nedeni olması gibi, ilk ilke, ilk neden de varlığın nedenidir.
Antik inanışa göre evrenin temel öğeleri olan ateş, hava, su ve toprak, bütün nesnelerin hamurudur. En basit bir cansızdan insana kadar bütün varlıklar bu dört öğenin çeşitli nicelikteki birleşiminden oluşur. İnsan gövdesi öğelerin en yetkin birleşiminin sonucudur. Bu dört öğe dört niteliği barındırır: Ateş sıcakla kuru, hava sıcakla yaş, su yaşla soğuk, toprak soğukla kuru niteliklere sahiptir.
Çile insanı eğite eğite, ahlakını arıta arıta öyle bir noktaya getirir ki, o, uzaktan görünen ve kimi zaman parlayan, kimi zaman sönen bir ışığa döner..
İnsanlar, dünya mallarını biriktirmekte can atarcasına yarışmaya başlamışlardı. Ölünceye kadar süren bu mal biriktirme hırsı, onları sonsuz mutluluğa ulaştıracak eylem ve çabalardan habersiz bırakmıştı.
“Fransız düşünür Garaudy, Hay bin Yakzan’ın anlam ve önemini şöyle dile getirir: Felsefe ve tasavvufun, bütünlüğü içinde düşünce ile hayatın, ilim ile imanın birliğini gösteren İbn Tufeyl’in felsefî romanı insan, tabiat ve Allah arasındaki ilişkilerin bilincine varılması ve yaratılması hususunda felsefeye Heraklit ve Empedokles’den bu yana 16 asırdan beri Batı’da kaybetmiş olduğu bütün boyutları iade ediyor.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir