İçeriğe geç

Hatme-i Hâcegân Sultanları Kitap Alıntıları – Muzaffer Taşyürek

Muzaffer Taşyürek kitaplarından Hatme-i Hâcegân Sultanları kitap alıntıları sizlerle…

Hatme-i Hâcegân Sultanları Kitap Alıntıları

***
Hz. Hasan-ı Basrî birgün çarşıda bir dükkânda oturmuş. Bir adam sallana sallana büyük bir gurur ve tekebbürle yukarı aşağı geziyormuş. Hasan-ı Basrî (r.a) cemâate sormuş;
Bu tekebbürle gezen kimdir?
Bu, pâdişâhın hizmetçisidir! demişler. Hasan-ı Basrî (r.a):
Ben de Sultânların Sultânının kuluyum, hizmetçisiyim. Allah’ın kuluyum, diyerek O da çarşıya çıkarak daha büyük sallantı ve vekarla, muhabbetle dolaşmaya başlıyor.
Pâdişâhın hizmetçisi pâdişâh kadar büyüktür. Pâdişâhın hizmetçisinin büyüklüğü de pâdişâhın büyüklüğüne göredir.

Seyda (k.s)

Benî İsrâîl peygamberlerinin kimi ailesine, kimi kavmine, kimi köyüne, etrafına, beş kişiye, on kişiye, on bin kişiye, yirmi bin kişiye hidâyete sebep olmuşlardır.
Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed ümmetini son ümmet olarak yarattı. Diğer ümmetler üç bin, dört bin, beş bin yıl önce ölmüşlerdir.

Âhir zaman ümmeti toprakta daha az kalacaktır. Bu zaman âhir zamanın sonlarıdır. Ümmet-i Muhammed toprakta en az kalacaklardır. Çok kısa bir zaman kabir azabı çekiyorlar. İnşâallah Ümmet-i Muhammed, Rasûlullah Efendimizin şefaat sancağı altında şefaate ulaşacaklar.

İsa aleyhisselâm diyor ki:
Levh-i Mahfûz’da Hz. Muhammed’in ümmetini o kadar muazzam ve mükemmel gördüm ki, keşke ben de O’nun ümmeti olsaydım, dedim.
İnsan, kendini mahlûkâtın en aşağısı görmelidir. Köprü gibi olmalıdır. Üzerinden herkes geçse o, görevini yapmalıdır. Nakşibendî nisbeti, nefsini terbiye eden, benliğini yok eden, ihlâs ve teslimiyet sahibi kimselerin üzerine gelir. Evrâd-ı Nakşibendîye’den maksâd, nefsi ıslâhtır. Şeytânın helaki, kendini üstün görmesindendir. Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn, bizleri nefsin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin

Seyda(k.s)

Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerifinde; Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. buyurmuştur.

İmâm-ı Rabbani kuddise sırruhu diyor ki: Hangi âlim vâristir? Bu hem zahirî ilimleri okuyup da bâtınî ilimden haberi olmayan ve bâtınî ilmi ya inkâr edip veyahut da bilmeyen kişiler vâris olamaz diyor. Onlar vâris değildir. Rasûlullah’ın (s.a.v) hakîkî vârisleri o kimselerdir ki, hem zahirî ilmi okumuş tamamlamış, hem de bâtınî ilmi görüp terbiye ve eğitimini tamamlamış kişilerdir.

Ey kişi! Seni dostundan geri bırakan neyse, onu kalbinle terket

Hafız Şirâzî

Zamanımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat eden kimseler çoktur, ama hakîkî saadet yolunu gösteren rehberler azdır.
Kimin gayret ve düşüncesi midesine olursa kıymeti de ondan çıkan kadar olur. Malûmdur ki, hayatını şöhret ve şehvete harcayanın sonu hüsrandır.
Bir maneviyat ehline sormuşlar: İşiniz nedir, san’atınız nedir, siz ne yaparsınız? diye.
Demiş ki: Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.
Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban? diye sorduklarında şöyle cevap vermişti:
Biz, bize gelenlerin kalblerini dünyâdan çözer, Âhirete bağlarız.
Kardeşinin ayıplarını açığa vurma, sakla ki kendi ayıplarını bilesin. İnsanın selâmeti, dilini muhafaza etmesindedir. Edebi olmayan bir şahıs ruhsuz bir cesede benzer. Başkasında çirkin bildiğin şeyi kendin için de çirkin bil. Yalnız kendi fikrini beğenen kimse, doğruluktan sapar.
Nakşibendiyye tarikatı, sünnet-i seniyyeye uymaktan ve onu sevgi ile yaşamaktan etmekten başka bir şey değildir. Bu tarikatı arzu eden kimse mutlaka Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine tâbi olmalı, dinde bid’at ve ruhsat olan şeylerden, zayıf olan kavillerden kendini muhafaza etmelidir.
Gerçek tasavvuf, Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti üzere hareket etmekten ibarettir.
Tarikatların âlâsı, yüce Nakşibendî tarikatıdır. Allah bizi ve sizi, sahibinin sırlarıyla takdis eylesin. Çünkü, bu tarikatın esası, sünnet-i seniyyeye uymak, dindeki ruhsatlardan ve Allah’ın rızâsı olmayan bid’atlerden korunmak üzere kurulmuştur.
Muhammed Diyâüddin-i Nurşinî, Birinci Cihan Savaşı sırasında müridleriyle birlikte Rus ve Ermenilere karşı cihâd etti, yaralandı ve kolunu kaybetti. Gerçek bir mürşid ve mücâhid olduğunu, Hocası Fethullah-ı Verkânâsî’ye lâyık bir zât olduğunu gösterdi.
Diyâuddîn-i Nurşînî Hazretleri bir sohbeti sırasında Peygamber Efendimize tâbi olmanın önemine işaret ederek buyurdu ki:

Ey dostlarım! Hakîki saadet ve olgunluk, iki cihanın efendisi olan Peygamber Efendimize tâbi olmak , O’nun tebliğ ettiği İslâmiyetin boyasıyla boyanmak, bizzat emirlerine uyarak yasakladığı şeylerden sakınmakla mümkündür. Ayrıca, bunları başkalarına da yaptırmalıdır. Bir kimse başkasını İslâmiyetin emir ve nehiylerine muhalefetten men edecek kudrette olup da onu men etmezse, o kimsenin ortağıdır, yâni o işi birlikte yapmış sayılırlar. Bir kimse Peygamber Efendimizin sünnetini ve İslâmiyetin hükümlerini başkasına yaptırsa, ona hâsıl olacak ecir ve sevabından hiçbir şey noksan olmaksızın kendisine de hâsıl olur.

Muhammed Diyaûddin(k.s) buyurdu ki :

Biliniz ki sohbetsiz geçen zaman zarardır. Ömrün boşa geçmesidir. Bu ömrün hakkı, ilk önce tedricî olarak sohbetin tahsili yolunda sarf edip, mümkün olduğu kadar sohbeti terk etmemektir. Sonra tarikatta sonu olmayan edeblere uymaktır. Çünkü sohbet bütün kemâlatın, olgunlukların ve marifetlerin başlangıcıdır. Geçen zaman iade edilmez, kaza da edilmez. Ne olursa olsun sohbetsiz geçen vakitlere üzülmeli

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
O hep şöyle derdi:
Şerîata uymadıkça keşiflerle amel olunmaz. Tâ ki sahîh olsalar bile. Bunlar üzerine hüküm bina edilmez.
Vefatından bir sene kadar önceydi. Ramazan ayının otuzuncu günü sabah namazından döndükten sonra ocağın karşısına oturdu ve hanımına buyurdu ki:

-Bu gece ay, evliyanın sultanı Seyyid Abdülkadîr-i Geylâni’ye gelerek; Esselâmü aleyküm ey Allahu Teâlâ’nın velî kulu. Ben Ramazan ayıyım. Sana geldim ve veda etmek istiyorum. Çünkü bu, son biraraya gelişimizdir, dedi.

Bu sözleri söyledikten bir müddet sonra ertesi sene Ramazan ayına erişmeden vefat etti.

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Keramet peşine düşenlerin Deccâl’ın ardına düşmesinden endîşe ederim. Çünkü o istidrâç mâhiyetinde velîlerden daha çok olağanüstü hâller gösterir. Şeriata bağlı olmayan tarikat dâvası iftiradır, yalandır.
Tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriata uyan her mesele tarikattandır. Şerîatsız tarikat olmaz. Şerîatsız ulaşırım diyen herkes zındıktır.
En üstün keramet; istikâmet ve cazibedir. İnsanlardan yüz çevirip Allah’a sığınan kimse velîdir.
Dinî hükümlerin istikâmeti, bilindiği üzere yalnız emirleri yapıp nehiylerden kaçmak değildir. Çünkü, böyle bir kişi kendini büyük görebilir. İnsanların kendisini beğenmesini isteyebilir. Ameline güvenebilir ve onu gösteriş için yapabilir. Halbuki böyle ameller fayda vermez. Emirleri yapıp, nehiylerden kaçmakla beraber, nefsi gayet kusurlu görmek lâzımdır. Hattâ nefsi böyle görmek emirleri yapıp nehiylerden kaçmanın anahtarıdır.
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî dedi ki :

Bid’atlerin hepsi karanlıktır. Onlarda güzellik yoktur. Bizim yolumuzun üstünlüğü, bid’at karışmamış olmasıdır. Ortadan kalkan her yol, bid’at yüzünden kalkmıştır. Farzlarla yetinip, bid’atlerden kaçınan kimse, bir bid’at işleyip, birçok tâatler yapıp hâl ve keşfe kavuşandan üstündür

Seyyid Sıbgatullah Arvâsî dedi ki :

Bizim yolumuzun esâsı sohbet ve muhabbettir. Sohbet muhakkak lâzımdır Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmânı kazandırır. Ashâb-ı Kiramdan bâzılarının; ‘Gelin bir saat îmân edelim’ sözlerindeki îmândan maksat sohbettir. (Yâni bir saat sohbet edelim de îmânımız yenilensin, kuvvetlensin.)

***
Herkî aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyaret için Nehrî’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine:

Herkes abdest alarak Nehrî’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim! dedi.

Talebeleri: Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim, dedilerse de,

Hoca Efendi: Sanki bu dinî bir hüküm müdür? Ben yapmam! dedi.

Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düştü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü, gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehrî’ye gitti. Seyyid Hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca,

Seyyid Tâhâ Hazretleri: Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz! buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tevbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.

İbn-i Âbidin Hazretleri;

Efendim! Dün gece rüyamda Hz. Osman’ın vefat etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenaze namazını ben kıldırdım, diyerek rüyasını anlattı. Mevlânâ Hâlid Hazretleri de;

Ey İbn-i Âbidin! Yakında ben de vefat ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenaze namazımızı kıldırırsın. Çünkü ben, Hz. Osman’ın evlatlarındanım, buyurdu.

İbn-i Âbidin bunu duyunca geç üzüldü ve rüyasını anlattığına pişman oldu.

***
Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgul olanınızdır.
Mevlana Hâlidî Bağdadi talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam’a doğru ilerlediler. Şam arazisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhur Şemmer kabilesinden bir yolkesici, adamları ile kafileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır:

-Pek çok yardımcımla Mevlânâ Hâlid’in kafilesine hücum edeceğim zaman, kafileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir dağ kadar oldu. Yolcular ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü. Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kafilede Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan, Aman aman, affedin, affedin! diye bağrıştık. Bunun üzerine kafile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyaz ettik. Ellerine sarılarak tevbe ve istiğfar eyledik.

Allah’ı çokça zikrederek velâyet-i kübrâ makamına ulaştı.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri bu yüce makama ulaşınca Nakşibendî şeyhleri tarafından ruhanî bir işaretle, Şeyh Dehlevî Hazretleri kendilerine icazet verdi ve beş tarikatta, yâni Nakşibendiye, Kâdiriyye, Suhreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviye tarikatlarında tam ve mutlak hilâfet verip irşada da mezun etti. Hadîs, tefsir, tasavvuf, âdâb, evrâd ve benzeri bütün icazetleri alan Mevlânâ Hâlid Hazretleri, Mevlâ Abdülazîz el-Hânefî en-Nakşibendî el-Hindî Hazretlerinden Kütüb-ü Sitte ve diğer ilmî icazetlerle ilgili bütün hususlarda icazetname aldı..
İslâm ile küfür, Kıyamete kadar ve ondan sonra da birleşemez, kaynaşamaz iki zıddır. Bunlardan birini getirmek diğerinin gitmesini, birini yüceltmek diğerinin aşağı düşmesini gerektirir. Allahu Teâlâ, sevgili Resulüne şöyle buyurmuştur:

-Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla savaş (cihâd et) onlara acıma.
(Tevbe 9/73.)

İslâm’ın üstünlüğü, küfrün ve sahiplerinin zillet ve düşkünlüğüne bağlıdır. Kâfirleri yücelten, Müslümanları düşürmüş olur. Onları yüceltmek, yalnız onlara saygı ve baş köşeye oturtmakla olmaz. Onları; Müslüman meclislerine sokmak, onlarla arkadaş olmak, dilleriyle konuşmak bütün bunlar, onları yüceltmeye dâhildir.

Dini öğretmek ve dinî soruları cevaplandırmak ancak sırf Allah rızâsı için yapılır. İlim mevki ve riyaset sevgisi mal ve terfi hırsı gibi duygulardan uzak olduğu zaman fayda verir. Bunlardan uzak oluşunun alâmeti ise dünyâya ve dünyalığa önem vermemektir. Bu belâya tutulmuş ve kendilerini dünyâ sevgisi esaretine kaptırmış âlimler, dünyâ bilginleri, halkın en kötüleri ve din hırsızlarıdır. Şeytan onlara galip gelmiş, Allah’ı anmayı unutturmuştur. Böylece onlar şeytanın adımlarına uymuştur.

Muhakkak, şeytanın tarafını tutanlar zarardadır.
(Mücâdele, 58/19.)

***
Kudvetü’l-Kâmilîn Şah Kemâl Küteylî, torunu Ârif-i Rabbani Şah İskender’e bir cübbe emânet etti. Rivayet edildiğine göre; bu cübbe, Gavs’ül A’zam Abdülkadîr Geylânî Hazretlerinin idi. O zât, bu cübbeyi torununa emânet ederken; Sahibi gelinceye kadar bunu sakla. demiştir:
Meceddîd İmâm-ı Rabbani Hazretleri zuhur ettikten sonra, rüyada kendisine: Cübbenin ehli O’dur; O’na ulaştır, emrini verdi. Yapmayınca, ikinci defa; içinden cübbeyi O’na götürmesi için hitap etti. Bunu da yapmayınca, azarladı.
Bundan sonra, hırkayı götürüp İmâm-ı Rabbânî’ye giydirdi. Bu cübbeyi giydikten sonra, O’ndan büyük işler zuhura gelmeye başladı.
Ariflerin İmâmı diye yâd edilen Hâce Muhammed Bakî Hazretlerinin halîfeleri arasında sayılan kâmil Şeyh Mir Hüsâmeddîn şunu anlatmıştır: Hz. Rasûlullah’ı (s.a.v) rüyada gördüm. Şeyh Ahmed Serhendî’yi övüyor ve şöyle buyuruyordu:

-Ben, ümmetim içinde, onun varlığı ile övünüyorum; iftihar ediyorum. Allahu Teâlâ, onu ümmetime müceddid kılacaktır.

Âlimlerin devlet başkanlarına yaklaşması ve onların görüşleri doğrultusunda, güdümlü fetva vermelerini şiddetle eleştiren İmâm-ı Rabbani, velayetin nübüvvetten üstün olduğunu savunanlara karşı ilmî delillerle büyük bir mücâdele başlattı.

Uzlet, inzivanın (yanlız başına, bir köşeye çekilerek Allah’ı tefekkür etme işinin) yanlış anlaşıldığını izah eden İmâm-ı Rabbani, Hakk’ın emirlerini devlet başkanlarına dahi söylemenin en büyük hizmet olduğunu belirtti.

İşte bugün, her müslüman elinden gelen yardımı yapmayıp İslâmiyet yine baskı, hakaret altına düşerse yardımı esirgeyen her müslüman âhirette mesul olacaktır. Bunun için bu fakîr (yâni İmâm Rabbani) gücüm, kuvvetim olmadığı hâlde yardıma koşmaya özeniyorum.
İmâm-ı Rabbânî’nin yüksek dereceleri o mertebeye varmıştı ki Şeyhi Muhammed Bakî Billah Hazretleri O’nun istidâd ve kemâlin hayranı olup, bütün mürid ve ashabının kemâlât teveccühlerini O’na havale buyururdu ve hattâ kendileri de istifâde etmek için meclislerinde oturdu.
Bid’ad sahibi sapıklarla ve dünyâya düşkün kimselerle arkadaşlık etme.
Az konuş, az ye, az uyu.
Helâl yemeğe çok gayret et, şüpheli şeyleri terket. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et.
Abdulhalık Gücdivani (k.s) manevî oğlu Şeyh Evliya Kebîr’e şöyle dedi:

Rasûlullah Efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakîkî uygulayıcısı olan ashabın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarikatçılardan sakın.

Abdulhalık Gücdivani (k.s) manevî oğlu Şeyh Evliya Kebîr’e şöyle dedi:

– Yavrucuğum! Sana ilim tahsili ve edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Her zaman Allahu Teâlâ’nın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma.

***
Gücdüvâni Hazretlerinin Seyr-i Sülûke girenlerin istifâde etmeleri ve uymaları için, tarîkat-ı âliyye için ortaya koyduğu düstûrlar halîfesi olan Arifi Rivegeri tarafından tâlim ve tebliğ edildi. Bunlar:

1. Hûş der-dem: Her alınan – verilen nefeste uyanıklık.

2. Sefer der-vatân: Beşerî sıfatlardan sıyrılıp İlâhî sıfatlarla süslenmek devamlı Allah’a yaklaşmak,

3. Nazar ber-kadem: Yürürken bakışlarını ayağından ayırmamak, önüne, işine, edebine, mürşidine, hedefine bakmak.

4. Halvet der-encümen: Zahirde halk ile, esasta Hakk ile bulunmak. Eli kârda, gönlü yarda olmak. Dışı halk içi Hak ile olmak.

5. Yad kerd: Kalb ve lisânın zikri beraber yapması; her gönlü uyanık olmak.

6. Bâz keşt: Zikir yaparken; İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî. (Allah’ım! Maksadım Sensin ve taleb ettiğim Senin rızândır.) demek.

7. Nigâh-daşt: Zikir esnasında kalbten meşguliyet verecek düşünceleri defetmek.

8. Yâd-daşt: Her dem Allah’la olmak, her yerde O’nu müşahade etmek.

9. Vukuf- u zemâni: Yaşadığı anın, aldığı nefesin farkında olmak, zamanı boşa harcamamak, o anda lazım olanı yapmak.

10. Vukuf-u adedi: Zikirde, verilen adede riâyet etmek; sayıyı korurken zikri, zikrettiği zatı unutmamak, kalbi zikirde toplamak, kendini unuup zikrettiği yüce Zât’ın muhabbetiyle huzur bulmak.

11. Vukûf-u kalbî: Zikir anında kalbine sahip olmak, zikrettiği Zât’a yönelmek, kalbini boş düşüncelerden temizlemek, zikrin sırrına ve tadına ulaşmak; kalbini kontrol etmek, hep Allah ile beraber olmak.

***
Abdülhâlik Gücdüvâni Hazretlerine, müslüman kıyafetinde olan bir genç gelerek, bir müddet sohbet dinledikten sonra söz isteyerek:
-Efendim! Rasûlullah; Mü’minin ferasetinden korkunuz. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar buyuruyor, bu hadîs-i şerifin sırrı nedir? diye sordu.
Abdülhâlik Gücdüvâni Hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra, Öyleyse belindeki zünnân kes de îmâna gel! dedi. Zünnar, gayri müslimlerin bellerine bağladıkları, rüku ve secde etmeyi engelleyen bir bel bağıdır.
Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç inkâr etmeye çalışınca, hırkasını çıkardılar ve belinde zünnârının bağlı olduğunu gördüler. Genç mahcubiyetini ve özûrünü beyân ederek şehâdet getirip Müslüman oldu. Böylece evliyanın Allah’ın nuruyla nasıl baktığının cevabını da öğrendi.
Hizmeti minnet bil, minneti hizmet bilme
Ali Râmitenî Hazretlerine Azîzân denmesinin sebebi şöyle anlatılır:

Bir zaman Ali Râmitenî’nin evinde iki-üç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misafire de evde ikram edecek bir şey yoktu. O sırada Ali Râmitenî Hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, içine pirinç doldurulmuş kızarmış bir horoz hediye getirdi.

Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabul buyurursanız, bizi memnun edersiniz,

diyerek yalvardı. Bu nâzik anda gelen yemekten son derece hoşnûd olup, o talebesine iltifatlarda bulundu. Bu yemeği, misafirine ikram ederek ağırladı. Misafir gittikten sonra o talebesini çağırarak:

Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu ânda açıktır,
buyurdu. Genç de;
– İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hâle kavuşturmanızı istirham ediyorum efendim! dedi. Ali Râmitenî Hazretleri;

– Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir dilekte bulun, buyurdu. Genç ise;

– Dünyâda tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni teselli etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona razıyım efendim dedi.

Bunun üzerine Ali Râmitenî Hazretleri; Pekâlâ deyip, gencin elinden tutarak beraberce husûsî halvethânesine girdiler. Yüzyüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zahir ve bâtında Allahu Teâlâ’nm izniyle Ali Râmitenî’nin derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün daha yaşayıp vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki azîz mânâsında, Hz. Üstadın ismi Azîzân olarak kaldı.

Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp dua ediyor: Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Halbuki, yediği içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duası nasıl kabul olur?

Yâni, haram yiyenin duası kabul olmaz buyuruldu. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzetini alamaz, marifete, Allahu Teâlâ’ya âid bilgilere kavuşulamaz.

Bâtınî temizlik: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahu Teâlâ’nın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi Cenâb-ı Hakkı’n beğendiği iyi huylar.
Yazık sana!
Halka doğruluk söylersin, ama işin yalan
Halka Allah’ın birliğinden dem vurursun; ama işin şirk
Halka, ihlâs ve sağlam işin yolunu gösterirsin; fakat sen, görsünler ve desinler diye işler tutarsın
Sen, bütün kötü işleri yaptığın halde halkı onlardan sakındırmaya kalkarsın.
Ey kalbleri ölü olanlar!..

Ve ey sebepleri ilâh olarak kabul edenler ve etrafında toplanan kullara ve kuvvet sahiplerine tapanlar, siz ne hâl olacaksınız?

Ağalara ve sultânlara ibâdet edenler, sonunuzu düşününüz. Onlar hiç bir yönü bilmezler; onları bırakıp Allah’a dönün. Kârı ve zararı Allah’tan bilmeyen O’na kulluk edemez. Herhangi bir şeyi kimden görmekte isen onun kulu olursun.

Peygamber aleyhisselâmın getirdiğine, yâni Kur’ân’a, sünnete devam et.

Çünkü, bir kimse onları bırakırsa zındık olur. Ve İslâm bağından kendini salıverir. Yarın ahirette sıkıntı ve azabı hakeder. Ve dünyâda iken umulmadık sıkıntılara düşer.

Emir Külâl (k.s) dedi ki:

Allahu Teâlâ’nın ismini söylemeden (Besmelesiz) bir işe başlamayınız ki, Ahiret’te yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız.

Emir Külâl (ks) dedi ki:

Cahiller ile görüşmek, insanı Allahu Teâlâ’dan uzaklaştırır. Semâ (devran/raks) yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten semâ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse semâ hâlinde olduğunu gösterir.

Rasûlullah efendimiz;
– Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir, buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesilesidir.
Allahu Teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zât yaratır. Böylece onun vesilesi ile herkesi belâlardan, felâketlerden korur.

Ey talebelerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve Âhiret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammedin aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz.

Emir Külâl (k.s) dedi ki:

– Ey talebelerim! İnsanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi; Âhiret yolunu bırakıp, yalancı dünyâya sarılmalarıdır. Âhiret saadetini isteyen kimse, doğru itikada sâhib olup, bid’at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir.

İhlâs ile yapılan az amel, Allahu Teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlâssız yapılan çok amelin ise, Hakk katında kıymeti yoktur.
Bizim yolumuzda esas yalnız kalmak değil, sohbettir. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten fayda hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerine, muhabbet tohumu ekilir.
Bir kimse, Sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince şöyle buyurmuştur:

Zahirde halk ile, bâtında Hakk ile olmak üzere kurulmuştur. Kısaca bu yola, Ehl-i Sünnet ve Cemâat yolu denir. Bizim sohbetlerimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat, Allahu Teâlâ’dan başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahu Teâlâ’nın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece-gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazifemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez.

Bahâeddîn Buhâri Hazretleri, kendisine karşı edebsizlik yapan birine kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helak olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tevbe etti. Bahâeddîn Buhârî Hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu.

Allahu Teâlâ şifâ vericidir, korkma iyileşirsin dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp:

Efendim, size karşı edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz dedi.

Bunun üzerine Bahâed-din Buhârî Hazretleri buyurdu ki:

Kalbimiz o zaman incindi; fakat, şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sahibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan belasını arayanlar gelip kendilerini o kılıca vururlar.

Bu yol; yemede, içmede, giyimde, oturmada ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi çeşitli düşüncelerden korumaktır.
Her ân güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.
***

Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahu Teâlâ’nın inayeti ve rehberi olmadan maksada erişmek mümkün olmaz.
***

Müridlerinin dâima en ilerde olmasını arzular ve onlara şöyle öğüt verirdi:

Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, bu yolda gayret sarfetmezseniz, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız, yâni sizin manevî dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

Benliğin, insanlardan ayrılarak inzivaya çekilmek suretiyle güçlendirilmesi yerine, sosyal hayâta aktif olarak katılmak ve buna rağmen Allah’a kullukta kusur etmemek suretiyle hayata iştirak etmek mânâsına gelen Halvet der Encümen i temel prensip edindi.
Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret ve musibet vardır. derdi. Zikir metodu olarak da Hafi (gizli) zikri tercih etti.
Şeyhimiz, sığınağımız, imamımız, akan feyiz ve kalplere sirayet eden nurun sahibi, elinin, hakkın ve hakikatin kıymeti ve süsü, Şah-ı Nakşibendi lakabıyla meşhur Hazreti Şeyh Muhammedi el-Üveysi el-Buharî (Allah sırrını yüceltsin)
****

Kalbinde bin tanrı varken, yatarken dilinle: Allah, en büyüktür demen neye yarar?

***

Mümin dünyâda sıkıntı çeker. Fakat hiç şüphe yok ki, o bu sıkıntılar içinde de, darlıktan sonra huzur bulur, sükûn bulur, rahata kavuşur. Fakat sen, hemen rahata tâlib oluyorsun. Bilmiyor musun, dünyâda rahat edenler, hiçbir dine söz vermeyen dinsizler, kâfirlerdir. Çünkü müminin rahatı, Rabbine kavuşacağı günde olacaktır
Ey Allah’ın kulları!
Siz ölenlerinizden ibret alınız, sizden önce geçenleri düşününüz.
Dün onlar nerede idiler?
Bugün ise neredeler?
Zâlimler nerede?
Harp meydanlarında savaşçılık ve üstünlükleriyle anılanlar nerede?
Zaman onları hükmü altına alıp yok etti; ufalanıp toza, toprağa karıştılar. Haklarında çirkin çirkin dedikodular bıraktılar
Hz. Peygamber’e (s.a.v) eziyet eden müşriklere şöyle haykırmıştı:

İnsanı, RABBİM ALLAH, dediği için mi öldürmek istiyorsunuz?

***

Kitaplar, akıllı kişilerin bahçeleri, güzel kişilerin güzel kokulu çiçeğidir!

***

***

Harama düşme korkusundan dolayı yetmiş helâl kapısını bıraktık.

***

***

Âlim ve öğrenen sevapta ortaktırlar!

***

***

Kadınların takvası evde oturmalarıdır!

***

***

Sâlihlerle beraber oturman kemâle delildir.

***

Son hutbesinde (vefatına yakın) şöyle dedi:

Ey insanlar! Dünyâdan sakının ve ona güvenmeyin. Âhireti dünyâdan üstün tutun. Ve yalnız Âhireti sevin. Zira; dünyâ ile Âhiret’ten birisi sevildiği zaman diğeri sevilmemiş olur

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir