İçeriğe geç

Haşhaşiler Kitap Alıntıları – Bernard Lewis

Bernard Lewis kitaplarından Haşhaşiler kitap alıntıları sizlerle…

Haşhaşiler Kitap Alıntıları

Zatıalilerinizin karnını göğsünüzden göbeğinize dek yarmak istiyorum, çünkü kürsünüzden bizlere ķüfür ediyorsunuz.
Ve bu sefiller krallığının pazar yerinde
Müminler yüreklerinde Allah’la her an beraber olmalıdırlar ve ruhlarının yüzü daima ilahi varlığa çevrili olmalıdır, zira gerçek ibadet budur .
Emirlerinize amade, cenneti zaptetmeye gönüllü Haşîşî’nizim.
1825 yılında İngiliz seyyah J.B. Fraser da, İran’ da halen yaşayan İsmaillilerin varlığını teyit etmiş, namına cinayet işlemeyi bırakmış olmalarına rağmen lideelerine olan bağlılıklarının aynen süydüğünü de eklemiştir.
Tarikâtın doğuşu sırasında olduğu kadar derinden ve ürkütücü olmasa da, hayatta kalmış olanlar bu gün dahi şeyhe yada tarikatın başı olan zata gözü kapalı iman etmeyi sürdürmekteler.
Joseph von Hammer’ e göre Haşîşîler, daha sofu görünümlü bir tarikadın ve daha katı görünümlü bir ahlakın maskesi ardına sığınarak dinin ve ahlâkın topyekûn dibini oyan bir grup komplocunun, hükümdarları ve milletleri hançerlerinin ucunda oynatan bir katiller nizamının, ruhanî ve dünyevî iktidarın merkezi saydıkları halifeliği yıkana dek geçen üç yüzyıl boyunca dünyaya korku salmış bir güç merkeziydiler.
Arapça haşîş sözcüğü, aslen ot , bilhassada kuru ot veya hayvan yemi manasına gelmektedir. Daha sonraları, yalnızca Ortaçağ Araplarının uyuşturucu tesirine aşina oldukları hintkeneviri( cannabis sativa) yerine kullanılmaya başlanmıştır. Daha modern bir sözcük olan haşşaş, haşhaş kullanıcısı anlamına gelmektedir.
Silvestre de Sacy, ardılı pek çok yazar tarafından dile getirilmiş olan, Haşîşîlerin isminin uyuşturucu müptelası olmalaröndan ileri geldiği fikrini olduğü gibi benimsememiş ise de, ismin kökeninde, tarikat liderinin suikastçılarana görevlerini başarıyla neticelendirmeleri karşılığinda vaadettiği cenneti önceden tattırmak üzere gizliden haşhaş içirdiğinin yattığina değinmeden geçmemiştir.
Ne İran’ daki ne de Suriye’ deki Haşîşî liderlerinin Batı Avrupa’ da dönen oyunlardan ve entrikalardan zerre kadar çıkarları; ne de Avrupalıların Haşîşîlerin cinayet sanatlarındaki maharetlerine başvurmak gibi hariçten bir yardıma ihtiyaçları vardı.
Haşîşîlerin cennet bahçelerini, müritlerin gözü kapalı ölüme koşmalarını, kılik değiştirme ve cinayet işlemede gizemli tasvirler, vakayinamelerden seyahatnamelere, şiirlerden romana ve mitolojiye dek Avrupa edebiyatında ziyadesiyle yankı bulmuştur.
Şeyh, bir hükümdarı katlini isteyeceği vakit gence şöyle diyordu: Git ve sunu ,şunu öldür; geri döndüğünde meleklerim seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, seni cennete almaları için meleklerimi yollayacağım. Bu sözlerle geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düsmanını katletmeye koşuyordu. Bu sayede, Şeyh’ in ölümüne karar verdiğini kim varsa müritleri sırada bekiyordu.
Şeyh’ in emrinde kendisiyle tıpatıp aynı tarzda hareket eden başka kimseler de bulunuyordu. Bunlardan birini Şam’ a bir diğerinide Kürdistan’ a yollamıştı.
İrandan geçmiş olan Marco Polo seyahatnamesinde ,anlatısında, uzun yıllar tarikatın merkezi olmuş Alamut vadisini ve vadinin ismini taşıyan kaleyi tasvir etmektedir.
Şey’ in kendi dillerindeki ismi Alâaddin’ dir.
İki dağ arasündaki bir vadinin girişlerini kapattırmış ve burayı envaitürlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirtmiştir. İçerisinde her biri göz kamaştırıcı zarafette resimlerle bezeli, akla hayale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallarında alabildiğine şarap, süt ve bal akmaktaydı. Dünya güzeli kadınların ve genç kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri izleyenleri büyüler. Seyh’ in gayesi, tebaasını buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır.
Bunun için, Hz. Muhammed’ in sözünü ettiği, ırmaklardan şarap, süt, bal ve suyun eksik olmadığı sakinlerin zevklerin doruklarına eriştiren hurilerle dolu cennet tasvirini örnek almaktadır. Sahiden de bu civarda yaşayan Arapların gözünde vadi, cennetin ta kendisiydi!
En kutsal olanların, öç almak ve kan dökmek için ölüme kendi araçlarıyla gidenler olduğuna inanılır. Öyle ki,
kurtuluşa ulaşmak için birini öldürmeyi seçerler, Şeyh’ in elinden vakfedilmiş bıçakları alırlar, ardından Şeyh taktim ettiği iksirle vecit haline soktuğu müritlerini toz pembe rüyalarda gezdirir ve gördükleri her şeyin amellerinin mükafatı olarak ölümlerinden sonra da kendilerine bahşedileceği vaadinde bulunur.
Şeytan misali, farklı farklı milletlerin ve halkların jestlerini, kılık kıyafetlerini, dillerini, âdetlerini, hal ve tavırlarını taklit ederek kendilerini iyilik melekleri olarak gösterirler; böylece kuzu postuna bürünmüş kurt gibi, bir kez açık vermeye görsünler, sonları ölüm olur.
Şüphesiz , Ortaçağ’ın Haşîşîleri ile günümüzdeki suretleri arasında yadsınamaz bir benzerlik mevcuttur.Suriye-İran bağlantısı ; terörün planlı bir şekilde kullanımı ; davasının hizmetinde ve öbür dünyada mekânının cennet olacağına inanan suikastçı ajanın, kendini kurban etmeye varan adanmışlığı.
Kaçınılmaz surette, İsmailî liderlerinin ve hocalarının çoğunluğu, eğitimli şehirliler arasından çıkmıştır. Hasan Sabbah, Reyliydi ve fıkıh eğitimi almıştı; Suriye’deki ilk Alamut ajanı olan İbn Attaş’sa hekimdi. Basra eşrafından bir ailenin erkek çocuğu olan Sinan, bir hocaydı
Haşîşîlerin kurbanlarını iki ana grupta toplayabiliriz;
birinci grupta prensler, subaylar ve vezirler, ikinci grupta da kadılar ve diğer din büyükleri bulunmaktadır. İki grup arasında bir yerde duran valiler de, yeri geldikçe terör rüzgârından paylarını almışlardır. Birkaç istisna dışında, kurbanları Sünnî Müslümanlar olmuştur. Haşîşîler, normal olarak, On İki İmam Şiîlerine ya da diğer Şiî gruplara saldırmadıkları gibi, yerli Hıristiyanlardan veya Yahudilerden hançerlerine hedef olan çıkmamıştır. Suriye’deki Haçlılara karşı saldırıları dahi nispeten azdır ve bunların çoğu da, Sinan’la Selahaddin arasındaki anlaşmanın ve Hasan ile halife arasındaki ittifakın birer ürünü gibi gözükmektedir.
Hamdullah Müstevfi şöyle diyor:
Şu pekâlâ bilinmekte ve kabul görmektedir ki, Bâtınîler [İsmailîler de diyebilirsiniz] karşılığını aldıkları vakit, ne yolla olursa olsun Müslümanların canını yakmak için bir an bile tereddüt etmezler ve inanın, bunun için alacakları ücret son derece dolgundur. Ne cinayet işlemeyi ne de kurbanlarını zorla kendilerine itaat ettirmeyi günahtan saymazlar
Şurası kesin olarak bilinmelidir ki, dinî bir davanın adanmış hizmetlileri olan Haşîşîler, ellerinde hançerleriyle, parayı bastıran için adam kesen bir katil güruhundan ibaret sayılamazlar. Önlerine gerçek imamlığın tesisi gibi siyasî bir hedef koymuşlar ve ne müritleri ne de liderleri, başkalarının şahsî ihtiraslarına alet olmamışlardır. Doğu’da Berkyaruk ve Sencer, Batı’daysa Selahaddin ve Arslan Yürekli Richard gibi isimlerle birlikte anıldıkları, sıkça karşımıza çıkan suç ortaklığı hikâyeleriyse izahata muhtaçtır .
İsmailîlerin köklerinin İran’dan kazınması, Cüveyni’nin sandığı gibi hiç de sorunsuz hallolmamıştır.

Müritlerinin gözünde Rükneddin’in küçük oğlu, babasının ölümüyle yerine imam olmuş ve zaman içerisinde 19. yüzyılda içinden Ağa Hanların çıkacağı bir imamlar nesline babalık etmiştir. İsmailîler, bir süre boyunca faaliyetlerini devam ettirmişler, öyle ki 1275 yılında Alamut’u kısa bir süreliğine geri almayı dahi başarmışlardır. Buna karşılık, davalarından kopmuşlar ve bu tarihten itibaren, Farsça konuşulan topraklarda, doğu İran’a, Afganistan’a ve Orta Doğu’nun şu anda Sovyetler’in sınırları içerisinde kalan bölümüne dağılmış silik bir tarikat olarak varlığını sürdürmüşlerdir. Rudbar’da ise tamamen sahneden silinmişlerdir.
Alamut’un yıkılması ve İsmailî egemenliğine vurulan nihaî alçaltıcı darbe, Cüveynî’nin kaleminden tüm canlılığıyla resmedilir.
Kâfirlerin, Hasan Sabbah’ın günahkâr müritlerinin anavatanı Alamut’un Rudbar yöresinde taş üstünde taş kalmamıştı. Ve yeniliğin serpildiği mekânda, ezelî geçmişin yaratıcısı, vahşetin kalemiyle, herbirinin [evinin] revakının üzerine şu dizeleri yazmıştı:

“İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş bomboş evleri” [Kur’an 27/Neml 53]. Ve bu sefiller krallığının pazar yerinde,
müezzin kaderin şu haykırışı çınlamıştı:

“Artık öyle bir defolmuş oldu ki o topluluk, o zalimler!” [Kur’an 23/Mü’minûn 41]

Kof dinleri gibi, uğursuz kadınlarının da kökleri kazınmıştı. Ve bu kaçıkların, ikiyüzlü riyakârların altınlarının, gerçekte kalp kurşun olduğunun foyası meydana çıkmıştı.

Fahreddin Râzi, Rey’deki ilâhiyat öğrencilerine vermiş olduğu derslerde, İsmailîlerin inanışlarının yalanlanması ve yerilmesi üzerinde özellikle durmuştur. Bunu işiten Alamut’un hâkimi, bu gidişe bir son vermek üzere fedaîlerinden birini Rey’e yollamış. Bir öğrenci olarak derslerine yazılan fedaî, yedi ay süreyle Fahreddin Râzi’nin derslerine günbegün devam etmiş ve en nihayet, karmaşık bir problemi tartışma bahanesiyle ilâhiyatçıyla odasında teke tek kalma fırsatını yakalamış. Fedaî, bıçağını çektiği gibi üzerine yürümüş.
Fahreddin Râzi yana sıçramış ve şöyle demiş: “Ne istersin be adam?” Fedaî cevap vermiş: “Zatıâlilerinizin kamını göğsünüzden göbeğinize dek yarmak istiyorum, çünkü kürsünüzden bizlere küfrediyorsunuz.”
Bir itiş kakışın ardından fedaî, Fahreddin Râzi’yi yere yatırmış ve göğsünün üzerine çökmüş. Paniğe kapılan ilâhiyatçı nedamet getirmiş ve bir daha bu nevi mütecaviz fikirleri ağzına almayacağına söz vermiş. İkna olmaya meyilli fedaî, Fahreddin Râzi’nin, dürüstlüğünün karşılığı olarak sunduğu, üç yüz altmış beş altın dinar dolu bir keseyi kabul etmiş. Anlaşma gereği, ilâhiyatçı her yıl bir bu kadar altın daha verecekmiş. Bu ikazın ardından Fahreddin Râzi, İslâmi tarikatlar üzerine verdiği derslerde İsmailîler aleyhinde tek kelime etmemeye büyük titizlik göstermiş. Bu değişikliğin farkına varmış olan bir öğrencisi kendisine sebebini sormuş, hoca da şöyle demiş: “İsmailîlere sövmek hiç de akıl kârı bir iş değildir, zira öne sürecekleri karşı iddialar hiç de azımsanmayacak ölçüde kuvvetli ve keskindir.”
Alamut’un efendisi olan Muhammed yerine oğlu ve varisi Hasan’ı lider olarak benimsediler. Oğlu ve varisi Hasan’ın geçmişe olan ilgisi erken yaşlarda belirmişti.

Eğriyi doğrudan ayırt edebildiği yaşlardan itibaren, içinde, Hasan Sabbah’ın ve atalarının öğretilerini okuyup anlamaya dönük önü alınamayan bir arzu belirmiş ve itikatlarını yorumlamada büyük bir aşama kaydetmişti Hitabındaki belâgat halkının üzerinde büyük bir tesir yaratmıştı. Babasının hitabet yönünden eksikliğini kapatarak, onun yanında büyük bir âlim olarak boy göstermiş ve bu sayede halkı peşine takmıştı. Babasından böyle sözler işitmemiş olan kalabalıklar; kendisini Hasan Sabbah’ın müjdelediği imam saymışlardır. Halkın kendisine bağlılığı bir çığ gibi büyümüş, liderlerinin ardında saf tutabilmek için birbirlerine girmişlerdir.

Hasan Sabbah’ın aksine, Buzurg-Ümîd, bir yabancı değil, bizzat Rudbar’ın yerlilerinden biriydi; Hasan gibi, halkın içinde ajitasyon tecrübesi olmayıp, faal yaşamının büyük bölümünü bir hükümdar ve idareci olarak geçirmiştir. Topraklarının mutlak hâkimi olma vasfını üzerine alması ve başkalarının da kendisini bu vasfıyla kabullenmiş olması, İsmailîlerin eski ve korku salan düşmanı Yarankuş emirinin, Harezmşah’ın büyüyen gücü karşısında, maiyetiyle beraber Alamut’a firar edercesine kaçışıyla âdeta tasdiklenmektedir. Şah, emiri İsmailîlerin dostu olmakla itham ederek teslim olmasını istemiş – fakat Buzurg-Ümîd, “Himayem altına aldığım kimseye düşman muamelesi etmem” diyerek, şahın bu talebini reddetmiştir.69 Buzurg-Ümîd devrinin İsmailî vakanüvisi, -devrimci bir liderden ziyade, şövalye ruhlu bir hükümdar portresi çizen- benzer âlicenaplık öykülerinden kıvançla bahsetmektedir.
Hasan Sabbah, hem bir eylem adamı hem de bir düşünür ve yazardı.

Hasan, asla bir imam olduğunu iddia etmemiştir; sadece imamın bir temsilcisi olduğunu öne sürmüştür.

Bahis konusu ettiğimiz bu öğreti, sadakate ve itaate yaptığı vurguyla ve dünyayı olduğu haliyle kabullenmeyi reddedişiyle, gizli, devrimci bir muhalefetin elinde güçlü bir silaha dönüşmüştür. Mısır’daki Fâtımî halifeliğinin ıstırap verici gerçeklikleri, İsmailîlerin iddiaları için birer utanç vesilesi haline gelmiştir. Kahire’den kopuşları ve sır dolu bir imama bağlanmaları, İsmailîlerin tutkularının ve adanmışlıklarının bastırılmış gücünü açığa çıkarmıştır; bunları ayağa kaldırıp bir mecraya sokmak da Hasan Sabbah’ın marifeti olmuştur.

1124 yılının Mayıs ayına gelindiğinde, Hasan Sabbah hastalanıp yatağa düştü. Ecelinin geldiğini anlamış ve yerine kimin geçeceğine karar vermişti. Halefi olarak, yirmi yıl boyunca Lemeser’in kumandanlığını yürütmüş olan Buzurg-Ümîd’i seçmişti.

Ve 6 Rebiyülahir 518, Çarşamba günü [23 Mayıs 1124, Cuma] ruhunu Allah’ın ateşine ve cehennemine teslim etti

Cüveynî’den dinlediğimiz bir hikâye,:

Hasan Sabbah, barışın tesisine dönük olarak elçiler yollamış fakat önerileri kabul olunmamıştır. Bunun üzerine Hasan, türlü hile ve desiseyle, sultanın saray erkânından belli şahsiyetlere rüşvet vererek, kendisini sultanın huzurunda savunmaları için yanına çekmiş; yüklü miktarda para ve bir hançer göndermiş olduğu, sultanın harem ağalarından biri, sultanın sızıp kaldığı bir sırada usulca sokulup hançeri yatağının başucunda yere saplamıştır. Ayılıp da hançeri gördüğü vakit sultan tehlikeyi sezinlemişse de, kimden şüpheleneceğini bilemediğinden hadisenin gizli tutulmasını emretmiştir. Hasan Sabbah, hemen ardından yolladığı bir haberciyle şu mesajı göndermiştir: “Ben istemez miydim, o hançer taş zemine değil de sultanın yumuşacık göğsüne saplansın.” Paniğe kapılan sultan, o andan itibaren İsmailîlerle arayı iyi tutmaya özen göstermiştir. Uzun lâfın kısası, bu komploya kanan Sultan Sencer İsmailîlere saldırmaya ürkmüş, bunu fırsat bilen İsmailîler de davalarında aşama kaydetmişlerdir. Bununla da yetinmeyen sultan, Kum civarındaki topraklardan aldığı vergilerden İsmailîlere üç bin dinarlık bir pay ayırmış ve bugün de hâlâ süren bir âdet olarak, Girdkûh’tan geçen seyyahlardan cüz’î bir geçiş ücreti almalarına da göz yummuştur. İsmailî kütüphanelerinde bizzat rastlamış olduğum, İsmailîlerin gururlarını okşayıcı, Sultan Sencer imzalı fermanlar, Sultan’ın İsmailîlerin eylemlerine göz yuman ve kendileriyle iyi geçinmeye özen gösteren davranışlarının ne raddeye varmış olduğunu pekalâ gözler önüne sermektedir. Diyeceğim o ki, İsmailîler, Sencer dönemini huzur ve esenlik içinde geçirmişlerdir.

Tarikat örgütlenmesi için kullanılan en yaygın tabir, “çağrı” veya “vaaz” manasına gelen da’ve’dir (Farsçası: davet);
temsilcileri, -bire bir anlamı, atama yoluyla işleyen, papazlık benzeri bir sistemin kurucusu, davetçiler- dâîlerdir.

Daha ileriki tarihlere ait İsmailî vesikalarında bu kimseler, vaiz, müderris ve mürit olmak üzere üst ve ast makamlara ayrılmışlardır. Bunların altında, müptedîlerin en alt kademesi olan,
“davete cevap veren” manasındaki müstecipler, üzerlerindeyse “delil” manasına gelen hücce (Farsçası: hüccet), yani başdaî yer almaktadırlar.
Cezire (ada) kelimesi, dâînin başında bulunduğu coğrafi veya etnik nüfuz alanını belirtmek için kullanılmaktadır.

Diğer İslâmî tarikatlarda olduğu gibi İsmailîler de, dinî liderlerine
Arapçada şeyh,
Farsçada pîr diye hitap etmektedirler.

Tarikat mensupları için sıkça kullanılan tabirse refik (yoldaş)’tır.

Büyük sultan ya da Selçuklu hükümdarlarının ve emirlerinin efendisi Melikşah, biri Alamut’a diğeri de Kûhistan’a olmak üzere iki sefer düzenler. Her iki akın da geri püskürtülür.

Cüveynî, Alamut zaferini konu alan bir İsmailî vesikasından şu alıntıyı yapıyor:

Sultan Melikşah, 485/1092 yılının başında, Hasan Sabbah’ın ve müritlerinin kökünün kazınması emriyle, Arslantaş adında bir emirini görevlendirir. Emir de, cemaziyülevvelin birinci gününde (Haziran-Temmuz 1092) Alamut önlerine gelir. O sırada Hasan Sabbah’ın Alamut’taki kuvvetlerinin sayısı altmış ilâ yetmiş kadardı ve erzakları da bitmek üzereydi. Ama ellerinde ne kaldıysa kıt kanaat idare edip kuşatmaya karşı koymaya devam etmişlerdir. Hasan’ın dâîlerinden, saflara Zuvara ve Ardistan üzerinden katılmış olan Dihdâr Ebu Ali, sakinlerinin bir kısmını bizzat kendisinin döndürmüş olduğu Kazvin’de yaşıyordu; Tâlikan ve Kûh-i Bara yöresiyle Rey yöresindeki gibi burada da, pek çok insan Sabbahçı propagandanın tesiri altındaydı ve dara düşen soluğu Kazvinli bu adamın yanında alıyordu. Buradan üç yüz kadar adam, Hasan Sabbah’a yardıma koşmuştur. Güç bela Alamut’un kapısından içeri kapağı atmışlar, garnizonun ve kendilerine kalenin dışından destek veren Rudbarlıların da yardımıyla aynı yılın şaban ayının sonlarına doğru (Eylül-Ekim 1092), Arslantaş’ın ordusuna ani bir saldırı düzenlemişlerdir. İlâhî adaletin de yardımıyla dağılan kuşatma ordusu, Alamut önlerinden geri çekilmiş ve soluğu Melikşah’ın yanında almıştır.

İsmailî ajanlarıyla Selçuklu hükümdarları arasındaki karşılıklı kan dökme hadiselerini ilk başlatanlar onlar olmuşlardır. İlk hadise, muhtemelen Alamut’un zaptedilmesinden de evvelki bir tarihte, Rey ve Kum’un hemen yakınındaki kuzey platosunda yer alan, Sâve adlı küçük kasabada meydana gelmiştir. On sekiz kişilik bir İsmailî grubu, cemaatten ayrı ibadetler tertipledikleri zannıyla tutuklanmıştır. Bu ilk vukuatları olduğundan, sorgulandıktan sonra serbest bırakılmışlardır. Aynı grubun bir sonraki eylemleri, Isfahan’da yaşıyor olan, Sâveli bir müezzinin öldürülmesidir. Müezzin çağrılarını cevapsız bırakınca İsmailîler, kendilerini ele verebileceği kaygısıyla müezzini öldürmüşlerdir. Arap tarihçi İbnü’l-Esîr’in dediğine göre, söz konusu şahıs, kanını döktükleri ilk kurbanlarıdır. Cinayeti haber alan vezir, elebaşlarının infaz edilmesi emrini vermiştir. Zanlı, babası geçmişte pek çok dinî görevde bulunmuş olup, İsmailî olduğu zannıyla Kirman’da öfkeli bir kalabalığın linç teşebbüsüne kurban gitmiş olan bir vaizin marangoz oğlu Tahir’dir. Tahir idam edilmiş ve cesedi ibretiâlem olsun diye pazar alanında yerlerde sürüklenmiştir. Yine İbnü’l-Esîr’e kulak verecek olursak, Tahir idam edilen ilk İsmailî’dir.
Hasan, Alamut’a komşu olan ya da o civarda bulunan toprakları elde edebilmek için elinden geleni ardına koymadı. Kıyım, tecavüz, yağma, kan dökme ve savaşla kazanmış olduğu albeni yöre halkı üzerinde bir tesir yaratmamış olduğundan, Hasan fırsat bulduğu vakit bu insanları propaganda alanındaki ustalığıyla baştan çıkarmıştır. Bu şekilde alabildiği kaleyi almış, nerede bir kayalık gözüne kestirmiş olsa üzerine bir kale inşa ettirmiştir.
Alamut’un zaptı, titizlikle planlanmıştır. Hasan, Damgan’dan, Alamut çevresindeki köylerde faaliyetler yürütmeleri için dâîler yollamıştır

Taraftarları artık kalenin içine yuvalanmış olduğundan, Hasan, Kazvin’i bırakarak Alamut’un yakınına gelmiş ve bir süre burada gizlenmiştir. Ardından, 4 Eylül 1090 günü gizlice kalenin içine sokuldu. Bir süre kimliğini gizleyerek kalenin içinde kalmışsa da zamanla tanınmaya başladı. Kalenin eski sahibi olan bitenin farkına varsa da elinden bir şey gelmemekteydi. Hasan onun kaleyi terk etmesine müsaade etti.ve İranlı vakanüvislerin sözünü ettikleri bir öyküye göre Hasan, kalenin bedeli olarak kendisine üç bin altın dinarlık bir senet verdi.

Hasan Sabbah, artık gönül rahatlığıyla kendisini Alamut’un efendisi sayabilmiştir. Kaleye girişinden ölümüne dek geçen otuz beş senelik süre zarfında bir kez bile kayalıklardan aşağı inmediği gibi, oturduğu evin dışına ise sadece iki kereliğine çıkmıştır. Reşîdüddin diyor ki:

Ölümüne dek geçen zamanın tamamını, oturduğu evin içerisinde geçirmiştir; kendini kitap okumaya, davet’in kelâmını yazıya dökmeye, hükümranlığının meselelerini idare etmeye vermiş ve tüm bunları yaparken dünyevî zevklerden elini eteğini çekmiş, yiyip içmekten sakınarak takva ehli bir ömür sürmüştür.

Rivayete göre kale, Deylem krallarından biri tarafından inşa edilmişti. Ava çıktığı bir gün kral kartallarından birini salıvermiş, kartal da bir kayalığa konmuştu. Kral, bölgenin stratejik ehemmiyetinin farkına varmış ve tez elden üzerine bir kale inşa ettirmişti. “Ve ismini, Deylemî dilinde ‘kartalın öğretisi’ manasına gelen Aluh Amut koymuştu.”
Rivayete göre, Hasan Sabbah, şair Ömer Hayyam ve vezir Nizâmülmülk, hepsi birden aynı hocanın talebeleriydiler. Bu üçlünün kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya göre, içlerinden biri dünya üzerinde muvaffakiyet ve servet sahibi olursa diğer ikisine yardım edecekti. Zaman içerisinde Nizâmülmülk, sultanın veziri olmuştur ve talebe arkadaşları kendisinden haklarını talep etmişlerdir. Nizâmülmülk her ikisine de valilikler önermiş ise de, bu önerileri farklı farklı gerekçelerle reddolunmuştur. Kendisine önerilen mevkinin mesuliyetlerinden gözü korkan Ömer Hayyam’ın isteği, kendisine şeref aylığı bağlanması ve bu sayede başına buyruk bir hayat sürmek olmuştur. Hasan, taşraya hapsolmaya itiraz etmiş ve saray içerisinde daha itibarlı bir mevki talep etmiştir. Arzusuna ulaşan Hasan çok geçmeden mevkisinde yükselip bir vezir namzeti olarak Nizâmülmülk’ün koltuğunu tehdit edince, vezir de boş durmamış ve Hasan’ın aleyhinde çevirdiği entrikalarla sultanın gözünde Hasan’ın ismini lekelemiştir. Hasan da mahcup ve içerlemiş bir halde, intikam için bileneceği Mısır’a kaçmıştır.
Rivayette kimi tutarsızlıklarla karşılaşmaktayız. Nizâmülmülk, en geç 1020 senesinde dünyaya gelmiş ve 1092 senesinde de öldürülmüş olmalıdır. Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ın kesin doğum tarihleri bilinmemekte ise de, Hasan Sabbah 1124 senesinde ölmüştür, Ömer Hayyam’ın ölüm tarihi ise en erken 1123 senesidir. Eldeki tarihî veriler bu üç şahsın aynı zaman dilimi içerisinde yan yana öğrencilik yapmış olmalarının imkânsızlığına işaret ederlerken, günümüz araştırmacıları bu heyecanlı masalı bir efsane olarak nitelemektedirler.
Türkler sarsılmaz bir askerî güce sahiptiler; dinî ekollerinin ortodoksisi karşısında herhangi bir ciddî karşıt fikir kalmamıştı. Lâkin başka taarruz usulleri mevcuttu ve İsmailîlik yeni biçimiyle, Selçuklu devletinin bünyesinde barındırdığı kalabalık bir tatminsiz kesimin önüne, yeni ve sağlam bir başkaldırı stratejisiyle desteklenmiş görkemli bir ortodoksi eleştirisi getirmişti. İsmailîliğin eski daveti muvaffak olamamıştı; Fâtımî imparatorluğu can çekişiyordu. Bir yeni davete ve yola ihtiyaç vardı. Tam da Hasan Sabbah isimli bir devrimci deha, bu ihtiyaçlara cevap olmuştur.
İslâm’ı yeni benimsemiş olan Türk fatihler, dinlerine sonsuz bir sadakatle bağlı kalmışlar; sarsılmaz bir görev ve sorumluluk bilinciyle, kendilerini halifenin ve İslâm dünyasının dinî liderlerinin yeni muhafızları sayarak, İslâm dinini dahilî ve haricî tehditlere karşı koruyup kollamayı dinî bir vazife bellemişlerdir. Vazifelerini lâyıkıyla yerine getiren Türkler, siyasî ve askeri alandaki güç ve maharetleriyle, Sünnî İslâm’ın önünde duran iki ciddî tehdidi -İsmailî halifelerin meydan okumaları, ardından da Avrupa’dan gelen Haçlı ordularının istilâları- sindirip geri püskürtmüşlerdir.
“İhtiyat, tedbir” manasına gelen takiyye tabiri, İslâm öğretisinde geçen takdiriilâhî mefhumunun bir ifadesidir; mecburiyet veya tehdit hallerinde mümin, dinî vecibeleri yerine getirmekten muaf tutulur.

Türlü türlü tarif ve tefsire uğramış olan takiyye prensibi, Şia’ya mahsus değildir; lâkin en fazla zulüm ve baskıya maruz kalmış olup takiyye’ye en fazla başvurmuş olanlar da bu kesime mensup olanlar arasından çıkmıştır.

Mehdî’ye biçilen vazifenin bir kısmı, yaygın bir inanışa göre İslâmîdir: hakikî İslâm’ın yeniden tesisi ve İslâm dininin dünyanın dört bir yanına dek yayılması.

Uzun lafın kısası, Mehdî, adaleti tesis etmek -“bugün zorbalığın ve baskının hâkim olduğu dünyaya adaleti ve eşitliği hâkim kılmak”, zayıfla güçlü arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak ve sulh ve refah getirmek- üzere gelecektir

müritlerini toplayan ve en nihayet zafer veya şehadet yolunda müritlere önderlik eden dâî [davet eden] 8. yüzyılın ortalarında bu hareketlerden bir tanesi, Emevîleri devirip yerine Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin soyundan gelen Abbasîleri geçirmek suretiyle geçici de olsa bir başarı elde etmiştir; lâkin daha zaferin dumanı tütmeden, Abbasî halifeleri kendilerini iktidara taşımış olan mezheple ve dâîlerle ilişiklerini kesmiş, dinde ve siyasette durağanlık yolunu tercih etmişlerdir.
680 yılındaki ilk hadisede:

Muharrem ayının onuncu günü Irak’ta Kerbelâ denen bir yerde Emevî kuvvetleriyle karşılaşan Hz. Hüseyin ile ailesi ve müritleri acımasızca katledilmişlerdir.
Katliamda yetmiş kadar insan can vermiş; bir tek, çadırlardan birinde uyur halde bırakılmış olan hasta bir çocuk, Ali Zeynelâbidin hayatta kalabilmişti.
Hz. Peygamber’in ailesinin bu dokunaklı şehadetinin ve peşi sıra kabaran keder ve nedamet dalgasının Şia içerisinde kıvılcımını çaktığı yeni dinî reaksiyon, günümüzde de sarsıcı acı, tutku ve kefaret dışavurumlarıyla varlığını sürdürmektedir

Joseph von Hammer’e göre Haşîşîler, “daha sofu görünümlü bir itikadın ve daha katı görünümlü bir ahlâkın maskesi ardına sığınarak dinin ve ahlâkın topyekûn dibini oyan bir grup komplocunun, hükümdarları ve milletleri hançerlerinin ucunda oynatan bir katiller nizamının, ruhanî ve dünyevî iktidarın merkezi saydıkları halifeliği yıkana dek geçen üç yüzyıl boyunca dünyaya korku salmış bir güç merkeziydiler”.
Haşîşîlerin köken itibariyle İslâm coğrafyasındaki en ciddî hizipleşmede Sünnî mezhebine hasım olan Şii mezhebinden kopmuş en başına buyruk tarikatlardan biri olan İsmailîlere bağlı olduğunu ortaya koymuştur. İddialarına göre, İsmailî mezhebinin başında, soyları İsmail b. Cafer’e, ondan da Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma’ya, damadı Hz. Ali vasıtasıyla da Hz. Muhammed’e dek uzanan imamlar bulunuyordu.
.
Nizamülmülk gibi eşsiz bir avı ağına düşürmek için tüm tuzakları kurmuş ve bu eylemiyle namı dilden dile yayılmış. Hileli manevraları, kurnazca yalanları, haince tertipleri ve ikiyüzlü şaşırtmacalanyla fedaliğin adeta kitabını yazmış ve üstüne şöyle demiş: Nizamülmülk belasını hanginiz temizleyecek? Ebu Tahir Arrani adında birisi, işi üzerine aldığını gösteren bir hareketle elini göğsüne götürmüş ve ölümden sonra saadete ulaşacağını umduğu günah yolundaki yürüyüşüne başlamış. 12 Ramazan 485 (16 Ekim 1092) cuma gecesi, Sahne’ye bir günlük mesafedeki Nihavend’de, sûfi kılığında, Nizamülmülk’ü cariyelerinin çadırına taşıyan tahtırevana yaklaşmış, bıçağını sapladığı gibi Nizamülmülk’ü şehadet mertebesine ulaştırmış. Nizamülmülk, fedailerce öldürülmüş ilk kişi olma unvanına sahiptir.
.
.
Rivayete göre kale, Deylem krallarından biri tarafından inşa edilmişti. Ava çıktığı bir gün kral kartallarından birini salıvermiş, kartal da bir kayalığa konmuştu. Kral, bölgenin stratejik ehemmiyetinin farkına varmış ve tez elden üzerine bir kale inşa ettirmişti. Ve ismini, Deylemi dilinde ‘kartalın öğretisi’ manasına gelen Aluh Amut koymuştu. Başkalarının daha az ikna edici kaçan tercümelerinde bu kelimeye kartal yuvası denmiştir.
.
Ermenistan’da da yaşamış olan Brocardus, risalesinde:

Haşîşîler diye bir grup var ki, bilhassa lânetlenmeli ve kendilerinden sakınılmalıdır. Kendilerini satarlar, gözlerini kan bürümüştür ve karşılığı ödendiğinde, masum bir insanı dahi gözleri kapalı öldürürler, ne yaşamak ne de kurtulmak umurlarındadır. Şeytan misali, farklı farklı milletlerin ve halkların jestlerini, kılık kıyafetlerini, dillerini, âdetlerini, hal ve tavırlarını takiit ederek kendilerini iyilik melekleri olarak gösterirler; böylece, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi, bir kez açık vermeye görsünler, sonları ölüm olur. Onları hiç görmediğim ve haklarındaki bilgim yalnızca onlar hakkındaki rivayetlere ve doğruluğu sınanmış birtakım metinlere dayandığı için, daha doyurucu bir bilgi vermem mümkün değil. Âdetlerine ya da taşıdıkları başka herhangi bir işarete bakılarak nasıl tanınacaklarını anlatamam, zira bu tür şeyler bana da başkalarına olduğu denli yabancı; kimliklerinin isimlerinden nasıl anlaşılacağını da söyleyemem, çünkü meslekleri öylesine bayağı ve herkes onlardan öylesine iğreniyor ki, hepsi kendi ismini elinden geldiğince gizli tutuyor. Benim tavsiyem odur ki, kralımız en basit bir hizmet için bile, yeri yurdu, soyu sopu, ismi cismi hakkında en ufak bir belirsizlik olan kimseyi yanına yaklaştırmasın.

.
Rivayette kimi tutarsızlıklarla karşılaşmaktayız. Nizamülmülk, en geç 1020 senesinde dünyaya gelmiş ve 1092 senesinde de öldürülmüş olmalıdır. Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ın kesin doğum tarihleri bilinmemekte ise de, Hasan Sabbah 1124 senesinde ölmüştür, Ömer Hayyam’ın ölüm tarihi ise en erken 1123 senesidir. Eldeki tarihi veriler bu üç şahsın aynı zaman dilimi içerisinde yan yana öğrencilik yapmış olmalarının imkansızlığına işaret ederlerken, günümüz araştırmacıları bu heyecanlı masalı bir efsane olarak nitelemektedirler.
.
.
Rivayete göre, Hasan Sabbah, şair Ömer Hayyam ve vezir Nizamülmülk, hepsi birden aynı hocanın talebeleriydiler. Bu üçlünün kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya göre, içlerinden biri dünya üzerinde muvaffakıyet ve servet sahibi olursa diğer ikisine yardım edecekti. Zaman içerisinde Nizamülmülk, sultanın veziri olmuştur ve talebe arkadaşları kendisinden haklarını talep etmişlerdir. Nizamülmülk her ikisine de valilikler önermiş ise de, bu önerileri farklı farklı gerekçelerle reddolunmuştur. Kendisine önerilen mevkinin mesuliyetlerinden gözü korkan Ömer Hayyam’ın isteği, kendisine şeref aylığı bağlanması ve bu sayede başına buyruk bir hayat sürmek olmuştur. Hasan, taşraya hapsolmaya itiraz etmiş ve saray içerisinde daha itibarlı bir mevki talep etmiştir. Arzusuna ulaşan Hasan çok geçmeden mevkisinde yükselip bir vezir namzeti olarak Nizamülmülk’ün koltuğunu tehdit edince, vezir de boş durmamış ve Hasan’ın aleyhinde çevirdiği entrikalarla sultanın gözünde Hasan’ın ismini lekelemiştir. Hasan da mahcup ve içerlemiş bir halde, intikam için bileneceği Mısır’a kaçmıştır.
.
.
Vazifelerini layıkıyla yerine getiren Türkler, siyasi ve askeri alandaki güç ve maharetleriyle, Sünni İslam’ın önünde duran iki ciddi tehdidi -İsmaili halifelerin meydan okumaları, ardından da Avrupa’dan gelen Haçlı ordularının istilaları- sindirip geri püskütmüşlerdir.
.
.
909 yılına gelindiğinde güçleri öylesine doruğa ulaşmıştır ki, gizli imam ortaya çıkıp Mehdi unvanıyla Kuzey Afrika’da halifeliğini ilan etmiştir. Böylece, Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fatıma’nın soyundan gelmelerinin bir ibaresi olarak, kendilerini Fâtımîler olarak tanıtan yeni bir hanedanlığın temeli atılmıştır.
.
.
8. yüzyılın ilk yarısı, Şia’nın aşırılıkçı unsurları arasında
hummalı bir faaliyete sahne olmuştur. Bilhassa Irak’ın güneyini ve Basra körfezi kıyılarını mesken tutmuş karma topluluklar içerisinde sayısız tarikat ve hizipler hasıl olmuştur.
Bir grup, tellerle adam boğazlamayı dini bir vazife bellemişti ve bunlar Hintli Thuglara* tıpatıp benzeyen ve ileriki yüzyıllarda karşımıza çıkacak olan suikastçılar’ın ilk nüveleriydi.

* Tanrı Şiva’nın öldürücü yanı olan Kali’ye tapmak için insan öldürmeye inanan ve giderek para için adam öldürme noktasına varan Hindu inancı. (-ed.)
.

.
680 yılı Muharrem ayının onuncu günü Irak’ta Kerbela denen bir yerde Emevi kuvvetleriyle karşılaşan Hz. Hüseyin ile ailesi ve müritleri acımasızca katledilmişlerdir. Katliamda yetmiş kadar insan can vermiş; bir tek, çadırlardan birinde uyur halde bırakılmış olan hasta bir çocuk, Ali Zeynelabidin hayatta kalabilmişti.
.
.
1825 yılında İngiliz seyyah J.B. Fraser da, İran’da halen yaşayan İsmaililerin varlığını teyit etmiş, namına cinayet işlemeyi bırakmış olmalarına rağmen liderlerine olan bağlılıklarının aynen sürdüğünü de eklemiştir: Tarikatın doğuşu sırasında olduğu kadar derinden ve ürkütücü olmasa da, hayatta kalmış olanlar bugün dahi şeyhe ya da tarikatın başı olan zata gözü kapalı iman etmeyi sürdürmekteler.
.
.
Ebedi mutluluğun anahtarını vadeden bu adam uğruna ölümü yaşama yeğ tutarlar. Nicesi surların üzerine çıkıp, bir emri veya işaretiyle kendilerini gözü kapalı boşluğa bırakabilirler.
.
.
Gerçekten de, Haşişi* sözcüğü, daha 13 . yüzyılda, farklı biçimlerde de olsa, Brocardus’un ortaya koymuş olduğu kiralık profesyonel katil manasında Avrupa dillerinde kullanıma girmiş gözüküyor. 1348 yılında yaşamını yitirmiş olan Floransalı vakanüvis Giovanni Villani, Lucca derebeyinin, bir düşmanını ortadan kaldırmak üzere suikastçılarını (i suoi assassini) Pisa’ya gönderdiğinden bahsetmiş. Daha da erken bir tarihte, bu sefer Dante’nin Cehennem [Inferno] adlı eserinin on dokuzuncu şiirinde hain suikastçı (lo perfido assassin) sözü geçmektedir; bu eseri 14. yüzyılda ele almış olan eleştirmen Francesco da Buti, dönemin okuyucularına hala tuhaf ve belirsiz geliyor olması muhtemel bu sözcüğü şu sözlerle açıklamış: Assasino e colui ehe uccide altrui per danari (Suikastçı, para karşılığı başkalarını öldüren kimsedir).

*İngilizce Assassin; bu sözcüğü Türkçeye özel isim olarak kullanıldığında Haşişi, cins isim olarak kullanıldığında suikastçı olarak çeviriyoruz. [çev.]
.

Türklerin Güneybatı Asya’ya ayak basmaları, bölgedeki siyasi parçalanmışlığın önünü kesmek suretiyle, Sünni halifeliğin topraklarında uzunca bir süredir yokluğu hissedilen birlik ve istikrarı yeniden tesis etmiştir. İslam’ı yeni benimsemiş olan Türk fatihler, dinlerine sonsuz bir sadakatle bağlı kalmışlar; sarsılmaz bir görev ve sorumluluk bilinciyle, kendilerini halifenin ve İslam dünyasının dini liderlerinin yeni muhafızları sayarak, İslam dinini
dahili ve harici tehditlere karşı koruyup kollamayı dini bir vazife bellemişlerdir. Vazifelerini layıkıyla yerine getiren Türkler, siyasi ve askeri alandaki güç ve maharetleriyle, Sünni İslam’ın önünde duran iki ciddi tehdidi -İsmaili halifelerin meydan okumaları, ardından da Avrupa’dan gelen Haçlı ordularının istilaları- sindirip geri püskütmüşlerdir. Tam da bu tehditler -dini hizipçilik ve yabancıların istilası- sayesinde, güç toplamaya başlamış olan Sünni İslam yeniden dirilişe geçmiştir. Sünni dünyası, her şeye rağmen, dini gücünü -alimlerin sahip oldukları ilahiyat kuramları,
mutasavvıfların maneviyatı ve dindar müritlerinin bağlılıkları- büyük oranda muhafaza edebilmiştir. Kriz ve peşi sıra gelen nekahat döneminde, hem İsmaili düşüncesinin entelektüel meydan okumalarının, hem de İsmaili inancının duygusal çekim gücünün karşısına dikilebilecek yeni bir tahlile erişilmiştir.
İsmail’in ve soyundan gelenlerin izinden gitmiş olup İsmaililer olarak tanınmaktadırlar. Uzunca bir süre kendilerini gizli tutmuş olan bu topluluk, gerek bağlılık ve örgütlenme bakımından, gerekse de entelektüel ve duygusal bir çekim merkezi olması bakımından, rakiplerini geride bırakan bir mezhep kurmuşlardır. Kendilerinden önceki mezheplere nüfuz etmiş kaotik tahliller ve iptidai hurafelerin yerine, bir kısım ehil ilahiyatçı, üstün bir felsefi temel üzerinde yükselen bir din öğretisi sistemi, yüzyıllar boyu gözlerden uzak tutulmasının ardından gerçek kıymeti bir kez daha anlaşılmaya başlanmış bir literatür hasıl etmişlerdir.
İhtiyat, tedbir manasına gelen takıyye tabiri, İslam öğretisinde geçen takdiriililhf mefhumunun bir ifadesidir; mecburiyet veya tehdit hallerinde mümin, dini vecibeleri yerine getirmekten muaf tutulur. Türlü türlü tarif ve tefsire uğramış olan takıyye prensibi, Şia’ya mahsus değildir; lakin en fazla zulüm ve baskıya maruz kalmış olup takıyye’ye en fazla başvurmuş olanlar da bu kesime mensup olanlar arasından çıkmıştır. İktidar sahiplerinin veya halkın düşmanlığını üzerlerine çekme temayülü gösterenler itikatlarını gizlemeye mecbur kaldıklarında, bu durumu mazur gösterme maksadıyla, umutsuz isyan çırpınışlarında olan yığınlarca insanı gözü kapalı ölüme yürütmüş, her halükarda dönüp dolaşıp gene sahibini mahvetmiş olan militan tavra karşı bir yanıt olarak takıyye’ye dayanılmıştır
Karakurum’a vardığındaysa, tebdilikıyafet içinde kırk kadar Haşişi’nin kendisine suikast düzenlemek üzere yollandığı duyumunu almış olan Cengiz Han’ın olağanüstü güvenlik önlemlerine başvurduğuna tanıklık etmektedir. Cengiz Han bu duyuma cevaben, kardeşlerinden birini başına geçirdiği bir orduyu önlerine çıkanı öldürmeleri emriyle Haşişin topraklarına yollamıştır.
assassin sözcüğü, Avrupa dillerinin pek çoğunun ortak kullandığı bir isim niteliği kazanmıştır: Taassup veya tamahın tesiriyle, tanınmış kişiler arasından seçtiği kurbanlarını gizlilik veya ihanet yoluyla öldürmeyi meslek edinmiş katil.
Haşişi sözcüğü, daha 13 . yüzyılda, farklı biçimlerde de olsa, Brocardus’un ortaya koymuş olduğu kiralık profesyonel katil manasında Avrupa dillerinde kullanıma girmiş gözüküyor.
İlginçtir, Alâeddin Muhammed, Kazvin deki bir şeyhin müridiydi ve yeme içme giderleri için şeyhe yılda beş yüz altın dinar yardım gönderiyordu. Kazvinliler, kâfirlerin parasıyla geçiniyor diye şeyhi kınadıkları vakit, şeyh şu cevabı vermiştir: imamlar, kâfirlerin canını ve parasını almak caizdir diyorlar; hele bunu kendi rızalarıyla veriyorlarsa, bu iki misli caizdir Alâeddin, Kazvin halkına, şehirlerine dokunmuyorsa tek sebebinin seyh olduğunu bildirmiştir. Eğer o orda olmasa Kazvin’i un ufak eder, tozlarını küfelerle Alamut’a taşırdım.
Hasan Sabbah, barışın tesisine dönük olarak elçiler yollamış fakat önerileri kabul olunmamıştır. Bunun üzerine Hasan, türlü hile ve desiseyle, sultanın saray erkânından belli şahsiyetlere rüşvet vererek, kendisini sultanın huzurunda savunmaları için yanına çekmiş, yüklü miktarda para ve bir hançer göndermiş olduğu, sultanın harem ağalarından biri, sultanın sızıp kaldığı bir sırada usulca sokulup hançeri yatağının başucunda yere saplamıştır. Ayılıp da hançeri gördüğü vakit sultan tehlikeyi sezinlemişse de, kimden şüpheleneceğini bilemediğinden hadisenin gizli tutulmasını emretmiştir. Hasan Sabbah, hemen ardından yolladığı bir haberciyle şu mesajı göndermiştir: Ben istemez miydim, o hançer taş zemine değil de sultanın yumuşacık göğsüne saplansın. Paniğe kapılan sultan, o andan itibaren İsmaililerle arayı iyi tutmaya özen göstermiştir. Uzun lâfın kısası, bu komploya kanan Sultan Sencer İsmailîlere saldırmaya ürkmüş, bunu fırsat bilen İsmailîler de davalarında aşama kaydetmişlerdir. Bununla da yetinmeyen sultan, Kum civarındaki topraklardan aldığı vergilerden İsmaililere üç bin dinarlık bir pay ayırmış ve bugün de hâlâ süren bir adet olarak, Girdkûh’tan geçen seyyahlardan cüz’î bir geçiş ücreti almalarına da göz yummuştur.
Acımasızlığı karşıtlarıyla sınırlı kalmamış. Oğullarından birini, sırf şarap içti diye idam ettirmiş; bir diğeriniyse, sonradan aksi ispat edilmişse de, dâî Hüseyin Kâinî’nin katlini azmettirmekten idam ettirmiş. “Ve onları kayırmadığını, böyle bir şeyin aklından dahi geçmediğini zihinlere nakşettirmek istercesine, her iki oğlunun idamlarını sık sık dile getirmiştir.”
İsmailî dostu sayamayacağımız bir Arap biyografi yazarı dahi, Hasan Sabbah’ı, “keskin zekâlı, yetkin, aritmetik, astronomi, büyü ve daha pek çok alanda bilgi sahibi” diye tasvir etmektedir.
Düşünüyordum: gerçek iman muhakkak bu olmalı; ve içimdeki büyük korku yüzünden bu hakikati kabullenemedim. Artık ecel saatim geldi ve hakikate vasıl olamadan bu dünyadan göçeceğim.
Bartholomé d’Herbelot, elde ettiği bulgulara dayanarak, Haşhaşîlerin köken itibariyle İslâm coğrafyasındaki en ciddî hizipleşmede Sünnî mezhebine hasım olan Şii mezhebinden kopmuş en başına buyruk tarikatlardan biri olan İsmailîlere bağlı olduğunu ortaya koymuştur.
Ebedi mutluluğun anahtarını vadeden bu adam uğruna ölümü yaşama yeğ tutarlar. Nicesi surların üzerine çıkıp, bir emri veya işaretiyle kendilerini gözü kapalı boşluğa bırakabilirler.
Şeytan misali, farklı farklı milletlerin ve halkların jestlerini, kılık kıyafetlerini, dillerini, âdetlerini, hal ve tavırlarını taklit ederek kendilerini iyilik melekleri olarak gösterirler; böylece, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi, bir kez açık vermeye görsünler, sonları ölüm olur.
“Haşhaşiler, normal olarak, On İki İmam Şiilerine ya da diğer Şii gruplara saldırmadıkları gibi, yerli Hristiyanlardan ve ya Yahudilerden hançerlerine hedef olan çıkmamıştır. Suriye’deki Haçlılara karşı saldırıları dahi nispeten azdır.
“Haşhaşilerin eylemlerinde, soğukkanlı bir planlama ve fanatikliğe varan bir coşku bir arada sergilenmiştir. Bu eylemlerde belli ilkeler öne çıkmaktadır.”
“Bir bakımdan, Haşhaşilerin tarihte bir eşi bulunmamaktadır; o da , terörün politik bir silah olarak uzun vadede planlı ve sistematik bir şekilde kullanılmasıdır.”
“İnsanın kendini feda etmesi ve ayinsel cinayet, ne İslâm hukuk ve geleneğinde ne de İslam pratiğinde yeri olmayan kavramlardır.”
“Şurası dikkat çekicidir ki, gerek İran’da gerekse de Suriye’de işlenmiş olan cinayetlerin tümünde, Haşhaşiler hançerden başka bir silaha el sürmemiştir; işlerini kolaylaştıracak ve canlarını kurtarabilmelerini sağlayabilecek olsa dahi, ne zehire ne de ola asla tenezzül etmemişlerdir.”
“Hükümdar katli fiili -hem fiilen hem de bir ideal olarak- İslâmî siyaset tarihinin en başından itibaren aşinası olduğumuz bir kavramdır. Hz. Muhammed’in ardından başa geçmiş Hulefâyı Râşidin arasından üçü cinayete kurban gitmiştir.”
“Siyasi cinayetler, ister Doğu’da ister Batı’da olsun, otokratik krallıkların hepsinde sıklıkla karşımıza çıkan hadiselerdir.”
“Bu nevi cinayetlerin insan ırkıyla yaşıt olduğu söylenebilir; cinayetin eskiliği, ilk katil ve maktülün , erkek kardeşler olarak çıktıkları , Tevrat’ın içinde çarpıcı biçimde sembolize edilmiştir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir