İçeriğe geç

Hangi Laiklik Kitap Alıntıları – Attila İlhan

Attila İlhan kitaplarından Hangi Laiklik kitap alıntıları sizlerle…

Hangi Laiklik Kitap Alıntıları

..
‘Sistem’ in açıkça ilan edilmiş ya da edilmemiş ‘yeni savaşlara’ gebe, yeni düşmanlıklara ihtiyacı vardır; açık uzlaşmazlık halinde olduğu hasımlar hemen akla geliyor :İran, Irak, Libya, Cezayir Batı için bir savaş odağıdır
.
.
.
sosyalist devrim, bir dünya devrimi olarak gerçekleşmezse, yöresel ekonomi, küresel ekonominin ‘kamu sektörü’ gibi kalır ve ona tamamıyla bağımlıdır.
(Bakış, Ekim 1990)
Demokrasi, özgürlükleri yalnız kendisi için istemek, yalnız kendisi kullanmak demek değildir. Bunu bir anlayabilsek, rahatlayacağız.
Türkiye Cumhuriyeti, bir holding değildir; kendisine ‘manager’ aramıyor.
Sanatçıyı büyük yapan nedir, yüzyılının gerçek çelişkisini, daha yüzyılın başında görüp söylemesi değil mi?
Bilimin doğulusu, batılısı olmaz; gezegenin neresinde istersen dene, su deniz seviyesinde 100 santigrad derecesinde kaynar; elmayı nerede bırakırsan bırak, düşer. Bu kadar basit.
Açlık da dahil olmak üzere, meydana gelen korkunç olayların çoğunun nedeni ülkedeki kötü yönetimler ya da yönetimin hiç bulunmayışı.
Kendi tarihimizi sürdürecek miyiz, yoksa şunun bunun tarihine mi ekleneceğiz ?
Henüz köylere elektrik ve telefon, sapa bölgelere yol aşamasındayız; ekonominin serbestleşmesi, kalkınma ağırlığının; ağır saniyeden tüketim sanayiine, hattâ saniyeden ticarete kaymasına sebep oluyor; ‘Sistem böyle ‘itaatkâr’ çocuklarını, turizm ve pompalamış ihracat yoluyla, az çok beslese de, sağlıklı bir serpilme olmaz bu, aldatıcı bir gelişmedir.
Siyaset terminolojisinde, yüzyılın başında bile, ‘Araplık’ kavram olarak mevcut değildi; Devlet-i Âliyye’yi(yâni bizi) yıkmak için ‘Arap milliyetçiliğini’ batılılar icat etmiş ve kullanmıştır.
Kendi tarihimizi sürdürecek miyiz, yoksa şunun bunun tarihine mi ekleneceğiz?
“Ancak ne zaman bir Türk’e hak verir Avrupa, ondan yana çıkar bilir misiniz? O Türk kendi ülkesine söverse! Evet acıdır ama gerçektir bu!”
…emperyalizm, rasyonalizm ile kapitalizmin çocuğudur; öyle ki 19.yüzyılın sonlarında, yeryüzünün tamamı, Avrupa’nın gizli açık sömürgesi durumuna düşmüştü.
Mustafa Kemal İstanbul’daki hükumete baş kaldırdığı zaman ‘ihtilâlci’, devraldığı toplumu dönüştürmeye koyulunca ‘inkılâpçı’dır.
Mustafa Kemal’in iç içe üç büyük eylemi var: Emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı, padişaha karşı demokratik devrim, toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü.
Eğitimde ve kültürde ulusal kaybedilmiştir. Terazinin bir kefesi komprador ecnebi alafrangalığına kayıyor, öbür kefesi feodal / ümmet sentezine.
laiklik de Müslüman mahallesinde salyangoz satmak değildir: Yeni değerler sistemi toplumun içinden üretilecek, sağdan soldan eğreti alınıp halka tepeden inme dağıtılmayacak!
Türkiye kendini Batı’ya gerçek kimliği ve davranışlarıyla tanıtamaz; çünkü Batı kesinlikle onu tanımak niyetinde değildir. Sovyetler’ in dağılması, komünizm ipoteğinin kalkması; gerçek yüzlerini büsbütün meydana çıkarıyor. Yarın Türkleri, Batı uygarlığının baş düşmanı ilan ederlerse, hiç şaşmayalım!
Laikliğin ülkenin geleneğini göreneğini süpürmek demek olmadığını niye bir anlayanımız, anlatanımız çıkmamış acaba?
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Üçüncü dünyanın ayrıcalıklı seçkin azınlıkları, şımarık çocukların aşırılık ve gösterişçiligiyle, gönüllü olarak ‘Amerikan hayat tarzını’ benimser.( Albertini)
Albertini, kültür emperyalizminin temel amacının ‘yerli aydını’, ‘yerli halka’ yabancılaştırmak; bu arada kentlerde birikmiş halkı da ‘kültürsüzleştirmek’ olduğunu yazmıştır.
Çocuğun sadece başka bir dilde eğitim görmesi bile onu yurduna ve tarihine yabancılaştırır, git gide Türkçe düşünemez olur.
Çok aileye çok araba, çok kat, çok buzdolabı, çok televizyon satılabilir; ama iş orada kalmaz, erkeğin ardından kadın da ekonomik bağımsızlığını elde eder. O andan itibaren ‘aşk yuvası’ çekirdek ailenin de onun ahlâkının da temelleri sarsılmaya başlamıştır.
ibn Haldun, büyük bir Doğu/İslam klâsiğidir. Tâhâ Hüseyin’e göre ise İbn Haldun, Montequieu’nun öncüsüdür.
Biz son savaşımızı kazanmamış mıydık? Öyleyse toplumumuzdaki yenilgi belirtileri neden?
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Yenik olanı her zaman yenene benzeme çabası içinde görürsün: Giyiminde kuşamında, binitinde, binişinde, silahında, başka konularda (İbni Haldun)
Türkiye kendini Batı’ya gerçek kimliği ve davranışlarıyla tanıtamaz; çünkü Batı kesinlikle onu tanımak niyetinde değildir.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Bir yandan İslâm ülkeleri, Türkiye aleyhinde tahrik ediliyor, bir yandan da ‘militarist gelişme eğilimi gösteren İslam ülkelerine karşı Türkiye, Batı’nın çıkarlarını korumakla’ görevlendirilmek isteniyor. İki yüz yıldır uygulanagelen sistem
Şeriat kavmiyete karşı, temelinden ümmetçi; açın bakın din dergilerini, yanılıp yakılıp Türklükten bahsediyorlar mı? Etmezler, Müslümanlık aşağı, Müslümanlık yukarı, kendilerine çizdikleri çerçeve budur; Asya’daki Türk topluluklarını bile bu çerçevede görüyorlar.
Menderes daha muhalefet yıllarında, demiştir ki:
Türkiye için çıkar yol Batı Bloku’na bağlanmaktır. ABD ve SSCB’nin önderlik ettikleri iki ayrı blokun ortasında olmak, her ülke için hatalı bir yoldur.
Şimdi dikkat isterim: Anadolu İhtilali’nin o siyah astragan kalpaklı, çelik mavisi gözlü lideri; bir yandan, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı amaç edinmiştir, ama bir yandan da, bu amaca ulaşabilmek için, önce o medeniyetin ‘sahibi’ geçinenlerle savaşmak zorunluluğunun bilincindedir. Çünkü o, ‘medeniyetin’ öteki yeryüzü halklarının haklarını gaspetmek, tabii kaynaklarına el koymak, bağımsızlıklarını çiğnemek gibi, kötü alışkanlıkları olduğunu biliyordu.
Siyasi İslam’ın muhtemel başarısızlığını önceden sezdiren gerçek bir sebep; laik yani rasyonalist, yani pozitivist, yani bilimlere dayanıp onlarla yükselen bir medeniyete; onun çoktan aştığı -hatta ezdiği- manevi ve dogmatique değerlerle karşı çıkamazsın; oysa Siyasi İslamcılığın yapmaya kalkıştığı işte bu, başarısız olacağı önceden belli, dini ancak toplumsaldan çıkarıp bireysele intikal ettirebilen bir İslam toplumu, laikliği ba­şardığı ölçüde, çağdaş medeniyet seviyesini tutabilecektir.
halkımız, Müs­lümanlığı seçen gâvuru anlar, bağrına basar da; gâvurluğu se­çen Müslümanı affetmez! Oysa laik, demokratik, üstelik liberal bir ülkede, ibadet edeceği din, kul ile Allah’ın arasındaki özel bir ilişkidir; yetişkin biri, dinini beğenmiyorsa, beğendiğini seçer, ibadetini ona göre yapar; hiç değilse, ‘teoride’ böyle olması la­zım.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Biz lisedeyken (1940’lı yıllar) tarih, sosyoloji, mantık, es­tetik, psikoloji ve felsefe derslerinin, hayli ‘okkalı’ kitapları vardı; belki bu yüzden, erken cumhuriyet döneminde, ‘lise me­zunu’ önemli bir adam, ‘aydın’ bir ‘yurttaş’tı!
Hele devrimler, mutlaka gençlere yaslanır;
Gazi, onun içindir ki, Ey yükselen genç nesil, is­tikbal sizsiniz’ demiş; Cumhuriyet’i -orduya, meclise, bü­rokrasiye değil-, ‘Türk Gençliğine’ ’emanet etmişti’.
Hem canım, katıksız Müslüman sloganlarla genel seçimlere giren partiler, hangisinde ciddi bir başarı oranı elde edebildiler ki? Seçmenlerin ‘tercihi’, kırk yıldır aynı; merkez sağ ve merkez solda, oy yığılması görülüyor; bu da, laik ve demokratik, bir toplum tercihi demektir.
Halife’nin devr-i sal­tanatında, fuhuş endüstrisinin nasıl işlediğini merak edenler, Ahmet Rasim’in ‘Fuhş-i Atik’ini, ya da Selahattin Enis’in ‘Zaniyeler’ini okuyabilirler. Bu, özellikle Osmanlı’nın fazilet ve iffetini heyecanlı sa­vunan, ‘başörtülü’ üniversiteli kızlarımız için, ibret verici bir okuma olacaktır.
12 Eylül 1919’da Sultan Vah­dettin İngilizlerle gizli bir anlaşma imzalamıştır; buna göre Türkiye’nin ‘tamamiyet ve istiklâli’ İngiliz ‘mandasına’ veriliyor; Türkiye Suriye ve Irak’tan vazgeçtiği gibi, ba­ğımsız bir Kürdistan oluşturulmasına razı oluyordu; ayrıca Pa­dişah ‘hilafeti’, Müslümanların bulunduğu İngiliz sömürgele­rinde, İngiltere’nin çıkarına kullanmayı taahhüt etmişti.
Sultan Vahdettin kendine göre Devlet-i Âliyye’yi kur­tarmaya uğraşmıştı; gel gör ki onu ‘kurtarmaktan’ anladığı, ülkeyi İngiltere ‘devlet-i fehimesinin’ mandasına vermekti; ufku dar, halkına inanmıyor, üstelik ülkenin istiklâlini değil, kendi tahtını garantiye almak istiyor.
Önyargısız kim baksa görür ki, Batı’nın önüne geçilmez yükselişi, inancın yerine bilinci geçirmesiyle baş­lamıştır; ‘inanmak’ yerine ‘anlamayı’ seçiyor, anlamayı ve açık­lamayı; bunun adı Rasyonalizm’dir; Rasyonalizm’in tabiata uygulanması Pozitivizmi, topluma uygulanmasıysa Liberalizm’le Sosyalizm’i, bu iki düşman kardeşi doğurmuştur; hepsinin temelinde elbette laiklik yatıyor, laiklik ve de­mokrasi!
Eğitimde ve kültürde, ‘ulusal’ kaybedilmiştir; terazinin bir kefesi, ‘komprador’ ecnebi alafrangalığına kayıyor, öbür kefesi feodal/ümmet sentezine; bizden çağdaş Türk kültür sentezini soran öteki Türk Cumhuriyetleri’ne, önerebileceğimiz bunlar mıdır? Vah bize!
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Mustafa Kemal’in, iç içe üç büyük eylemi var: Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı, padişaha karşı de­mokratik devrim, toplumun ‘ümmet’ aşamasından ‘mil­let’ aşamasına dönüşümü.
erkek ücretli emek karşılığında pi­yasa için üretime koşulurken, kadının görevi evde kalıp çocuklarına bakmak, evin işlerini görmek! Al sana karı-kocalı ‘aşk yuvası’nın kökeni!
büyük metropollerden başlayarak, kademe kademe, cinsellik ve içerdiği türlü sorunlar, -en başta erkek ve kadın eş­ cinselliği, travestilik, transseksüellik- Anadolu içlerinde ko­nuşulmaya, tartışılmaya başladı. Bunda bir garabet var mı? El­ bette yok, ‘Açık Toplum’ yalnız politika ve iktisat düzeyinde değil, bütün düzeylerde de ‘açık’ olmak zorunda; elbette cinsel azınlıklar da haklarını tartışacak; kadınlar da sevmek, sevilmek ve eşitlik haklarını savunacaklar!
Ahlâk düzeyinde yıllar yılı ‘yok sayılan’ konulardan birisi de, cinsellik ve içerdiği sorunlar olmuştur; açın bakın 40’lı 50’li yıllara ait dergileri ve gazeteleri, hatta edebi eserleri, iç­lerinde tek erotique satır bulamayacağınız gibi, cinsel kay­malar, çeşitlemeler vs. üzerinde en ufak bir imâya dahi rastlamak imkânsızdır.
Türkiye Cumhuriyeti, anti/emperyalist bir platform üzerinde, bir ‘mazlum devlet’ olarak kurulmuştu.
Şunu hiç unutmayınız: Gazi Mustafa Kemal, ölünceye kadar Batılı hiçbir ittifaka girmedi.
Batı, kendi için laiktir de, sıra üçüncü ülkelere geldi mi, Hıristiyanlığı ağır basar.
Batı’nın ‘evrenselliği’ni ilan ettiği ilkelerin ve hak­ların hemen hepsi, gerçekte münhasıran Batı’da, Batılılar ara­sında geçerlidir; ‘kendilerinden’ saymadıkları ülkelere ve halk­lara, son derece duyarsız ve acımasızdırlar; hatta onların bir­birini kırmasını, gizli bir keyifle uzaktan seyreder, engel olmak için de parmaklarını bile oynatmazlar.
‘Çağ atlayan’ Türkiye’de, artık kimse ağır sanayi sözünü etmemektedir; övünenler, ‘limanlar, yollar ve teleko­münikasyon’ başarıları ile övünüyorlar; önemli sanayi ih­racatımız, gerçekte turizm, gıda ve tekstil.
Menderes, daha muhalefet yıllarında, demiştir ki: Türkiye için çıkar yol Batı Bloku’na bağlanmaktır.
ABD ve SSCB’nin önderlik ettikleri iki ayrı blokun or­tasında kalmak, her ülke için hatalı bir yoldur (İzmir konuşması, 27 Temmuz 1948) Menderes ayrıca, ‘ulusal ve bağımsız bir politika’yı, ‘BM’nin demokrasi ilkelerine aykırı’ görüyordu.
12 Eylül sabahı, Hasan Bülent Kahraman, yaşadığı ilk hükümet darbesinin heyecanıyla, beni uyandırmıştı; telefonda, hiç tınmamışım, öyle diyor; niye tınacaktım ki, bu benim ya­şadığım üçüncü -1938’deki İnönü darbesini de sayarsak, dör­düncü- askeri ‘müdahale’, neler olacağını ezbere biliyorum.
Sil baştan!
kimisi ‘devrimci’, kimisi ‘ülkücü’, kimisi ‘akıncı’ sıfatıyla, bir­birlerini kırıyorlar; kimse hangi ‘tezgâha’ kurban gittiğinin far­kında değil: fakülte kapılarında öğrenci cesetleri, geceyarıları kalaşnikofla taranmış kahveler, şehir meydanlarında polisle ça­tışma, bilmem kaç ölü, sıkıyönetim.
Artık kim ne derse desin, ‘geleneksel’ Hıristiyan/Yahudi ahlâkı da eleştiri gündemine alınmıştır; ‘geleneksel’ ideolojiler de: yâni o iki düşman kardeş, liberalizm ve sosyalizm!
Demokrasi, özgürlükleri yalnız kendisi için istemek, yalnız kendisi için kullanmak demek değildir. Bunu bir anlayabilsek, rahatlayacağız.
İbadet de gizli, kabahat da!
Nasıl görmüyoruz ki, ABD için de, AT için de, Rusya için de;sınırları çevresindeki bütün ülkeler için de, ‘en iyi Türkiye’, en yalnız, en sanayileşmemiş, en yoksul, en istikrarsız Türkiye’dir.
Politikacıların ‘Atatürk milliyetçiliği’ dediği milliyetçilik, gerçekte insancı(hümanist) olan, insanlığı temel alan, bu yüzden de bütün ırk, dil, din farklarını reddeden bir milliyetçiliktir;esasen ünlü özdeyişinde ‘Ne mutlu Türk olana’ değil de ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ demiş olması, bu düşüncenin veciz bir ifadesi sayılmalıdır.
Sanatçıyı büyük yapan nedir, yüzyılının gerçek çelişkisini, daha yüzyılın başında görüp söylemesi değil mi?
Çünkü ırkçılık milliyetçiliğin güçlendirdiği etnik kendini beğenmişliğin hastalıklı hali.
Bu nasıl iş, Avrupa aynı ‘Aydınlanma Çağı’ nda hem İnsan Hakları Beyannamesi’ni yayınlıyor, hem de – kölelik dahil – en aşağılayıcı insan hakları ihlallerini yeryüzünün her yanında yapmaya kendinde hak görüyor?
Gecenin sabaha yakın ve radyum ışıltılı bir yerindeyiz;asabi bir sessizlik, camları gizli ve uzak bir deprem gibi titretiyor;gittikçe insanların da, güçlerin de, verilen sözlerin, yapılan jestlerin de;zamanın girdabı içinde, son derece fani olduğunu, hissetmemek elde mi?
Avrupa Türkiye’yi, gerçekte olduğu gibi değil, işine geldiği gibi görmeyi yeğliyor.
Kendimizi tanıtmıyoruz değil, tanıtamıyoruz da değil, kendimizi tanıtamayız. Tepeden tırnağa haklı olsak da, hakkımızı teslim ettiremeyiz. Ancak ne zaman bir Türk’e hak verir, ondan yana çıkarlar bilir misiniz? O Türk kendi ülkesine söverse! Evet acıdır ama, gerçektir bu!
Bu çocuklara kendi yurtlarında görev yaptıramıyorsunuz, öz halklarına dudak büküyorlar, gözleri dışarıda.
Dünya gezegeninde son 300 yıl aşağı yukarı böyle özetlenemez mi? Türkiye gibi ‘sahib-i medeniyet’ toplumlar batıya nasıl bakmalı sorusunun ikisi yanlış birisi doğru üç cevabı var. Önce yanlış olanlara bir göz atalım:
1) Batı, dünya uygarlığının son sözüdür. Her şeyi ile evrenseldir, tartışılmaz; onu aynen benimsemeli, taklit etmeliyiz. (Yanlış, çünkü Batı’lı ülkelerde bile aynı metod farklı koşullarda farklı kültürler ortaya çıkarmıştır, aksi halde birbirlerinin aynı olurlardı.)
2) Batıya bakmak yanlıştır, onu külliyen red ve inkâr edip, kendi başımıza eski imkanlarımızla çağdaşlaşmaya çalışmalıyız.(Yanlış çünkü, inanca dayalı hiçbir uygarlık, ne kadar büyük olursa olsun,-ne Çin, ne Hind, ne Osmanlı, ne de İran- kendiliğinden Rasyonalizme ulaşamadılar. Hepsi Batı’nın gizli ya da açık sömürgesi oldular.)
3) Doğru cevap, Batı’ya ‘akıllıca’ bakmasını bilmektir. Batı’da gerçekten evrensel olan, metoddur; metod, bilim demekir, bilimsel düşünce demektir; bilimin, Doğulusu Batılı olmaz; gezegenin neresinde istersen dene, su deniz seviyesinde 100° de kaynar; elmayı nereden bırakırsan bırak, düşer.

Bu kadar basit.

bir ‘milli manevi değerler’ lâkırdısıdır gidiyor, neyin nesidir, kimin fesidir bilmiyoruz; oysa bu değerler gerçekten ulusalsa, zaten rejim ulusal, onları yıkması ya da ihmal etmesi mümkün mü, yoksa bindiği dalı keser; ulusal değil de dinsel ise, o takdirde devrimin ve ulusal gelişmenin, ana ilkeleri ve yöntemiyle cidden çelişiyor demektir, zaten tasfiyeye uğramıştır, ‘ihyasına teşebbüs etmek’ muhafazakârlığı filan aşar, düpedüz irtica olur ki, hem Atatürk’ün Müdafaa-i Hukuk Doktrini’nden yana, laik ve demokratik olmak; hem de tarihe mal olmuş feodal/ümmet üstyapısının değerler sistemini ihya etmek, anayasa’ya da aykırıdır.
Sağcı ya da solcu olmuşsunuz,ne farkeder ki ? Hepimizin nihai amacı aynıdır; güçlü ve bağımsız Türkiye!
Eskiden ne güzeldi, ne kadar kolaydı: Bazı şeyleri,olsa da ‘yokmuş’ gibi yapardık.
Avrupa tarihte iki büyük şeyi asla affedemiyordu. Arapların İspanya’da kurup yaşattıkları Endülüs Devleti, bir; Devlet-i Aliyye’nin yüzlerce yıl Doğu ve Merkezi Avrupa’yı egemenliği altında tutması iki!

I.Dünya Savaşı, ‘şark meselesi’nin’ çözümü olacaktı. Sevres Anlaşması da, bunun senedi; gel gör ki Türk’ün ateşle imtihanını kazanıp, Sevres’i Lausanne’la (Lozan) değiştirmesi, hesapları altüst etmiştir . Şundan ki Müdafa-i Hukuk da, Misak-ı Milli de, Batı’ya ve Batılılar’a karşı ilan edilmiş ve örgütlenmişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist bir platform üzerinde, bir ‘mazlum devlet’ olarak kurulmuştu.

Klasik ırkçılıktan farklı olarak, günümüz ırkçılığı, biyolojik unsurları değil, kültürel unsurları öne alıyor.
‘Dünya devleti’ isen, aynen Osmanlı gibi, o ‘dünya’ya direnerek bunu kanıtlayacaksın! Yaltaklanarak değil!
Kendimizi tanıtmıyoruz değil,tanıtamıyoruz değil,kendimizi tanıtamayız.Tepeden tırnağa haklı olsak da,hakkımızı teslim ettiremeyiz.Ancak ne zaman bir Türk’e hak verir,ondan yana çıkarlar bilir misiniz ? O Türk kendi ülkesine söverse! Evet acıdır ama, gerçektir bu!
Batılı,ikiyüzlüdür: Çıkarına gelirse aşağıdan alır, pohpohlar; asla inanmayacaksın.Önyargısı değişmez çünkü.
Alıştık ya, Türkiye bir ‘alacakaranlık kuşağı’ndan daha geçiyor:Siyaset öldü,edebiyat öldü, Türkçe hafif müzik öldü;varsa yoksa,sabun köpüğü ‘ecnebi filmler; ‘ecnebi’ ve eğlencelik kitaplar:,’ecnebi’ pop kasetleri, ‘ecnebi’ yuppi züppeligi:Arabam falan markadır,filan marka saat takarım,vs!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir