İçeriğe geç

Hangi Batı Kitap Alıntıları – Attila İlhan

Attila İlhan kitaplarından Hangi Batı kitap alıntıları sizlerle…

Hangi Batı Kitap Alıntıları

. Türkiye üzerinde Sovyet baskısı ağırlaşınca, ne İngiltere’nin kılı kıpırdar, ne Amerika’nın :’Milli Şef’ i adeta kaderiyle baş başa bırakırlar :İsmet İnönü ‘ye’ Milli Şefliği’ terk edip Demokrasi Kahramanlığı ‘na soyunmaktan başka çare kalmamıştır.

(Kendi Açıklamam:Yukarıdaki durumlar 1945’ten sonra yaşanmaya başlıyor. Attila İlhan, Türkiye’ nin Sovyet baskısı karşısında yalnızlaşmamak için Batı devletleriyle ilişkileri geliştirmenin yolunu ülkede demokratik atılımlar yapmakta bulduğunu düşünüyor.)

3.Toplumcu gerçekçiliğin su koyvermesi :Aşırı bir gazete gerçekçiliğine dönüşü. Toplumcu gerçekçilik bir yöntemdir, bir reçete değil. Bu bakımdan schematique köy gerçekçileri esthetique ağırlığı olmayan romanlar yazıyorlar (Fakir Baykurt?) Üstelik toplumculuğu köycülük köylücülük gibi anlama ve değerlendirme yanlışı. Devrimden önce Rusya’da halkçılar (populiste-narodnik) bu kafadaydılar. Mikhailovskiy, müjiğe* giderek, müjiği iş başına geçirerek her şeyi çözümleyeceklerini sanıyorlardı. Başta baba Plekhanov, toplumcular onlara karşı çıktı,onlarla mücadele etti. (Ne Tahir Alangu farkında bunun, ne Asım Bezirci, ne de başkası.)

Müjik* :Rus köylüsü

Yukarıdaki yazı, Attila İlhan’ın ‘Edebiyatımızda Aşırı Eğilimler’ başlığı altındaki önceden tuttuğu notlarından biridir. Ancak Hangi Batı ‘da Özet Mözet bölümünde geçiyor.

Baba Plekhanov’un ünlü yapıtını eve süs olsun diye almadıysanız, Çar I’inci Nikolay dönemindeki baskıyla Aleksandr Puşkin ‘in şiir grafiğini ne ustaca inceleyip çözümlediğini anımsayacaksınız. Önceleri toplumcu eğilimler gösteren ozanın, devrimci deçembristler* temizlenip de baskı artınca nasıl ansızın ‘sanat için sanat’ ayaklarına döndüğünü filan!

*Deçembristler : Çar I. Nikolay başa geçince ona isyan eden subaylar grubu ve onların destekçileri

Neden, neden, neden? Atatürk devrimi, Osmanlı toplumunda, Osmanlı toplumunun olanaklarıyla, Osmanlı aydınları tarafından yapılmıştır da, neden bize bu devrimin mayalaşıp oluştuğu toplumsal ve tarihsel ortam gerçek çizgileriyle öğretilmemiştir. Neden ‘bunak ve bilgisiz padişahlar’ masalıyla avutulduk yıllar yılı? Neden İttihat ve Terakki ‘nin o olağanüstü telaşlı kanlı ve serüvenci eylemleri bilimsel olarak açıklanmadı? Tarih gözüyle bakar bakmaz, Mustafa Kemal’i hazırlayan koşulların Jöntürk Makedonyası koşulları olduğuna görmemek olası mı? Öyleyse Cumhuriyet’ i toplumsal ve tutumsal yönlerden o kadrodan koparmak niye?

Kuvayi Milliye bizden elli yıl kadar uzaktır, dün olmuş gibi görünür de, sözgelişi Arnavut İsyanı birkaç yıl daha uzak olduğu halde birkaç yüzyıl öncesi eski ve önemsiz bir olay gibidir.

Demek Fransıza çalışan bir değil, iki değil, üç değil, dört: İspanyollar, Portekizliler, Kuzey Afrikalı Müslümanlar, zenciler! Gerçekte bu adsız emekçiler, o cakalı grevlerini gazetede okuduğumuz Fransız işçi sınıfının altında, bir çeşit alt-proletarya tabakasını oluşturuyorlar. Bir bakanın, biraz da övünerek dediği gibi, Fransa’nın yabancı el emeğine ihtiyacı var ; zira Fransız işçileri bazı işleri haysiyetine uygun görmediğinden, istemiyor, çalışmıyor.
a/ Türkiye’yi yalnızlığa itenler bütün dünya ülkeleri değildirler, aslında Türkiye’nin ittifaklarla bağlı olduğu, zor zamanlarında yardım edecek sandığı batılı ülkelerdir.
b/ Bu davranış bu ülkelerin dost olmadıklarını gösterdiği kadar, bizim çeyrek yüzyıllık dış politikamızın ülkemizin çıkarlarına ve yararlarına göre ayarlanmadığını da açıkça gösterir. Çünkü sonuç ortadadır.

Hangi Batı, Attila İlhan

“ sömürgeci bu, sömürdüğü ülkeyi uygarlaştırıyorum der, bunu o ülkeyi kendi kültürünü ve teknolojisini aşılayarak yapar, öyle ki sen bağımsızlığını elde ettiğin anda, birdenbire ekonomik ve kültürel olarak ona bağlanmış olduğunu fark edersin: Üstelik, bu arada ulusal kişiliğini yitirdiğinden, bir uşağın efendisine bağlılığına benzeyen bir bağlılıktır bu. “

~Senegalli Diop

Ama, batının asıl bağışlamadığı, bağışlamayacağı, Ortadoğu’da tamamiyle kendi gücüne güvenerek kendi çıkarlarını savunan güçlü bir Türkiye’dir.
Mustafa Kemal Türkçüdür.Bunu unutuyorlar.
Nereden bu çıkıyor? Çok basit .Gazi, hiçbir zaman Batı medeniyeti gibi olacağız dememiştir. Çağdaş uygarlık seviyesi demiştir, muasır medeniyet demiştir.Peki muasır medeniyet seviyesi bir yere mahsus ve sabit midir ? Asla.Bugün Batı’da olur, yarın Asya’da olur, öbür gün Afrika’da olabilir.Nerede olursa olsun Türkiye için hedef,seviyeyi yakalamaktır.O seviyeyi yakalamak için mücadele etmektir.
Tabii Türk aydınının Tanzimat’tan kalma bir kusuru da halkı ezilecek, güdülecek bir sürü gibi görmesi .Yani ,halk diye bir kalabalık var ben bunları adam edip bir yere getireceğim .Aydın kendini bu görevde görüyor ,en kötü aydın anlayışı budur. Aydın o halkı adam etmekle yükümlü değildir. Aydınlatmakla, adı üstünde, yükümlü. Aydınlatmanın da yolu onu adam etmek değil, ona kumada etmek değil. Bir kere onunla iletişim kurmak gerek. Halkınla oturup konuşamıyorsan ,halk seni dünlemiyor, küçümsüyor diye düzenle hemen anlaşırsın. Bir de, sen ne dersen ‘ha ha’ demeye başladılar mı seni dinlemiyorlar demektir. Ve çok lafı da sevmez ,o doğrudur.
Bu millet yeteneksiz değil, bu millet yapabilir, ama bunu ona telkin etmek lazım. Sen bunu yaparsın, Gazi bunu yapıyordu. Türk, öğün, çalış güven. Kendine güven. Sen bu işi yaparsın.Bu güveni yok ettiler şimdi.
Endüstri uygarlığı bir yerden sonra insanı hem düzene hem topluma hem kendi kendine yabancılaştırır. Nasıl yalnız ve savunmasız kılar ? Batılı toplumlar, bilimle üretimi kaynaştırarak çağdaş teknolojiyi yaratmış ; gelişmiş kapitalizm yeni karlar aradığı için,sürekli yeni ihtiyaçları kışkırtıyor; endüstri toplumunda iş o kerteye varıyor ki adam olmak demek, reklamlardaki hayat standingine ulaşmak demek,filan mobilyalarla döşeli salonun yoksa,araban filan marka değilse,filan tatil köyünde yazlığa gidemiyorsan,git kendini öldür.Bu standingi (yaşama düzeyini ) elde etmek,karmaşık endüstri toplumunun çarkları içerisinde bireyin kendini harcamasını gerektiriyor.Acımasız olacak,eş,dost,arkadaş,aile, gözü görmeyecek,dostluk,dürüstlük,iyilik, yardımlaşma ne kelime,var mı yok mu başarı,bunun ölçüsü ne belli :Para,ün,mevki!
Birey -hele gelişmiş, aşırı derecede uzmanlaşmış batılı toplumlarda- bu çarka girdi mi ,çok geçmeden hem öteki insanlara yabancılaşıyor hem kendine.Sistemin ona sürekli olarak tek ve en önemli başarı belirtisi diye gösterdiği şeyleri sağlasa bile doyuma ulaşmaz,çünkü icat edilen ihtiyaçlar sonsuz,oysa kazanılan para daima sınırlıdır.O halde her reklam edilen ürünle yeni mutluluk vaat edildiği halde,bu gelişmiş endüstri toplumu,gerçekte bir doyumsuzluk ve mutsuzluk toplumu.Çalışıyor çabalıyorsun,yıllar sonra bir yere geldim sanıyorsun,bir de bakıyorsun ki,arpa boyu yol gitmişsin,önünde daha çok uzun yıllar var, geldiğin yer bir anlam taşımıyor,çaban boş,mutluluk hayal.O zaman içini bir kaçış isteği sarmaz mı ? Bu insanlık dışı toplum düzeninden kaçmak
Bizde, (bizde deyişim ağız alışkanlığı ,aslında dünyanın her yerinde ) iki tür politika meraklısı var, bunlardan birisi, politikanın kendisine değil ,dedikodusuna meraklı, falan ne demiş, filan ne yapmış ,falanın partisi kazanır mı, kazanamaz mı, bunların sözünü eden ,dibini kurcalayan meraklı tip ; ikincisi, politika dediğimiz zırıltının üstünde döndüğü temelleri araştıran, neyin neden dolayı öyle olduğunu , kimin hangi sebepten öyle dediğini bulup çıkararak ,halka yaymaya çalışan meraklı tipi ; politikacılar da, onların dümen suyunu izleyen kötü basın da ,politika meraklısının birincisini sever, öylesini çoğaltmaya çalışır, nedeni belli,ikincisi işine gelmez de ondan ;oysa hem dünyada çoğalmakta olan tür ikincisidir hem bizim burada söyleşmeye çalıştıklarımız onlardır.
Kıssadan hisse, ‘batılı’ ‘hür dünya’ aslında birbirini ka­zıklamanın hür olduğu dünyadır, gücü gücünün yettiğini kazıklar,
Uygar bir ülkede bu derece yüzsüzlük olmaz: Hem görev başındayken, inanılmaz bir saflık, gaflet ya da dalâletle, ülkenin yararına olmayacağı kesin kararlar al, uygulamaya geçir; hem de sonra, işler arapsaçına dönünce vah biz ne yapmışız diye dövünerek, hiçbir şey olmamış gibi, ulusun kaderinde söz söylemek hakkına talip ol, yok böyle şey!
Türkler için sorunu “Batılılaşmak mı, Doğulu mu kalmak?” diye koymak yanlış. Her şeyden geçtim, rationaliste ve cartesien batılı” kafasıyla yanlış; zira bu kafadaki batılı, bir toplumun yüzlerce yıllık muktesebatından” bir çırpıda soyutlanıp da başka bir uygarlık çemberine geçebileceğine inanmaz, akla uygun değildir çünkü böyle bir şey, nesnel koşullara ve “eşyanın tabiatına” aykırıdır. Biz, hele o kendini batılı sanan yabancılaşmış aydınlarımız, bu halkın inandığı her şeye söverek hiçbir şeyi “batılılaştıramamış”, tam tersine ulusu ikiye bölüp aydınlarla halkın arasını açmışızdır. Ne yapmak lâzımdı öyleyse, sorunu nasıl koymak gerekirdi? Batılılar nasıl koymuşlarsa öyle: Bilimsel yöntemlerle geçmişimize dayanan, ondan yararlanan, fakat ileriye açılan ulusal bir bileşim yaparak.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“ Yeni bir halk kültürü öyle kafadan icat edilmez,geçmişe oturtulur,başarılı klasik örnekler,sanat mirası ,şimdiki kültürün ulaştığı sonuçlar göz önünde tutularak bilimsel yöntemle yeni bir bileşime varılır.”
Tanzimat’tan bu yana edebiyat çabamızın çokluk , ‘yapıyor herifler birader’ mantığı çerçevesinde kalması bazen iyice efkarlandırıyor beni :Öyle ya, Türk ozanının uygarlaşmak için sözgelişi son­net ye başvurup da, ulusal ve geleneksel biçimlerine bir gelişme yo­lu aramayı aşağılaması ne kadar da kompradorların din değiştirme­lerine benziyor. Çinhindi’nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikan­laşmak için nasıl birtakım Kolu’lar çekik gözlerini ameliyatla düzelt­meye uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatının imge düze­nini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık batılı oldum diye övün!
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Atatürk devrimini geliştirmek “en hakiki mürşit “bilimin kılavuzluğunda aklımızı kullanarak,batılı uygarlık düzeni içerisinde Türk sanat ve kültür bileşimini yapmaktır.Bu da aynı düzen içindeki önceden yapılmış Fransız,İtalyan,Alman vs. bileşimlerinden birine ya da birkaçına öykünerek olmayacak ,olursa Atatürkçü batıcılık olmaz ,Tanzimatçı komprador batıcılığı olur ,onun için Türk niteliklerini belli eden ,Türk bilincini taşıyan bir bileşim yapılması şart.Nasıl olur mu?Herhalde :’Geçmiş kültür ve sanatımız ,ümmet sanat ve kültürüdür,işimize yaramaz,onları bir kenara bırakacağız ‘diyerek değil.Zira batılılar, kendi ulusal bileşimlerini yaparlarken scolastique dönemlerinden gelen ulusal görenek ve geleneklerini atmamışlar, onları aklın ışığında değerlendirip bileşimleri içerisinde eriterek kullanmışlardır.
( )
Demekki iş ,birtakım yadsımalarla,birtakım kayıtsız şartsız benimsemelerle çözümlenecek bir iş olmaktan çok uzak.Bir bilgi,görgü ve akıl işi.Biz de öyle yapacağız,bizi öteki batılı bileşimlere karşı bağımsız ve özgün kılacak köklü ulusal niteliklerimize ,inadına sarılacağız.Bileşim akıl yoluyla bunları değerlendirerek yapılacak .
Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine çıkarmak için bizzat Atatürk’ün verdiği
anahtar yöntem: Türkiye batılı, fakat Türk bir toplum olacaktır,çünkü Türk ulusu özgürdür ve bağımsızdır; bu işi
o da batılıların yaptığı gibi akıl ve bilim yoluyla yapacak,fakat onlara öykünmeyecektir. Çünkü Türk ulusu, kendine benzer.
Neden mi?Atatürk devrimi daha başka bir şeydir de ondan.Bu ağır yanlış, gerçekte, Atatürk’ü, “Tanzimat’tan beri süregelen
batıcılık eğilimini sonunda gerçekleştiren adam “sanmakla meydana çıkıyor. Atatürk’ün batıcılığıyla Tanzimat batıcılığı
arasında benzerlik yok, karşıtlık var: Birisi, çok uluslu bir ümmet imparatorluğunda beliren komprador batıcılığı, ötekisi uluslaşmış bir ülkede kendini gösteren
bilinçli batıcılık. Başka türlü şöyle de söyleyebiliriz, sanırım, birincisi, Batı’nın önerdiği batılılaşmaya evet diyen,ikincisiyse batılılaşmasını batılı yöntemlerle, ama kendi bildiğince yapmak isteyen batıcılık. Asıl Atatürk devrimi işte burada. Osmanlı din kalıplarına göre yaşayan ve eğitilen bir toplumdu, biliyorsunuz, bu toplumda batıcılık onu sömürmeye gelen batılılarla benzeşmek soysuzluğu olarak beliriyordu, zaten benzeşmeye kalkışanların çoğu batılılar için ülkeyi soyuveren, bu arada kendileri de birer kemik kapan kompradorlardı.
“ üstün batılı meslektaşlarımızın teknik buluşlarıyla trüklerini taklit etmek değil amacımız,kendi toplumsal şartlarımızı ve halkımızla olan bağıntılarımızı göz önünde tutarak kendi alanımızda modern olmaktır.İstediğimiz ne yabancı bir kültürün katıksız ithali,ne bu ithalatın döllediği ve ilham ettiği milli bir kültürdür,bir mayalanma olgusu sayesinde kendi kültürümüzün gelişimdir.”
Gyula İllyes
Aklın yolu bir.Çünkü ulusal nitelikleri es geçerek, eski Yunan, Latin ,Fransız zart zurt deyip de yapılacak batılılaşma, emperyalist batının sömürgelerinde ve mandat’ larında yaptığı batılılaşma oluyor. Bizim ‘ilerici’ aydınların çoğu nasılsa o çukura düşmüşler, utanmadan Atatürk’ ü de kendileriyle birlik gösteriyorlar. Atatürk, ulusal bilinç adamıydı, oysa yaptıkları batıcılık ulusal bilinci yok eden bir batıcılıktır, kopyadır, taklittir, bunların!
Türkiye’nin sorunu batılılaşmak sorunu değildir, modern kişiliğini bulmak sorunudur. Bu arada yoksulluktan kurtulmak, endüstrileşmek, şehirleşmek sorunudur. Bunlar önerilirken onun onurunu çiğnemek en büyük yanlışımız. Siz bir kere içtenlikle ondan yana olduğunuza onu inandırmaya bakın; şiirinizde, müziğinizde, resminizde bin yıllık sesini, çizgisini, deyişini, bulabilsin. Laikliğin, bilimciliğin onun yüzyıllardır uğruna gık demeden öldüğü, kılıç üşürüp at kopardığı kavramların üstüne işemesin. Önce Türk olsun, Türk!.. Şevki bey’ i dinleyip içlenen, Nedim’ i okuyup hoşlanan, Ramazan gecelerinin uysal romantisme’ ini içi sıra yaşayıp, İslam filozoflarının onca işlenmiş iç gerçeklerini içinde damıtıp duran, aksi gibi de Batı’nın ve Batılının en sevmediği, Türk! Ben sanıyorum ki gerisi kendiliğinden gelecektir.
Yoksa,Allah’ın günü dinlediği müziğe söv,ezberinde çağdan çağa taşıdığı ozanları karala,eğlencesini kına,töresini aşağıla,kısacası kişiliğini yok say,sonra da seni soyuyorlar ,kurtarsam kurtarsam ben kurtarırım diye bangır bangır bağır ,sesin kof kof dağlardan döner,görüp göreceğin rahmet budur.
Unutamadığım doğulu,uzakdoğulu bir söz şöyle diyor: Ahmak,hayran olur,bağlanır,çünkü anlamaz; zeki,kuşkulanır ,dibini karıştırır,çünkü anlar
Siz kendi hesabınıza ahmaklar defterine geçmek ister misiniz ?
Yok yok , genç sanatçı Batılı olmanın , Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne laf ? Toplumsal ve nesnel bir gerçek,istekle değişir miymiş ?Türk’üz Türk kalacağız. Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz.Batılılık bu.Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil.Baksanıza canım,İngiliz de Alman da Fransız da Batılı,biri ötekine benziyor mu?
Peki, batılılaşmayı ekonomik ve toplumsal bir çağdaşlaşma diye almayınca nasıl alıyoruz, sinema,roman,gazete haberi ve radyo yorumundan kapma bir yeryüzü cennetine benzemek olarak! Değişme sürecine, asıl olması gerektiği gibi ekonomik ve toplumsal kalkınma öncüleri değil de, bürokrat aydınlar kılavuzluk ettikleri için, Batı kavramı, Türk imgeleminde her şeyin en ideal olarak yaşandığı bir toplum olarak biçimleniyor. Her şey ama her şey doğu’da kötü, batı’da iyi! Onlar nasıl yapıyorsa biz de öyle yapmalıyız ki,adam olalım! Oysa elin japon’u çıkmış, hiçbir şeyini değiştirmeden, sadece ekonomik ve teknolojik gelişme sürecini kendi yapısında yaratarak batı düzeyini yakalamış, dibini kurcalayan yok!biz hababam batı müziği dinliyor, çeviri roman okuyor, batılı gibi giyiniyor, bir türlü batılı olamıyoruz, adamlar japon gibi yazıyor, Japon gibi yaşıyor, Japon gibi ölüyorlar, ama batı’yı geçiyorlar. Japon’un yaptığını biz yapamamışız, bizim yaptığımızı Afrika’daki eski Fransız ve İngiliz sömürgeler yapmışlar, ama onlar da ‘batılı’ olamamış!
Eğer bana ilkokuldan başlayarak emperyalistlere karşı doğu ülkelerinin ilk kurtuluş savaşlarından birini verdiğimiz, öteki mazlum milletlerin kurtuluşu için de savaştığımız öğretilse, ülkemiz geleceğinin gerçek üretici olan köylünün elinde olduğu, endüstrileşmenin bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı tek kurtuluş dayanağımız olduğu belirtilse, acaba sosyalizm babalarına o kadar heyecanla sarılır mıydım?
Bu karıştırmanın ne demeye geldiğini yıllar sonra,Fransız sömürgeciliğinin Afrika’da yetiştirdiği siyah aydınları dinlerken çok daha iyi anlamayacak mıydım?
Senegalli Diop, taş gözlüklerinin arkasında basbayağı devleşen gözlerinin gök mavisi akını üstümüze döke saça ne diyordu:
-… sömürgeci bu, sömürdüğü ülkeyi uygarlaştırıyorum der, bunu o ülkeye kendi kültürünü ve teknolojisini aşılayarak yapar, öyle ki sen bağımsızlığını elde ettiğin anda, birdenbire ekonomik ve kültürel olarak kıyamete kadar ona bağlanmış olduğunu fark edersin: Üstelik, bu arada ulusal kişiliğini yitirdiğinden, bir uşağın efendisine bağlılığına benzeyen bir bağlılıktır bu!
münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lâkin kendimizi bilmeyiz.
münevverlerimiz milletimi en mes’ut millet yapayım der. başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der, lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. bir millet için saadet olan diğer millet için felâket olabilir. aynı sebep ve şerait birini mes’ut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lâkin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarma mecburiyetindeyiz ”

Mustafa Kemal Atatürk
(Konya gençleriyle konuşma)
20 Mart 1923

Hayır, bize bunları öğretmediler: Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlâna Dante’den küçüktü, Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti, o kadar ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendimizden talip olduk( )
Oysa, bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.
İlkin dinsel ve kültürel kurumlarını iletiyor, orada batı kültürüne uygun bir aydın tabakası yetiştiriyor, sonra bu tabakayı ülkesini sömürmek için maşa gibi kullanıyor.
Ümmet toplumlarında aydının ilericiliği, eğer ulusal
burjuvazi gelişmemişse, üstyapısal kalıyor; ister istemez yabancı kültürlerin çığırtkanlığını yapıyor. İktidarın ondan istediği, ya mutlak itaattır, ya da rütbe, mansıp, para mukabilinde susması.
çağdaş ve gelişmiş deni­len batı toplumu yaşadığımız yüzyılı bir dünya savaşları dönemi yapmakta yetinmemiş, kendi içinde sürekli mut­suzluklar yaratarak kendi bireylerini kendisine yabancı­laştırıp umutsuzluğun götüreceği en son iskeleye, ölüme sürüklemiştir
Sözü bağlayalım, ‘batılı’ ‘hür dünya’, ‘demokrasilerin daya­nışması’ vs. emperyalist sistem içersinde büyüklerin küçükleri sö­mürmesinden, kazıklamasından başka bir şey değildir, bir koca yalandır,
Kıssadan hisse, ‘batılı’ ‘hür dünya’ aslında birbirini ka­zıklamanın hür olduğu dünyadır, gücü gücünün yettiğini kazıklar,
Siz ne derseniz deyiniz, Türkiye’nin demokrasi tarihi, Ame­rika’yla başımızın belaya girmesi tarihidir.
Türkler kendi aralarında birbirini yer, doğru, kimimiz özel sektörle, kimimiz bürokratik bir devletçilikle, kimimiz özgürlükçü bir sosyalizmle kalkınma isteriz ama, hepimiz ülkenin o yüz milyonluk, o bağımsız endüstri ve silah gücüne sahip, o gelişmiş ülke olmasını isteriz. Aradaki tartışmalar yöntem tartışmalarıdır, toplumsal gelişmenin olağan gereğidir.
Anadolu yarımada­sı üzerinde yüz milyonluk bir sanayi ülkesinin varlığı, besbelli bir şey ki, Doğu Akdeniz’deki başka çıkarlar için önemli tehlikeler oluşturur: Hele bu ülke, pazarlarını çevresindeki henüz sanayileşmede geri kalmış, hiç değil­se onun düzeyine ulaşamamış ülkelerle geliştirmek yolu­nu tutarsa, Ortadoğu’yu geleneksel bir pazar durumuna sokmuş, ya da sokmakta olan emperyalizmleri itiyor de­mektir.
Ama, batının asıl bağışlamadığı, bağışlamayacağı, Ortadoğu’da tamamiyle kendi gücüne güvenerek kendi çıkarlarını savunan güçlü bir Türkiye’dir.
Ha, bu onlara geç­miş yüzyıllardan dinledikleri eski bir Türkiye’yi hatırlatmaktadır: Ortadoğu’daki gücünü ve nüfuzunu silebilmek için üç yüzyıla ya­kın uğraştıkları bir Türkiye’yi. İşte buna katlanamazlar, onun için, ellerinden geldiğince An­kara’yı dize getirmeye uğraşacaklardır.
Biz, hele o kendini batılı sanan yabancılaşmış aydın­larımız, bu halkın inandığı her şeye söverek hiçbir şeyi batılılaştı­ramamış , tam tersine ulusu ikiye bölüp aydınlarla halkın arasını açmışızdır.
Türkler için sorunu Batılaşmak mı, Doğulu mu kal­mak? diye koymak yanlış. Her şeyden geçtim, rationaliste ve cartesien batılı kafasıyla yanlış; zira bu kafadaki batılı, bir top­lumun yüzlerce yıllık muktesebatından bir çırpıda soyutlanıp da başka bir uygarlık çemberine geçebileceğine inanmaz, akla uygun değildir çünkü böyle bir şey, nesnel koşullara ve eşyanın tabiatı­na aykırıdır.
N’aparsınız, dünya umut dünyası.
Bu böyledir de, günümüzün şiiri diye, Duvignaud’nun altı­nı çizdiği yozlaşma ortamından, Türkiye’ye şiir aktarmaya ve aşı­lamaya kalkışmak, angutluk değildir de nedir?
Eğri oturup doğru konuşa­lım, hepimiz yeni olmayı, üç aşağı beş yukarı, kendimizi geçmişi­mizden kurtarmak sanmadık mı? Bunun bizi besleyen ve Türk kı­lan ana damarları kesmek demek olduğunu da pek düşünemedik.
Bizde çok şükür, geçmiş sanatımızı çöplüğe atmak için der­nek kuranlar çıkmadı, çıkmadı ama sanat göreneklerimize çöplü­ğe bakar gibi bakanlar hâlâ bulunur.
Batı çizgisini sürdürmek isteyen yeni Türk sanatçısı içinde yaşadığı toplumla çelişiyor. Bu acı çelişmenin olağan sonucu iki yanın birbirine sırt çevirmesi. Halk sanatçıya küs, sanatçı, halka.
Önce Türk olsun, Türk! Şevki Bey’i dinleyip içlenen, Nedim’i okuyup hoşlanan, Ramazan gecelerinin uysal romantis­me ini içi sıra yaşayıp, İslam filozoflarının onca işlenmiş iç ger­çeklerini içinde damıtıp duran, aksi gibi de Batı’nın ve Batılı’nın en sevmediği, Türk!
Önce şu gerçeği işkilsiz ve kuşkusuz ortaya koymak faydalı: Toplumcu ve ilericilerin batılı mantığı ve bilgisiyle yap­tıkları bütün hesaplar adamakıllı fos çıkmıştır.
Bizim ‘ilerici’ aydınların çoğu nasılsa o çukura düş­müşler, utanmadan Atatürk’ü de kendileriyle birlik gösteriyorlar. Atatürk, ulusal bilinç adamıydı, oysa yaptıkları batıcılık ulusal bilinci yok eden bir batıcılıktır, kopyadır, taklittir, bunların!
Diyelim ki, Batı’da Miladi takvimi bıraktılar, biz koruyacak mıyız batılık budur, üstelik yasaya da bağlanmıştır diye? Sorunu Ata­türk devrimlerini korumak batılılık, karşı gelmek doğulu­luk diye koydunuz mu, içlemsel olarak değil de, biçimsel olarak koymuş oluyorsunuz.
Alaycı suratla­rını allak bullak edebilmek için yine de edebiyatımızın ağır topları­na, Yunus’a, Nedim’e, Baki’ye, Şeyh Galib’e başvurmam ge­rekmiştir. Öbür sesi tanıyor, babasına öykünen çocuğu seyreder gibi hafiften gırgıra alıyorlardı, ama bu ses, başka, değişik ve ulu bir sesti: Türktü. Siz buna ister gericilik deyin, onu da başka bir gün konuşuruz.
Öyle ya, Türk ozanının uygarlaşmak için sözgelişi son­net ye başvurup da, ulusal ve geleneksel biçimlerine bir gelişme yo­lu aramayı aşağılaması ne kadar da kompradorların din değiştirme­lerine benziyor. Çinhindi’nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikan­laşmak için nasıl birtakım Kolu’lar çekik gözlerini ameliyatla düzelt­meye uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatının imge düze­nini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık batılı oldum diye övün!
Tökezledik. Hala da tökezliyoruz.
Neden, neden, neden? Atatürk devrimi, Osmanlı toplumun­ da, Osmanlı toplumunun olanaklarıyla, Osmanlı aydınları tara­fından yapılmıştır da, neden bize bu devrimin mayalaşıp oluştuğu toplumsal ve tarihsel ortam gerçek çizgileriyle öğretilmemiştir? Neden bunak ve bilgisiz padişahlar masalıyla avutulduk yıllar yılı?
Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunu­dur. Öğrenmek güzel, öğrendiğini cakalı satmak da gü­zel. Ama bilmek başka, bilgiyi bizim kılabilmek; yöntem­den ulusal bir bileşim çıkarabilmek başka!
Siz ırkçılığın Batı ülkelerinden başka herhangi bir ülkede si­yasal ve toplumsal bir dram haline geldiğini gördünüz mü Allah aşkına. Elbette, hayır.
Sık sık denilen şu: – Yıktık, yaktık, Müslüman tayfasını ya Hıristiyan ettik, olmayanların boynunu vurduk! – Ukala çok, şimdi burda biri çıkar der ki: İyi ama eski hikayeler bunlar, Batı’nın Batılığından öncesi; oysa Rönesansı dü­şün , buhar makinesini ve elektriği, vs. vs!. . Önce bir uyarma: Bu değerlendirme Batı’nın kendi yapısına ve tutumuna göre kurduğu bir değerlendirmedir; yanlış demek değil elbet?! Ama benimsemeden önce, tartışma kapısını daima açık bırakmak gerekmeli. Son­ra, yanıt: Çağdaş Batı’nın davranışını hangi birimle ölçerseniz öl­çün, eski ve ortaçağlarından daha insancı ve ileri bulamayacaksınız.
Tarih bilgini değilim. Toplumbilimci, asla! Yalnızca enayi yerine konmaktan hoşlanmayan bir Türk aydını olarak ilgiliyim bu sorunla.
Biliyorsunuz, gurbette olsun, sılada olsun, çalışmak ayıp de­ğildir demiş eskiler. Belki de ayıp değil ama, böylesi acı: ve bunun günahı, vebali ve utancı, Türkiye Cumhuriyeti toprağında üç milyon işsiz birikmesine sebep olanların boynuna!
Sözü, belki de hiç ummadığınız bir yere getireceğim: Bizim, Türkiye’nin her yanında herkesin Türkçe bilmemesinden ne türlü aşağılık duyguları çektiğimiz, malum! Bunun altında da işlerin Batı’da çok başka türlü döndüğünü sanmamız yatıyor besbelli. Batılı devlet ne demek: Din birliği, dil birliği, cart curt, falan fi­lan Yok efendim yok. Eğer Kürt Kürtçe, Laz Lazca, Fellah Arapça konuşuyorsa, bu bizim hem şerefimiz hem suçumuz, ama onların hiçbir şeyi değil. Şerefimiz, demek ki on yüzyılı bulan bir Türk yaşantısına rağmen onları zorlamamışız, baskı altına almamı­şız dillerini unutturmak için; suçumuz, demek ki Türkçeyi onlara iletmesini öğretmesini bilememişiz, bütün milliyetçilik palavrala­rımıza rağmen! Amaç elbette herkesi Türkçe konuşturup yazdı­rıp okutmak olmalı, ama bölge dillerini unutturmak pahasına de­ğil. Zira bu diller de bu toprağın zenginliği: Şarkıları, şiirleri, ağıt­ları ve küfürleriyle.
Uygarlığımızı değiştirmek ne laf? Toplumsal ve nesnel bir gerçek istekle değişir miymiş? Türk’üz, Türk kalacağız.
Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu Doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gö­zü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk film­lerine gitmemekle basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin o Al­lah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce ko­nuşulur.
Olayı ağır endüstri düzeyine yükseltti­niz mi, Türkiye’nin gerçek batılılaşmasının formülü kendiliğinden ortaya çıkar: Türk köylüsünü adam gibi yaşatmanın yolu, ona jan­darma zoruyla okuma yazma öğretmeye kalkışmak değil, onu adam gibi yaşatacak endüstri koşullarını yaratmaktır.
Her şey ama her şey doğu­ da kötü, batıda iyi!Onlar nasıl yapıyorsa biz de öyle yapmalıyız ki, adam olalım! Oysa elin Japonu çıkmış, hiçbir şeyini değiştirmeden, sadece ekonomik ve teknolojik gelişme sürecini kendi yapısında ya­ atarak batı düzeyini yakalamış, dibini kurcalayan yok!
Oysa, bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batının ulaştığı yer özenile­cek bir yer değildi.
Hayır, bize bunları öğretmediler: Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leo­nardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü, Itri ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk,
Cumhuriyet kuşaklarının dramı Atatürk sonrasında başlar. Çağdaşlaşmayı batılılaşma yapan sonrakilerdir.
Benim altını çizdiğim şu: -. . . neden endüstrileşmenin adını bir türlü koyamamışız, Batılı bir ülke için ilerlemek, gerçekte en­düstrileşmek demek, batılılaşmak diye ayrıca bir sorunu yok! Bi­zim ikisini birleştirişimiz, daha doğrusu, endüstrileşmenin anlamını iki yüzyıl kavrayamayıp da işin sadece uygarlık yönüne bakışımız neden?
Mustafa Kemal Paşa Batı’ya karşı arkasını Asya’ya veriyor, cenahlarını Rusya ve güneyle sağlamlaştırıyor. Bugünküler tam tersine Dogu’ya cephe alıp arkalarını Batı’ya veriyorlar. Bunu da Atatürkçülük diye memlekete yutturmaya çalışıyorlar.
Gazi, batılı değildi.
Benim şiirimde halk şiiri de vardır, divan şiiri de vardır, tekke şiiri de vardır, hepsi vardır, hepsini sevdim. Bu sentezde söylediğim zaman, halk hemen sesi tanıyor, derhal o dakika. Bu adam bizden. O sesi tanıdığı andan itibaren seni okuyacağı kesindir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir