İçeriğe geç

Hanedan Sarayın Sırları Kitap Alıntıları – Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu kitaplarından Hanedan Sarayın Sırları kitap alıntıları sizlerle…

Hanedan Sarayın Sırları Kitap Alıntıları

&“&”

Ey oğul insanı yaşat ki devlet yaşasın"

Şey Edebali

Osmanlı da ;
her şey insan için "
anlayışı hakimdir.
Aşk insana neler de ilham ediyor…
Zira adaletin gecikmesi en büyük adaletsizliktir"

( Osmanlı bu hükme gönülden bağlıdır)

Edirne Sarayı’nın en önemli bölümü Adalet Kulesidir"
Bu devletin adalet üzerine kurumsallaştığını simgeler.
Kim bilir belkide eski aşklar kalmadığı için eskisi gibi &‘anıt eserler’ inşa edilemiyor!

-Sanata ,imkansıza ,doğaya aşk kalmadı-

Adalet mülkün temelidir"
HZ.ÖMER
Süleymaniye &‘şiir gibi’ bir camiidir,
Bu muhteşem şiirin yazarı da &‘Mimar Koca Sinan’ dır.
Günümüz mimarisinin en büyük eksiği bu olsa gerek;
Mimarlar ve neredeyse tüm insanlar,
adına &‘aşk’
dediğimiz ebediyet sırrından eksik yaşıyor.
(İnsan) Sinan &‘ın eserleri karşısında önce şaşırıyor,
sonra büyülenmiş gibi oluyor ve nihayet hayranlıkla seyre dalıyor.
Biliniz ki, umutsuzluk insana yaraşan bir şey değildir…
Eğer dünyanızı aşan büyük hedefleriniz,kalıcı emelleriniz varsa…
Korkmayın: Bir gün rahmet tecelli eder vehedefinize ulaştırılırsınız.
&” Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki ,gayreyler;
Arif anı seyreyler,
Bakalım Mevlam neyler,
Neylerse güzel eyler&”

Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi

&”Neye niyet neye kısmet&”
Eski binalar tarihin abidevi birer şahididir.
yeterince hassas bir ruha sahipseniz,size tüm sırlarını açarlar…
Abdülhamid, Ruhşah’ına kul kurban olsun. Bir kusur ile beni unutma. Benim vücudum toprak oluncaya kadar senden vazgeçersem, Allah bana layık olduğumu versin. Efendim:gideyim, belki beni götür diye buyurursun diyorum, ama sen bana götür demiyorsun. İnşallah-u Teala ömrünüz oldukça birbirimizin oluruz. Canım efendim ben ayağına yüzümü sürerek senden rica ediyorum…
Merdum-i dideme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kildi hüzün, eşkimi hûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Seven insan neylesin?
Hiç durmasın söylesin:
Ya korkarsa neylesin?
Hiç korkmasın söylesin.
(…)
Padişahın en önemli görevi ise, ülkeyi adaletle yönetmektir. Osmanlı Devleti’ni 600 sene hayata hâkim kılan gücün kaynağı adalettir.
(…)
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
(…)
Padişahlar halkın refah ve mutluluğundan birinci derecede sorumludurlar. Bu yüzden zaman zaman &”Ayak Divanı&” kurup halka doğrudan hesap vermişlerdir.
(…)
(…)
Osmanlı Tarihi içindeki cellatların en ünlüsü Sultan İbrahim’in celladı olarak ün yapan Cellat Kara Ali’dir. Osmanlı tarihinin en mahir,en acımasız ve soğukkanlı celladı olarak bilinen Kara Ali, Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan olaylar sırasında, önce Sadrazam Ahmet Paşayı, ardından Sultan İbrahim’i boğmuştur.
Sultan İbrahim’i boğmak için hücreye girip eski Padişah’la göz göze geldiğinde dayanamayarak dışarı kaçmış, ancak Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’nın tehditlerinden korkup ağlaya ağlaya Sultan İbrahim’i infaz etmiştir.
Anlaşılan o ki, ihtirasla kirlenen yürekler, cellat yüreğinden daha katı olabiliyor.
(…)
İlk adı: Bavo Sokoloviç…
Milliyeti: Sırp/ Boşnak…
İlk dini: Hıristiyan/ Ortodoks…
Yeni Adı: Mehmet…
Yeni dini: Müslüman/ Sünni…
Sokol" Köyü’nde dünyaya geldiği (1505) için “Sokollu Mehmet Paşa” olarak ün yapmıştır. Osmanlı Tarihine Sokollu Mehmet Paşa olarak geçen Bayo Sokoloviç, 1519 yılında “devşirme“ olarak Edirne Sarayı’na getirildi… “Mehmet" adı verilerek (dikkat ederseniz devşirme sadrazamların çoğunun adı ya “Ahmet”, ya da “Mehmet" dir. Çünkü eski isimlerinin yerine İslam Peygamberi’nin ismi verilmiştir) Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirildi. Ardından İstanbul’a gönderildi. Topkapı Sarayı’nın Enderun Bölümünde eğitildi. 1541’de Kapıcıbaşılığa yükseldi. 1546’da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelerek kaplan i Derya’liga terfi ettirildi. Bu görevde iken Trablusgarp (libya) Scleri’ne katıldı, istanbul Tersanesi’ni geliştirdi ve yeniledi. 1549’da vezirliğe Yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı. Nihavet Sadrazam oldu (1505). Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat devirlerinde toplam 14 yıl. 3 ay, 17 gün bu makamda kaldı… Boyu iki metreyi aşıyordu ve bu yüzden ona "uzun" anlamında "tavil" deniyordu (Osmanlı sadrazamları arasında kısa boy rekoru VII. Asır ortalarında IV. Mehmet’in vezirlerinden ipsir Mustafa Paşa ile II. Abdülhamit’in sadrazamı "Sapur Celebi" lakaplı meşhur Küçük Said Paşa’dır. Bütün görevlerinde başarılı oldu. Devleti tüm kurumlarıyla derleyip toparlayarak etkin hale getirdi. Uygunsuzluklarla, olumsuzluklarla mücadele etti. Önemli zaferler kazandı. En önemli başarılarından biri, İnebahtı’da (07 Ekim 1571) Haçlı Donanması tarafından imha edilen Osmanlı Donanması’nı çok kısa bir süre içinde yeniden inşa edip denizler hâkimi yapmasıdır.
Böyle bir şeye başlangıçta kimse inanmıyordu. Hatta dönemin Kaptan-ı Derya’sı Ali Paşa Sokollu’nun hayal kurduğunu, bu kadar kısa süre içinde büyük bir donanma vücuda getirmenin imkansız olduğunu düşünüyordu.
Bunu kendisine de söyleyince, Sokollu gazaba geldi ve şunları söyledi:
“Bak a Paşa! Kaptan-ı Derya’sı olduğun devlet öyle muazzam bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabilir. Hangi geminin malzemesi yetişmezse, gel onu benden al!" Ve "İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanızı nasıl da mahvettik!" diye böbürlenmeye kalkışan Venedik elçisine:
“Biz, Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahti’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, fakat kesilen sakal daha gür çıkar!” diyerek, dersini verdi…
Osmanlı tarih sürecine ondan daha fazla hizmet etmiş bir Türk sadrazam gösterebilir misiniz? Binaenaleyh hizmet etnik kökene değil imana, niyete ve kafaya bağlıdır. Analiz de buna göre yapılmalıdır.
1700’lü yılların sonuna kadar Londra Ticaret Odası’nda şöyle bir yazı asılıydı: “Türklerle alış veriş et.” Aynı yıllarda Hollanda Ticaret Odası’nda yapılan herhangi bir oylama eşit çıkarsa, Osmanlılarla ticaret yapan tüccarın oyu iki sayılır ve onun oy verdiği taraf kazanırdı: Yani bizimle salt ticari münasebeti bulunanların bile Avrupa’da böyle bir ağırlıkları olurdu.
Osmanlı eğitimcilerinin inandığı önemli bir ilke vardı: Ahlâkı bozuk insandan âlim olmaz, olsa bile kimseye faydası dokunmaz.
İnsan yalnızlığını yenmek için başarıya kilitlenir. Hazin ki başarılı olduğu ölçüde de yalnızlaşır.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Osmanlı Devleti’nde Harem-i Hümâyun teşkilatında çalışan erkeklerin tümü hadımdı.
Esir tüccarlarının Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’dan hadım ederek Akdeniz limanlarında sattıkları zencilerin satın alınmasıyla (bu işle İstanbul gümrük emini ilgilenirdi) Ağalar Ocağı’nın temel kaynağı sağlanıyordu. Buradaki hadımlar, Türkçe öğretildikten, belli bir eğitimin ardından ve haremde bir çeşit staj gördükten sonra harem ağası unvanını alırlardı.
Belli başlı görevleri ise; haremin kapılarını kilitlemek, harem kapısında nöbet beklemek ve giren çıkanı kontrol etmek, harem arabalarına refakat etmek, doktorlarla beraber hareme girip çıkmak, hariçten hiç kimseyi haremden içeri bırakmamaktır.
Marsigli Osmanlı Devleti’nin insanlara verdiği değerden hayret ve gıpta ile söz etmekte, buna bir de isim vermektedir: Demokrasi…
Kendisi diplomat olan Marsigli, 1732’de La Haye’de yayınladığı hatıratının birinci cildinin 28-29. sayfalarında osmanlı idaresini şöyle anlatıyor…
“Tarihçilerimizin hepsi Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarını dünyaya ilân ediyorlar. Halbuki Osmanlı Devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, padişahın maiyetinde bulunan ve adına ‘Kapıkulu’ denen askeri teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar. Marsigli, padişahların “diktatör” olmadıklarına dair pek-çok örnek verdikten sonra, yukarıda adı geçen kitabının 31. sayfasına şu hüküm cümlesini yerleştiriyor:
“Buraya kadar verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil , adı konmamış bir demokrasidir.
… Zira adaletin gecikmesi en büyük adaletsizliktir."…
Eğer dünyanızı aşan büyük hedefleriniz, kalıcı emelleriniz varsa…
Eğer sizi hedeflerinize ulaştırıp emellerinizi gerçekleştirecek sabra, sebata, ihlasla, gayrete sahipseniz…
Ve eğer bu uğurda bazı çilelere, dertlere, yorgunluklara,güçlüklere, sıkıntılara katlanmayı göze alabiliyorsanız…
Korkmayın : Bir gün rahmet tecelli eder ve hedeflerinize ulaştırılırsınız. "
İş vaktin gelmesini sabırla beklerken, takat nispetinde çalışmaktır."
Bu kadar sık cami inşa eden bir ülkenin, hala eski anıtsal camileri taklit etmesi, teklonoji ile eğitimin sunduğu bunca imkana rağmen özgün bir cami mimarisi oluşturamaması, bana çok acınası bir durum olarak görünüyor."
Bir an önce seçilip değerlendirilmeye can atıyorduk. Çünkü ancak bu sayede &‘yığın’ olmaktan kurtulup kimliğimize kavuşabilecek, yine bu sayede faydalı bir işin içinde yerimizi alabilecek &‘değer’ lenecektik…
Sonsuzluğu yaşamanın ilk adımını da bu sayede atmış olacaktık…
Ah sonsuzluk! Herkesin hayalini süsleyen derin anlam…"
Artık bütün mesele onca taşın arasından seçilip uygun bir yere konulmaktı. "
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Seven insan neylesin?
Hiç durmasın söylesin;
Ya kokarsa neylesin?
Hiç korkmasın söylesin."
Peki, şimdi de ben sana bir sual soracağım:Herkes benden titrerken, nasıl oluyor da sen beni titretmeyi başarabiliyorsun?

Çünkü sen padişahlığınla güçlüsün,padişahlığa dayanıyorsun;ben ise Allah’a dayanmışım, gücümü Allah’tan alıyorum;bir gün padişahlığın biterse gücünde biter, Allah’ın gücü ise hiç bitmez.

Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Tesadüfen zirveye çıkılmaz…
Çıkılsa bile durulmaz…
Ziraadalatin gecikmesi en büyük adaletsizliktir. "
Eğer dünyanızıaşan büyük hedefleriniz,kalıcı emellerinize varsa…
Eğer sizi hedefinize ulaştırıp emellerinize gerçekleştirecek sabra, sebata,ihlâsa gayrete sahipseniz…
Ve eğer bu uğurda bazı çilelere, dertlere,yorgunluklara, güçlüklere, sıkıntılara katlanmayı göze alabiliyorsanız…
Korkmayın: Bir gün rahmet tecelli eder ve hedeflerinize ulaştırılırsınız. "
&”Bizim mahalle&” kavramı çoktan unutuldu. Gençlerimiz uzun zamandan beri &‘site’ diyor, &‘ rezidans’ diyor, &‘banliyö’ diyor, &‘varoş’ diyor, &‘uydu kent’ diyor, tümüyle &‘bizden’ kavramlara alabildiğine &‘yabancı’ duruyor.
Ahlâkî bozuk olandan âlim olmaz, olsa bile kimseye faydası dokunmaz.
Biliyorsunuz, günümüzde haklı olan değil de güçlü olan davayı kazanıyor, maalesef.
…Çünkü Osmanlı’nın hayat nizamı "insan merkezli" idi. Kur’an’î bir bakışla hayata bakar, Kur’an’î baktığı içinde her insanda (inancı, kıyafeti, düşüncesi, milliyeti ve toplumsal konumu ne olursa olsun) &‘Eşref-i Mahlukat’ -yaratılmışların en yücesini- görürdü. İşte bu yüzden hem insandan insana, hem de devletten insana değer verir, insanın huzurla yaşamasını hedef alırdı.
Osmanlı Devleti bu yüzden &‘önder’di, bu yüzden &‘örnek’ti, bu yüzden &‘büyük’ ve &‘başarılı’ydı."
Çoktandır hayatı paylaşmıyoruz. Aynı ailenin fertleri tek tek kendi hayatlarını yaşıyor. Aile kültürü git gide zayıflıyor. Bundan da en çok çocuklar etkileniyor.
Biz ormana bakarken, ağacı ıskalıyoruz: Oysa orman ağaçlardan oluşuyor…
Ondokuzuncu asrın sonlarına kadar, Avrupa, ruh hastalarını, içine şeytan girmiş" zannedip, arındırmak için diri diri yakarken, Osmanlı ceddimiz tekkelerde, zaviyelerde, ayrıca "Bimarhane" denilen ruh ve sinir hastanelerinde su ve mûsikinin de yardımıyla, ruh hastalıklarını tedavi ediyordu.
Osmanlı padişahları Avrupa kralları gibi taç giymezler, bunun yerine kılıç kuşanırlardı. Kılıç, Allah yolunda savaşmanın, O’nun emirlerini dünyaya yaymanın simgesiydi. Taç ise bir ayrıcalık, bir gösteriş ve şaşaa merakının ürünüydü. Bu simgeler Müslüman ve Hristiyan’ın dünya görüşünden kaynaklanıyordu. Müslüman sadelikte varlık ararken, diğerleri gösterişte varlık arıyordu.
Bu sabahın ayazına
Kalkın Hakkın niyâzına
Abdest alın ey komşular
Gelin bayram namazına…"
Üstelik âlimler tebrike geldiklerinde, padişah ayağa kalkar, tebrikleri ayakta kabul ederdi.
Böylece devletin ilme ve âlime verdiği değer vurgulanırdı.
Eğer eğlence" hayattan alınan zevki arttırmak anlamına geliyorsa, yürekten inanan insan için, en büyük "eğlence" ibadettir; çünkü ibadet anı, en zevkli andır. Bu yüzden toplu ibadetler (cuma, teravih, bayram namazı, tespih namazı, oruç vs.) şölene benzerdi; bu anlamda hayatın hemen her anı bayrama dönüşürdü.
Topkapı Sarayı cinetinden, Mızıka-i Hümayun"un vukufla ve hakkını vererek çaldığı Ramazanlık ilahileri dinlerken, şimdilerde revaçta olup pop müziğe ilahi döşenerek yapılan ve adına "yeşil pop" denilen kakofoniyi hatırlayarak kahırlandım.
İnsan yalnızlığını yenmek için başarıya kitlenir. Hazin ki başarılı olduğu ölçüde de yalnızlaşır.
Dünyayı Bir padişaha çok, iki padişaha az" buluyordu.
Fransız yazar Castellan:
&”Teb’asının hayatına, namus ve haysiyetine, malıyla mülküne hakim sayılan padişahın iradesi Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının kararlarından veyahut Şeyhülislam’ın fetvalarından üstün değildir.&”
Allah’ın kul hakkını bağışlamayacağı inancı, yöneticileri hamiyetli, yönetilenleri emniyetli yapmıştır.
Osmanlı sarayları gösteri ve gösterişten uzak yapılardır. Sadece dış görünüm değil, iç süslemeler de abartısızdır.
Sade hayat görüşünün mimariye yansıması sonucu oluşturulan sade ve duru güzellik, iç süslemeyi ve eşyaların inceliğini ezmez; her şey birbirleriyle yalın bir uyum içindedir. Etkileyici olan süslemeler değil, bu yalın ve sade uyumdur.
Kapının girişine yaklaştıkça 2.Abdülhamit tarafından meydanın bu kenarındaki duvara taşınan 16. yüzyıla ait Cellat Çeşmesi" görülür. Cellatlar infazı yaptıktan sonra kılıçlarına-baltalarına bulaşan kanı bu çeşmede yıkar temizlenirlerdi.
Hadi diyelim ki , haçlıların torunları, yazdıkları tarihlerle romanlarda ve çizdikleri tablolarda dedelerimizi kötüleyerek dedelerinin vaktiyle yediği meşhur’ OSMANLI TOKADI &‘ nın acısını çıkarıyorlar ,peki ya bizimkilere ne oluyor ? Neden onların can alıp can vererek yirmi milyon kilometrekare yüzölçümlü dünyanın en büyük imparatorluğundan arta kalan topraklarda yaşadıkları halde , intikam sevdasına düşmüş Osmanlı düşmanı yabancılarla aynı paralelde kalem oynatıyorlar ?
İşin özü ve özeti Brayer’in İslam Terbiyesi" vurgusu yaptığı yerdir:Uzaklaştığımız nokta da işte o temeldir. Bu sistemi tabiatıyla önce anne baba hazmetmeli ,anlatarak değil, yaşayıp paylaşarak çocuklarına aktarmalıdır.
Osmanlı eğitimcilerinin inandığı önemli bir ilke vardı:
Ahlâkı bozuk insandan âlim olmaz, olsa bile kimseye faydası dokunmaz.!
Tesadüfen zirveye çıkılmaz..
Çıkılsa bile zirvede durulmaz..
Osmanlı’yı 500 sene zirvede tutan, büyük başarılara taşıyan sebeplerin temelinde eğitim sistemi yatıyor.
İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın..
Sîrler pençe-i kahrimdan olurken lerzãn
Beni bir gözleri ãhûya zebûn etti felek. "
Bir bakıma elinin hamuruyla erkek işine karışıyordu "du. Bu yüzden &‘erkek’ tarihçilerin hışmına uğradı! Bütün kadınlardan bütün erkekler adına Hürrem Sultan üzerinden şahsından &‘ intikam &‘ aldılar."
Benim Sultanım!
Şehir hakkında soracak olursanız; şimdilik henüz hastalık ( veba salgınını kastediyor) devam etmektedir. Ancak önceki gibi değildir. İnşallah Sultanım gelince, Allah’ın inayetiyle bu da geçer gider. Bilenler, hãzãn yaprağı dökülünce geçer derler. "
Yemeklerden evvel ve yemekten sonra ellerini yıkamak Türkler arasında o kadar umumi bir adet hükmünü almıştır ki, insanların el yıkamalarına vesile olmak üzere Allah’ın gıdaları yaratmış olduğundan adeta bir darb-ı mesel şeklinde bahsederler. "
Çünkü sen padişahlığınla güçlüsün, padişahlığa dayanıyorsun ; ben ise Allah’a dayanmışım, gücümü Allah’tan alıyorum ; bir gün padişahlığın biterse gücün de biter, Allah’ın gücü ise hiç bitmez. "
Tekke ve zaviyeler kapatıldıktan sonra, oluşan yaygın eğitim boşluğu halkevleri ile Millet Mektepleri’ni onun yerine ikame etmeye çalıştılar, ancak işin ruhu hep eksik kaldı: Ruhu eksik kaldığı için de halktan ilgi görmedi. "
Kendi yaptırdığı camiin dışında hiçbir padişah adı hiçbir binaya, şehre, esere verilmemiştir. Bu gelenek cumhuriyetten sonra oluşmuştur. "
Du Loir:
Türkler herhangi bir intikãm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu hususa ait bir hükmü mûcibince cum’a namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini adeta ilan etmek durumundadırlar.
Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umûmî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musafaha ederler ve küçük olan büyüğünün elini öptükten sonra alnına koyup &‘ Bayramın mübãrek olsun!’ der."
Osmanlı asırlarında "Ramazan"la bügünkü anlamda" eğlence"yi birlikte telaffuz etmek dahi akla ziyan sayılırdı. Neden dersiniz, ecdadımız, Ramazan’ı bir" eğlence" aracı olarak görmez, günahlardan arınmanın vesilesi sayardı. "
Halkın büyük çoğunluğu Müslüman olduğu için hayatın sınırlarını İslam dini belirlerdi…"
Fransız müellif Dr.Brayer, 1830′ larda geldiği İstanbul &‘da tanıdığı Osmanlı toplumunun bireylerini şöyle tasvir ediyor:
" Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir…"
" Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar…"
" Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirã gibi kötülükler ve edebe aykırı lãubãlilikler yoktur. "
Farkında mısınız bilmiyorum, ama iyiden iyiye kabalaştık… "

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir