İçeriğe geç

Hadis Okumaları 1 – İlim Şehri Kitap Alıntıları – Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu kitaplarından Hadis Okumaları 1 – İlim Şehri kitap alıntıları sizlerle…

Hadis Okumaları 1 – İlim Şehri Kitap Alıntıları

Dünya, dünyayı isteyene değil, dünyayı Rabbi adına terkedene musahhar kılınmıştır.
Derdimizin devası ümitsizlik değil.Devamız istiğfar,tefekkür,zikrullah ve de tâate niyet
“Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime yapışırsa yüz şehit sevabı alır.”
Öyle bir asırda yaşıyoruz ki, ölerek değil, yaşarken şehit olmamız gerekiyor. Böylesi bir asırda zor olan da bu ki, başaranlara ‘yüz kere şehit olmak’ derecesi veriliyor.
Ne mutlu o yolda yaşayabilenlere 
Yıllar önce, şu asrın enaniyet denizinde, nefsin ve şeytanın binbir hilesine, oyununa, tuzağına düşmeden yaşamanın olabildiğince zor, olabildiğince ağır gözüktüğü bir vakitte şöyle demiştim kendi kendime: “Ölmeye karar verenlerin işinin kolay olduğunu sanmıyorum. Fakat yaşamaya karar vermek, çok daha zor.”
Hele şu asırda, daha da zor. Çünkü şu zaman, ahir zaman.
“Baba,cennetin orta kapısıdır.” (Tirmizi,Birr 3)

‘Annelerin ayakları altında’ olan cennete tam da ‘orta kapısı’ndan girebilmeye ne dersiniz?

Ahir zamanda tek bir çocuğun insani ve imani terbiyesi için anne babanın harcadığı zaman, İslam’ın ilk asırlarında üç,beş,on,onbeş çocuğun terbiyesi için pekâlâ kâfi gelmektedir.
Çocuk sokağa çıktığında, oyun arkadaşı sahabi çocukları, yolda beride gördüğü büyükler ise hepsi de Hz. Peygamber’in ifadesiyle “yıldız misali” insanlar, yani sahabilerdir.Yalan, fısk,kumar, hırsızlık, iftira, sövüp sayma, müstehcenlik… Bu çirkin hal ve fiillerin ise esamesi okunmamaktadır.Umumi ortam kirlenmiş olmadığı, bilakis nurani olduğu için sokak dahi çocuğun ümmeti Muhammed’e dahil olmasına vesilelik edebilmektedir.
İman öyle bir iksir ki,gecelerden gündüz,karanlıklardan nur,ölü hallerden dipdiri hakikatler,musibetlerden ise yakîn çıkartıyor
Allah’ım!Hayrı ancak sen verebilirsin,kötülüğü de ancak sen defedebilirsin.Muhtaç olduğumuz havl ve kuvvet de ancak sendendir.
“Kendiniz efendiler imişçesine insanların günahlarına bakmayın.Bilakis, kullar olarak, kendi günahlarınıza bakın. Çünkü insanlar belaya maruzdur.Bela sahiplerine merhamet edin.Mazhar olduğunuz afiyete de hamd edin.”
(Muvatta,Kelam 8)
İnsan,muhatap olduğu bir yığın şey arasından, kendi durumuna uygun olanı seçer alır.
Sünnetiyle fıtratın kemaline giden yolu gösterdiği gibi, fıtrata inat kemal bulmanın imkansızlığına da ümmetinin dikkatini çekmişti
İman öyle bir iksir ki, gecelerden gündüz, karanlıklardan nur, ölü hallerden dipdiri hakikatler, musibetlerden ise yakîn çıkartıyor
Kendiniz efendiler imişcesine insanların günahlarına bakmayın. Bilakis, kullar olarak, kendi günahlarınıza bakın. Çünkü insanlar belaya maruzdur. Bela sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz afiyete de hamd edin.

Hadisi Şerif

Resulü Ekrem aleyhisselam Ölmeden önce ölünüz derken bize şu dersi veriyor: Öldüğünde herkesin göreceği hakâik-ı diniyeyi siz ölmeden önce görünüz; şu hayatınızı Rabbinizi tanıyıp sevmek, iman hakikatlerini derketmek ve o şuurla ubudiyet etmek üzere yaşayınız ki, o gün felaha eresiniz!
‘Havl’ kelimesi yöneltme ve yönlendirme anlamına geli; ve yalnız kuvvetin değil havlin de ancak Allah’a Has kılınması çok hikmetli bir tevhid dersidir. Havlsiz kuvvet bir hiçtir; kuvvet, havl ile beraber anlamlı ve değerlidir.
Bu fani dünyada aslolan, ne güzelliğine, ne de yeterince güzel olmayışına kilitlenip kalmaktır. Bu imtihan dünyasında aslolan özünü güzelleştirip, bizi ve kainatı yaratan Rabb-ı Rahimin hoşnutluğunu kazanmamızı sağlayacak ‘güzeleylem’lerde bulunmaktır.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Dünya diye bir yer ve dünya hayatı diye bir hayat vardır; ama bu dünya ‘esmâi hüsna’nın zirvelerinin sergi yeri ve ahiretin tarlasıdır’; dünya hayatı da bu şuurla yaşanmalıdır. Sebepler yalnızca bir perdedir; her şey O’ndandır. Şu alem, ‘şiddet-i zuhurundan gizlenen’ Zât-ı Kibriya’nın varlığına şahit olmak üzere vardır.
Hikmet ve şefkat kahramanı olan İslam uleması, ‘iman-amel’ ayrımı yapmışlar. Amel imanın cüz’ü değildir. Ama istiğfar imanın cüz’üdür demişler. Yani müminin de günah işleyebileceğini ama bundan dolayı Rabbine özür dilemeye açık olduğunu; günahı günah diye bilerek, asla yaptığını savunma cihetine gitmeyeceğini ders vermişler.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Şu asırda sünneti ‘çöl geleneği’ diye hafife alan, buna karşılık kendilerinin ‘Kur’an’daki İslam’a tabii olduklarını söyleyen insanlar çıkmadı mı? Şu asır haramiyeti Kur’an’da açıkça ifade edilen faiz gibi nice fiile cevaz aranan, tesettür gibi nice emrin ise ilgasına çalışılan bir asır değil mi?
‘Ahkamı ubudiyette yeni icadlar’ demek; sünnete yakışmayan, Resulullah’ın sergilediği ubudiyete ters düşen şeyler demek. Kendi nefsimizi bir sıraya alıp kendi aklımıza güvenmeye başlayınca ‘sünnete tabi olmak’ yerine ‘sünneti kendimize tabii’ kılıyoruz.Hz. Peygamberin aleyhisselam bizi ubudiyet miracına götüren her fiilini ve her sözünü kendi keyfimizce, kendi dar aklımızca, kendi dünyevî tutkularımızla yorumlayıp tağyire başlıyoruz.
Kendisi hayırlı olan ve hayırlı niyetle yapılan bir şey kullanıcının niyetindeki ve kullanış biçimindeki yanlışlık yüzünden şerre dönüşebildiği gibi, şer niyetle yapılan bir şey hayra yönelik birinin elinde hayra da yarayabilir. Yani, kullanıcının bakışı ve niyeti hayır niyetle yapılan hayırlı bir şeyden şer üretebilir, yahut şer niyetiyle yapılan şerli bir şeyden hayır hasıl edebilir.
Bir Hadis-i Kudsîde, Rabb-ı Rahim, Ben kulumun zannı üzereyim buyurur.
Bu kudsî hadisin en yalın mesajı: Kulum beni nasıl bilirse, ona öyle muamele ederim.
Rabb-ı Rahim, her şeyi kuşatan rahmetiyle O’nu tanıyana her bir hadisede rahmetinin izni ve eserini gösterir. Rahmetini görmezden gelen yahut itham eden kullarına ise celâl tecellileriyle mukabele eder. Zira, O, kulunun zannı üzeredir. Kulu O’nu nasıl bilirse, ona öyle muamele eder.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselam:
Cennet annelerin ayakları altındadır.
Baba, cennetin orta kapısıdır.
‘Annelerin ayakları altında’ olan cennete tam da ‘orta kapısı’ndan girebilmeye ne dersiniz ?
Resûlullah aleyhissalâtu vesselam:
Kendinize zorluk çıkarmayın, zorluğa uğrarsınız. Zira bir kavim kendisini zora attı, Allah da zorluklarını arttırdı. Manastır ve kilisedekiler bunların bakiyesidir.
Alınan onca şeye rağmen alınacak dah bir sürü şeyin kalmasıyla gelen doyumsuzluk, şükürsüzlük ve mutsuzluktur. İnsanin gerçekten ihtiyacı olan şeyler belli ve sayıca sınırlı iken, binlerce metaın gerçekte ihtiyaç olmadığı halde insan arzu edip canı çektiği için ihtiyaca dönüşmesidir.
Daha fazla tüketebilme imkanını nasıl edilebileceğini düşünmekle meşgul sürülerin, bu dünyada kendinden başkasını düşünmez ve dahi bu dünyadan ötesini düşünemez hale gelişidir.
Kudsî nebî:
Kendiniz efendiler imişçesine insanların günahlarına bakmayın. Bilâkis, kullar olarak, kendi günahlarınıza bakın
Çünkü insanlar belaya maruzdur. Bela sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz afiyete de hamd edin.
Ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır; günahı alenî işleyenler hariç.Kişinin geceleyin işlediği kötü bir ameli Allah örtmüştür. Ama, sabah olunca o: ‘Ey falan, bu gece ben şu işleri yaptım!’ der. Böylece o, geceleyin Allah kendini örtmüş halde, sabahleyin, üzerindeki Allah’ın örtüsünü açar. İşte bu, günahı alenî işlemenin çeşididir.
( Resûlullah aleyhissalâtu vesselam)
Asr-ı Saadette ‘zorluk’ ölçüsü iki cüz iken, şimdi yarım sayfaya düşmüş; Asr-ı Saadette ‘kolaylık’ ölçüsü yarın sayfa iken şimdi iki satırlık bir sûreye, hatta tek bir ayete inmiştir. Heyhat! Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın ‘kolaylık’ diye gösterdiği şey bile bugün bize zor gelmektedir.
Bu bakımdan, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Kolaylaştırın, zorlaştırmayın dediğini elbette akılda tutmamız, ama onun Yozlaştırın demediğini de akıldan çıkarmamamız gerekiyor.
İki tarafa eşit mesafede durmanın adaleti temin ettiği şeklindeki bir mantık, yanlış bir denge mantığıdır. Bu yanlış mantık, haksız bir biçimde, haklı ile haksızı eşitlemekte; böylece, haksızlığı yapanın yanına kâr kalmasına sebebiyet vermektedir.
Yani, haksızlık karşısında susanlar, gerçekte haksızı korumuş olmaktadırlar. Diğer bir deyişle, haksızlık karşısında tarafsız kalanlar, gerçekte haksızın lehine bir tavır almaktadırlar.
Öfkeyi defetmenin en kuvvetli çaresi, hakiki tevhidi hatıra getirmektir. Bu, Allah’tan başka failin olmadığını, O’nun dışındaki her failin O’nun bir aleti olduğunu bilmektir. Kime bir başkasından hoşuma gitmeyen bir şey gelecek olursa, hemen hatırlasa ki eğer Allah dileseydi bu olmazdı, öfkesi dağılır. Çünkü, böyle düşündüğü halde öfkesinin devamı, O’nun Allah’a öfkelendiğini ifade eder. Bu ise, ubudiyete aykırıdır.
(Tûfî)
İmbikten geçirilmemiş sözler ile muhatabı tamir mi tahrip mi edeceği tartılmadan yapılan tenkitler, aradaki uhuvveti ve muhabbeti söndürmekte; buna karşılık, aradaki sevginin ifade edilmesi çok gerilimi çözmekte, çok yanlış anlaşılmanın önüne geçmekte, çok ihtilaftan bizi alıp çekmektedir.
Kalben doğru olanı tasdik etmek ve onunla amel etmeyi istemekle birlikte, nefsimize uyup işlediğimiz günahlar yüzünden mü’min kardeşlerimiz bize kalplerini kapatsalar, razı olur muyuz ?
Olmazdık.
Bir kere, Kur’ân’ın ve sünnetin ölçülerine vurulduğunda yanlışlığı ortaya konamayacak olan, yani sadece bize göre yanlış olan şeyler yüzünden bir mü’mine karşı kalbini kapatmak, başlıbaşına bir kusur idi.
Kalbinde iman olan bir mü’minin anlayış ve yaşayış olarak sergilediği, Kur’ân ve sünnet mi’yarına uymayan tablolar karşısında yine mü’mini kalbimizden silip atmada ise, vicdanın gene tedirgin olmasına mukabil, aklî savunmalar geliştirebiliyorduk.
Ebu Zerr-i Gıfârî : Ya Rasulullah! Kişi bir kavmi sever, fakat onların amelini işleyemezse ?
Cevabı nebevi , kısa ama özlü . Ve şefkat dolu:
Ey Ebu Zerr! Sen sevdiğinle berabersin.
‘Sünneti seniyye hakkıyla yapamıyor olsan da, yapmayı kalben istiyorsan, yapanı da seviyorsan, inşaallah onlarla berabersin’ müjdesini veriyor.
Enes b.Malik r.a söylediğine göre, Müslümanlar, bu hadise sevindikleri kadar, başka hiçbir şeye sevinmediler.
Mü’min ne kesin cehennemlik görür kendisini, ne de kesin cennetlik. Terazinin bir kefesinde cehennem korkusu vardır , öteki kefede ise cennet ümidi . Mü’min , hayatı boyu bu denge üzere yaşar ; ve terakkisi de bu denge çizgisinde gerçekleşir.
Ümmetimin fesadı zamanında kim sünnetime yapışırsa yüz şehit sevabı alır
Velhasıl, öyle bir asırda yaşıyoruz ki, ölerek değil , yaşarken şehit olmamız gerekiyor.
Ne mutlu o yolda yaşayabilenlere
Allah, Kendisini rahmetiyle tanıyana rahmetiyle, rahmetiyle tanımayana ise celâliyle muhatap olmaktadır . Kul Rabbini nasıl tanıyorsa , ona öyle muamele olunmaktadır .
Ben kulumun zannı üzereyim .
Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım diyen Zat-ı Zülcelal’e hitaben Resûl-i Ekrem’in (a.s.m) mukabelesi,
Ben de bu âlemleri Senin için terkettim.
Haksızlık karşısında susanlar , gerçekte haksızı korumuş olurlar.
Hadis-i kudside, “Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz” buyuruyor Rabb-ı Rahîm. Ardından, sıra ‘nafile’ ye geliyor. Öyle ki, nafile, kulun Allah’ı hakkıyla sevdiğinin ve dolayısıyla Allah’ın sevgisini kazanmasının bir lâzımı olarak tezahür ediyor: “Kulum nafilelerde de Bana yaklaşmaya devam eder; nihayet, Ben onu severim. Onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa onu korurum
Anladığım kadarıyla, bu sözle, bize şu dersi veriyor Resûl-i Ekrem: Öldüğünde herkesin göreceği hakâik-ı diniyeyi siz ölmeden önce görünüz; şu hayatınızı Rabbinizi tanıyıp sevmek, iman hakikatlerini derketmek, ve o şuurla ubudiyet etmek üzere yaşayınız ki, o gün felaha eresiniz
İman öyle bir iksir ki, gecelerden gündüz, karanlıklardan nur, ölü hallerden dipdiri hakikatler, musibetlerden ise yakin çıkartıyor
Dünya,dünyayı isteyene değil, dünyayı Rabbi adına terk edene musahhar kılınmıştı
nefisleri elde edip kulaklara üfleyerek birilerini haksızlığa yönelten dilli şeytanın sebebiyet verdiği haksızlığın devamı, haksızlık karşısında susmayı tercih eden bu iradi dilsizler sayesinde gerçekleşmektedir.Haksızlık karşısında bigane kalmak, haksızlık edenlerde yaptığım yanıma kâr duygusunu uyandırmakta, böylece haksızlığın yayılmasına ve mesafe almasına sebebiyet vermektedir
kılıcına yazdırdığı söz dahi, ancak ve ancak şudur: Zulmedeni affedeceksin, gelmeyene gideceksin, vermeyene vereceksin.
Rabbinin esması üzerinde okunmuyorsa, kişi ahlâkın uzağında demektir. Üzerinde Rabbine ait özellikler okunuyor, ama bunu kendine mal ediyorsa, yine ahlâkın uzağında demektir
Bu kainat, kendi güzelliğini, mutlak ve sınırsız isim ve sıfatlarıyla görmek ve göstermek isteyen Zat-ı Zülcelal tarafından yaratılmıştır; ve onun bu güzelliği görüp takdir etmek üzere yarattığı insan, bu görevi ancak bir “ derecelilikler” dünyasında gerçekleştirebilir.
Öyle bir asırda yaşıyoruz ki, ölerek değil, yaşarken şehit olmamız gerekiyor. Ve böylesi bir asırda zor olan da bu ki, başaranlara ‘yüz kere şehit olmak’ derecesi veriliyor.
“Baba, cennetin orta kapısıdır.”
‘Annelerin ayakları altında’ olan cennete tam da ‘orta kapısı’ndan girebilmeye ne dersiniz?
Dünya, dünyayı isteyene değil, dünyayı Rabbi adına terkedene musahhar kılınmıştır.
İnsan suizan mümkünse hüsnüzan etmeme eğilimindedir. Yanlış çıkacak bir hüsnüzandan dolayı aptallık ve enayilikle suçlanma ihtimali ona çok ağır gelir. Yanlış çıkan suizandan yakasını sıyırması ise hayli kolaydır:
“N’apayım, öyle zannettim!”
“Lâ tağdab!” (Öfkelenme!)
İmbikten geçirilmemiş sözler ile muhatabı tamir mi tahrip mi edeceği tartılmadan yapılan tenkitler, aradaki uhuvveti ve muhabbeti söndürmekte; buna karşılık, aradaki sevginin ifade edilmesi çok gerilimi çözmekte, çok yanlış anlamanın önüne geçmekte, çok ihtilaftan bizi alıp çekmektedir.
“Tahallakû bi ahlâkillah”
(Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın)
O kadar ki, bizler musibet anlarının bereketiyle yaşıyoruz gibime geliyor.
Dünya, dünyayı isteyene değil, dünyayı Rabbi adına terk edene musahhar kılınmıştır.
Keza, yanlışlıkla masum bilmek, yanlışlıkla suçlu görmekten daha hayırlıdır.
Zulmedeni affedeceksin, gelmeyene gideceksin, vermeyene vereceksin.
Mü’mim kardeşini sevmemelerinin altında yatan asli unsur, zahiri gerekçesi ne olursa olsun, ‘enaniyet’ idi; ve ‘enaniyet’ sahih ve halis bir imanı engelleyen ve bozan en birinci şirk zeminiydi.
Kimileri kendini putlaştırdığı için küfür de kalıyordu; kimileri hevasını, zevkini ve keyfini putlaştırdığı için.
Günaha giden yolda deyim yerindeyse, bir ‘çekim alanı’ vardır. Belli bir eşiği geçtikten sonra insan o çekim alanının etkisine girer. Ve kalbi istemediği, vicdanı ise itirazını sürdürdüğü halde o günaha düşer. O halde yapmamak için yaklaşmamak gerekir.
Kudsî nebi, ne de güzel buyuruyor:
Kendiniz efendiler imişçesine insanların günahlarına bakmayın. Bilakis, kullar olarak, kendi günahlarınıza bakın. Çünkü insanlar belaya maruzdur. Bela sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz afiyete de hamd edin. (Muvatta, Kelam 8)
Bir peygamber meclisinde Ashabdan biri uzaktaki bir sahabiyi gösterip ” Ya Resulullah! Ben bu insanı çok seviyorum ” dediğinde, Efendimiz’in mukabelesi, ”Peki, o bunu biliyor mu? ” şeklinde olmuştur. Cevap ”hayır ” olduğunda, Resul-i Ekrem (asm) ”Sevgini ona haber ver ” buyurmuştur. Bunun üzerine söz konusu sahabinin koşup öteki mümine sevgisini bildirdiğinde aldığı karşılık ise, bu müminin sevgiye ne kadar da layık olduğunun habercisidir. ”Ey filan! Seni Seviyorum ” diyen mümin kardeşine bu sahabinin verdiği cevap şudur: ” Beni Kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin! ”
Dünya, dünyayı isteyene değil, dünyayı Rabbi adına terkedene musahhar kılınmıştır.
İşlenen günahın itirafını Cenab-ı Hakka değilde halka yapılması, günahın normalleşmesine yol açar.
Hissiyatına göre hükmetmeye meyyaldir insan.
İşlediğimiz günahların yanlışlığını aklen biliyor, ve o günahı işlediğimiz halde kalben ızdırap çekerek içten içe istiğfar ediyor değil miydik?
O halde, bir başka mü’mini de, gördüğümüz, Kur’ân ve sünnet gibi ‘objektif kriterlere’ ters düşen davranışları yüzünden daire dışına atmaya hakkımız yoktu.
Velhasıl, öyle bir asırda yaşıyoruz ki, ölerek değil, yaşarken şehit olmamız gerekiyor. Ve böylesi bir asırda zor olan da bu ki, başaranlara ‘yüz kere şehit olmak’ derecesi veriliyor. Ne mutlu o yolda yaşayabilenlere..
Baba, cennetin orta kapısıdır.
Biz erkekler feminizme teşekkür borçluyuz. Kadın ‘anne’liği ihmal edince, biz babalar çağlar boyu baba olarak hep içimizde gizlediğimiz şefkati daha rahat biçimde dışa vurur hâle geldik.
Kadınlık durumunu dişiliğe indirgeyip insan, eş ve anne olarak kadını âdeta yok sayan çağdaş uygarlığın eşine az rastlanır bir pişkinlikle İslâm’ı ‘kadını ikinci sınıfa iten din’ diye sürekli itham altında tutması, yaşadığımız çağın en yaman çelişkileri arasındadır.
Sadece ABD’de veya sadece Batıda değil, dünyanın her tarafında olan şey budur. Tüketenler, insaniyeten tükenişe geçmektedir.
‘Kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise, onun her işine Allah ve Resûlü yeter. Ve kimin hicreti bir dünyalığa veya bir kadına ise, Allah onun hangi vadide helâk olduğuna aldırmayacaktır.’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir