İçeriğe geç

Güvercinköy Kitap Alıntıları – Ahmet Turan Tiryaki

Ahmet Turan Tiryaki kitaplarından Güvercinköy kitap alıntıları sizlerle…

Güvercinköy Kitap Alıntıları

Şu dağlardan, şu uçsuz bucaksızmış gibi görünen denizlerden, şu bulutlardan, gökyüzünden, yıldızlardan ve güneşten benim içimde de var.
İnsan başına geleceklere razı olursa korkmaz.
Şu devasa dünyada en çok ne var? diye soracak olsanız, hiç şüphe etmeden Umut derim sanırım.
Bu gurbet sızısı dediğim şey öyle ehl-i keyf ki anlatması zor. Geldiği zaman tam teşekküllü geliyor, yüreğimin orta yerine bağdaş kurup oturuyor, ciğerimden ateş alıp semaver yakıyor, eni konu keyif yapıyordu.
Siz başka topraklara ne götürürseniz, oradan size dönüp gelecek olan da odur. Ölümse ölüm, sevgiyse sevgi
Kendi yüreğimdeki yarayı düşündükçe geleceği daha kolay hayal ettim.
Kemal neredeyse her girdiği yerde aynı uyarıyla karşılaşıyordu: Falanca aileyi gördün mü? Çok perişan durumdalar Sanki falanca aileleri görmek sâdece Kemal’in göreviymiş de geri kalan herkes ona haber vermekle üzerine düşeni yapmış gibi oluyordu.
Yağmurun hiçbir şeyi temizlediği yok aslında biliyor musun? Kapının önünü temizler gibi temizlemez acılarımızı yağmur. Yalnızca bulutlardaki elektrik yüklemesini boşaltır ve göğün göğsü ferahlar. Tıpkı bizim ağladığımız zaman hiçbir probleminizi çözmememize rağmen içimizin rahatlaması gibi. Çünkü bütün o biriken şeyler, evrenin ve insanın tabiatına aykırı şeylerdir ve bu yüzden varlığı rahatsız edip durur bizi. Afrika’da veya Ankara’da, çöpte yemek arayan yaşlı kadınları gördüğümüz zaman içimizi rahatsız eden şey gibidir. Çünkü insan, asla tek başına doymaz. Salondan kalkıp mutfaktaki dolabını açtığında sucuğundan balına kadar her türlü nimeti yanı başında bulan insanın karnı Afrika’daki yaşlı kadın doymadan doymaz. Tabiî, o insanın âleminde güneşi hâlâ ışık saçıyorsa, içinde aşkın sıcaklığı dolaşıyorsa yoksa o evren de ölüp gittiyse zeytinler, peynirler, domatesler sönen yıldızlar gibi tek tek dökülüp midesine yapışır insanın! Şimdi duyduğun bu yağmur sesi de kâinatın gözyaşlarıdır. Bir yerlerde temiz su bulamadığı için karnı sırtına yapışmış, yüzü gözü sinekle dolmuş adamlar için evindeki musluktan akan sudan utanan insanların vicdanının sesidir bu ses.
Fakat hangimiz rahat uyuyoruz ki kâinat rahat uyusun? Bizim içimizde de tıkanan yollar, kulaklarımızı delip geçen korna sesleri, birbirine küfredip duran istekler, hırslar, arzular yok mu? Bazıları bize çarpıp sakat bırakıyor, kimi zaman o gürültüden başka bir şey duyamaz hâle geliyoruz.
Bütün âlemler kendime âit bir yörüngede giden kendi güneşinin etrafında seyran eder. Biz ona insanda gönül, ışığına ve sıcaklığına da aşk diyoruz. Veyl ona ki kiminin güneşi soluyor, yörüngesini kaybeden gezegenler, yıldızlar, uydular, metaorlar birden bire yer çekimine kapılmış gibi yerlere dökülüp, çarpıp kırılıyorlar. Sonra kimileri o kırıkları toplayıp servet ediniyor, kimileri kariyer yapıyor kendine, kimileri itibar
Gönlümü bin yıllardır bağlı olduğu iskeleden çözer, açılırım onun yüreğine doğru. Kaç saat sürerse sürsün; bazen yolculuk, varacağın yerden daha güzeldir.
Her seferinde başka bir âlemdi İstanbul. Her seferinde aynı şehre gidip farklı ülkeler gezmiş gibi oldum. Hatta her seferinde başka çağlar Öyle olunca, insan seyrediyor İstanbul’u. Olsa bu şehirde başka âlemlere, başka çağlara açılan kapılardan hariç, gönlüme açılan kapılar da varmış. İstanbul insanın gönlünü açılınca onu seyretmiyor, içine girip yaşıyorsun. Hatta bazen İstanbul oluyorsun. Yirmi dört saat uyumayan, kocaman bir şehir oluyor yüreğin. Zenginliği baş döndüren, fakirliği kahreden bin yaşında bir yürek
Etrafta kediler vardı ve her an şey yapabilirlerdi. Ne yapabilirlerdi? Şey işte! Şey korkunçtur, bilmezsiniz siz. Arı olsa sokmasından korkarsınız. Korkularınız dayanılmaz değildir, iğne batacağını, battığı yerin acıyacağını kestirebilirsiniz. En kötüsü vahşi bir hayvan olsa, canınızı alması bir kaç dakika sürer, onun da sonunu bilirsiniz. Fakat söz konusu şey olunca başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. Kediler şey yapabilir. Dolayısıyla bazen bir aslandan bile korkunç olabilirler.
Geçmiş de olsa; bir sabah yaşandığı anda güzelse, hâlâ güzel olabilir.
İnsanın neyi var bu dünyada? Şatosu, hayvanları, ambarlar dolusu yiyeceği mi? Bunlar mı soylu yapar bir insanı? Hayır, sevgili Dulcinea. Dünya, arkasından lanetler yandırılan böyle pek çok varlıklı insan gördü. Yeryüzünü bir uçtan bir uca sahiplenen krallardan yeraltına girmeyeni yok. Olsa asâlet Tanrı’dadır. Tanrı aşktır. Her kim aşkın eteklerine tutunup kötülüklerinden sıyrıla sıyrıla arınırsa, o kendini Tanrı’da, sonsuz güzellikle ve asâlette bulur.
Yalnızca sizi sevdim ve sevgisiz canavarlarla savaştım. Hepsi bu!
Ah Dulcinea! Tanrı deli mi? Önünü arkasını düşünmeyen bir müptezel mi Tanrı? Her şeyi onun yarattığına inanıyor bu insanlar. İyiyi ve iyiliği, kötüyü ve kötülüğü de Tanrı yarattı. Dünya var olduğu günden beri ne kötülük iyiliği ortadan kaldırabildi, ne de iyilik kötülüğü. Nedir ki bu düzenin sırrı Dulcinea? Âh sevgili leydim, sorduğum soruya bak, hâlbuki her şey ne kadar da açık değil mi? Bu dünyadaki kötülük ve iyiliğe mukabil, Tanrı cehennem ve cenneti de yarattı. O yalnızca bizim hangi yoldan yürüyeceğimizi izliyor. Şu hâlde Dulcinea, kim deli kim akıllı? Tanrı’nın mutlak hâkim olduğu ve neticede ödülü ve cezayı da onun vereceğine inanan bir insan, düşmanlarının gücüne kuvvetine mi, yoksa neyin doğru neyin yanlış olduğuna mı bakmalı? İnsanı, doğruyu yapmaktan alıkoyan ne ise o şey puttur! Gerçek Tanrı’ya inanan kişi, yalnızca yaptığının doğru olup olmadığına bakmalı. Demiştim ya leydim, iman şövalyeliktir.
Aslında öyle değil Dulcinea, onlar aynadan rahatsız oldular. Dedim ya, öyle saf, öyle hesapsızca bir savaşa atıldım ki, onlar bana baktıkları zaman kendi yapmadıklarını görüyor, beni ortadan kaldırmadıkları sürece de kendi eksikliklerinin tekrar tekrar ortaya çıkacağını biliyorlardı. Öyle sevgisizlerdi ki Dulcinea, anlatamam. Yalnızca kendilerini seven insanlar Her şeye bir mazeretleri var! Dünya onların mutlu olması için dönüyordu ve herhangi bir yerde birilerinin haksızlığa ve zulme uğraması eğer onlara bir zarar vermiyorsa, kayda değer bir olay değildi.
Asâlet ve aşk için ölümü göze alacak bir yürek yoksa en hızlı ata binip, en kuvvetli mızrağı savursan ne olur ki?
Yorgunluk nedir deseler onu bile bilmiyorum Dulcinea. Sonbaharda sararıp düşen yaprakları izledim. Onlara bakarken nedir yorgunluk diye sordum kendi kendime. Yaprağın sarı rengi mi, kuruyup dalından kopan ucu mu, kendini rüzgâra bırakıp kaderine razı olan yaprak mı, nedir yorgun olan? Hayır, onlar neden yorgun olsun ki, asıl yorgun olan her bahar taptaze umutlarla yeniden yeşerip sonbaharda bütün benliğini zamana bırakan ağaç olmalı. Böyle böyle birikiyor yorgunluk ve gün geliyor ağaç da kuruyor. Sonra Ağaç öldü diyorlar!
Hayır, ölmedim, belki yaralıyım biraz. Bütün yaralarımı, uğrunuzda kahramanca savaşmış bir şövalye olarak madalyon gibi taşıyorum. Hak, hukuk, adâlet ve aşk uğruna
O güzel başını göğsüme koysan
Dinlesen kalbimin şarkılarını
Sevgi dolu gözlerle bakışırdık her zaman
Şimdi bakan gözlerin ne söylüyor, neyi var?
Yalnızken bile el ele sanki beraber gibi
Kenetlenen parmaklar tutmaz olmuş, neyi var?
Ne olur akşamları gelsen otursan yanı başıma,
Dinlesen hiç bitmeyen maceramı.
Ağladığımı yalnız sen görsen,
Sen dokunsan gözyaşlarıma dudaklarınla.
Her şey geçer, üzülme desen.
Sonra sevgiyle bakıp yüzüme,
Yorgunsun, hadi yat desen.
Ne olur biraz unutsan kendini,
Biraz sevsen.
Gönlümde açmadan solan bir gülsün,
Her zaman gamlıyım her zaman üzgün,
Beklerim yolunu aylar boyunca,
Yeter ki gel bana senede bir gün.
Ağarsın saçlarım, solsun yanağım,
Adını anmaktan yansın dudağım,
Bu aşka canımı adayacağım,
Yeter ki gel bana senede bir gün.
Aşığın dili lâl olunca, gönlü kırk dil bellermiş.
Yoksa parçacığını bulmayan her renk karanlıkta kayboluyor!
Yarım kalmışlık hissi gerçekten bambaşka bir duygu. Bir öfkeyi bile tam yaşayamamak insanda o öfkeden tortu bırakıyor. Yarım kalan hayâllerden biraz tortu, yarım kalan sevinçlerden, yarım kalan korkulardan Belki de yarım kalmak tabiatta yalnızca insana mahsus bir durumdur, bilemiyorum. Bir okyanusa düşen kum tanesi, zemine kadar inmeden durmaz. Aynı şekilde okyanusun dibinden sanılan, içi hava dolu bir balon suyun üzerine çıkmadan ara yerde asılı kalmaz. Her iki durumun da meydana gelmesi için sanırım formlarını değiştirmeleri gerekiyor. Balon patlarsa meselâ Ölürse mi demeliydim? İnsan, her yarım kaldığında ölüyormuş demek ki! Yarım kalan her duygu bunun için ölüm acısı veriyor olabilir mi ya da yaşanmayan öteki parçanın ölüm sonrası kadar meçhûl olması bundan mıdır?
Buna mukabil, içinde savrulduğum şu sonsuz boşlukta benimle birlikte gelen bazı şeyler var. Hayâl kırıklıklarım, sevinçlerim, coşkularım, özlemlerim, hüzünlerim, acılarım, umutlarım, kaygılarım, tereddütlerim Dünyadayken geceden sabaha unuttuğum bir hüznüme, içten içe yüreğimi kanatan acılarıma, yavru kedi gibi beni oradan oraya sıçratan sevinçlerime bu kadar yakından bakmamıştım. Şimdi fark ediyorum ki, kâinatta nerede olursam olayım benimle olan şeyler; evim, arabam, kıyafetlerim, unvanım, itibarım vs. değilmiş. Bunlar uzayın sonsuz perspektifinde yokluk kadar küçülebiliyormuş. Oysa bir sabah deniz kıyısında sevgilimle yaptığım kahvaltının huzuru şimdi uzayın en ücra boşluğunu bile kaplıyor. Dudağının kenarından öptüğümde yüreğime dolan coşku, tıpkı şu devâsâ yıldız patlamalarına benziyor. Onu kaybettiğimde yüreğimi saran acı, içinde kaybolduğum şu sonsuz karanlık boşluğa ne kadar da benziyor. Anlıyorum ki bütün bunlar, içine savrulduğum uzayımın kendine has formlarıymış ve bunu bir başkasına anlatmaya çalışmak gerçekten boş bir uğraşmış. Bütün bunlar, insanın zihninde Dünya’daki herhangi bir nesneye orantılanamadığı için yer kaplamıyormuş ama uzay boşluğunu kaplayabilecek kadar büyükmüş.
Aşk insanı yörüngesinden çıkarıp yer çekimsiz bir boşluğa savuruyormuş.
Sonraki günlerde kâinatın bu muhteşem görüntüsünü de içselleştirmeye başladım sanırım. baktığım boşluk tanıdık gelmeye başladı. Hayır, göz âşinalığı değil, gönül âşinalığından bahsediyorum. Meğer dünyada iken de içimizde sonsuz bir uzay varmış. Biz, çoğu zaman o uzay içinde belirli bir yere bizi sabitleyen yerçekimi gibi bir şeyle, bir yörüngede seyahat ediyormuşuz. Değerleneceğini düşündüğümüz bir emlâk yatırımı, modelini yükselttiğimiz bir araba, banka hesabımız gibi aklınıza gelebilecek pek çok şeyden bahsediyorum. Bunlar bizi bir yörüngede tutuyormuş, ayaklarımızı yerküreye doğru çekip bizi kendi hayatlarımıza sabitliyormuş.
Yalnızlık uzay gibi
Birkaç dakika sonra güçlü bir uzay aracı beni evrenin uzaktaki bir boşluğuna taşıyacak. Bu son dakikalarımda size neler söyleyebilirim ki? Şu anda bütün hayatım bana güzel bir ânmış gibi geliyor. Bugüne kadar yaptığım ve yaşadığım her şey bugün için yapıldı ve bugün için yaşandı.
(Yuri Gagarin, 12 Nisan 1961)
Sanki sâdece hayat karşısında değil, ölüm karşısındaki bütün dertlerimden de kurtulmuştum. Gözlerinin içine baktım, düş içinde düş gibiydi. ‘Bu huzurun sırrı nedir?’ diye sordum, ‘Aşk’ dedi düşünmeden. ‘Aşk hayatın da ölümün de ötesindedir’ diye ekledi. ( ) Anladım ki insan sevildiği yere gömülmek istermiş.
Her şey büyüdü, ben küçücük kaldım.
Baktım ki bize bu dünyada kavuşmak yok, kalan nefeslerim hızlı hızlı tükensin diye ah diye aldım nefesimi vah diye verdim. Ah-vah ile tükendi kalan ömrüm.
Önüm deniz diye sen geri dönen
Derin deryalara dalamadın mı?
Sandım ki beni bir tek o anlar. İçimdeki yangına bir tek o inanır da belki gönlümü avucuna alıp bir nefes üfler yeniden, serin bir nefes
Sevdikçe yandım, yandıkça sevdim.
İçimde bir ateş! Sanki öğlen güneşini yudum yudum içmişim. Ateş sönsün diye dilimden şiir dökülmeye başladı:
Ben kendi hâlimde durduğum yerde
Zalim sevda gelip bana dayandı
Bir yar için düştüm onulmaz derde
Korkarım ki ecel cana dayandı.
Emrine şükür, beni malla imtihan etmedi Cenab-ı Allah. Yoksa iki metresine gömülüp, üç ayda derimi tüketecek toprağa benim der dolanırdım ortalıkta.
Göğercin Efendi telaşlı telaşlı kapıyı çaldığında Mazruf Baba bekletmeden açtı, geleceğinden haberi yoktu ama Geldin mi? diye karşıladı. Duramıyorum Mazruf Baba, dedi. Ben de duramıyorum, dediğinde ikisinin de gözü yola düşmüştü. Köyden çıkarken Mazruf Baba yoldaşına döndü, Azizim, bir sırrı taşımak demek o sırrın içinde olmak demektir. İçinde olmak, yâni o sırla bütünleşmek, yekpareleşmek, o sır tarafından kuşatılmak, belki de ele geçirilmek dedi. Amenna, dedi Göğercin Efendi, Peki biz nasıl sır olacağız? Mazruf Baba refikine daha bir şefkatle baktı. Azizim dedi, saç diplerinden ayak parmaklarında kadar sükûta kesivereceksin.
Onları bir daha gören olmadı.
( )
Yalnızca köyün delisi sokuldu muhabire, Bir adam vardı dedi, omuzları güvercin başına benzeyen bir kız sevmiş
Gücüm yok Mahruf Baba dedi. Mazruf Baba’nın içi ezilmişti. Merhametle baktı konuğuna. Kimin gücü var ki? dedi. Ne istiyorsun sen? Bu kâinatı yaratan Tanrı’nın gücünü mü? Dikkatli bak etrafına, o gücün hilafına sahip olabileceğin bir şey var mı? Öyleyse her şey kaybetmem mümkün. Hatta muhakkak. Gel, sahip olmak isteğini terk et. Geçmişini ve geleceğini terk et. Bugün ne isen o ol. Her şeyden vaz geç, her şey senin olsun.
Yüreğimdeki alfabeyi biliyorsa okur ancak
Okuduğum bir bilge, yaşamak yaralanmaktır demişti, hâlâ yaşadığına göre yaraların sıcaktır.
Cânım İstanbul’u mahvetmiş, neredeyse hiçbir hayvanın doğal ortamında yaşayamayacağı bir hâle getirmişlerdi. Ne hayvanı, insanın bile doğal yaşam ortamı kalmamıştı neredeyse!
Eskiden olsa öyle üstünkörü sorup, baştan savma olduğu her hâlinden belli olan bir cevapla kimse tatmin olmazdı. İnsan insana uzaklaştı. Sordun mu, sordum. Bir şeyler dedi işte, uzun uzadıya düşünmeye gerek mi var? Sıkılmış gelmiş
Sevdikçe seni ömrüm artar ey yar, aşkındır bana güzelim yadigâr. Baş başa kalsak seninle bir an, döksem sana içimi kalbim ferahlar
-Neveser Kökdeş
Bir emele bin ah çeksem, zevk duyarım her dem dâd etsem
-Neveser Kökdeş
Neredeyse her hânesine bir şehit haberi gitmiş bu memlekette kime dert yanabilir, kimden medet umabilirdim ki?
Manası Destanı, kalbimin ağrısıdır Ah babacığım, çok hasret çektim, çok yalnız kaldım Kalbim çok ağrıdı
Beş aylıkken ayrıldığım babamdan kırk yaşımda selâm almıştım.
Aslında bir babam vardı benim. Vardı ama yanımızda değildi. Yaşayıp yaşamadığını da bilmiyordum. Yaşıyorsa elbet bir gün gelip sarılırdı bana. Belki ağabeyimin dediği gibi; beyaz bir gemide kaptan olmuştur babam. Bir gün, başı insan başı olan balıklar olup yüzerek giderdik babamıza. Belki o zaman sarılırdı bize. Bunu ben de çok hayâl ettim. Babama sarılacağım ânı. (Aytmatov)
İnsan başına geleceklere razı olursa korkmaz. İnsanı gerçekten rahatsız edecek yegâne şey, sevdiklerinin sevgisini kaybetmektir.
Şu devasa dünyada en çok ne var? diye soracak olsanız, hiç şüphe etmeden Umut derim sanırım.
İnsan sevdiğini ölümün kucağında bırakıp gönül huzuruyla gider mi? Törekul dinlemedi beni. Korktuğumu gösterirsem, bütün cesurları ben öldürmüş olurum. dedi.
Benim adım Nagima. Çok acı çektim, çok gözyaşı döktüm. Gözlerimden dökülen yaşlar kim bilir Isık Göl’ü kaç defa doldururdu! Fakat işte yokum bugün. Bütün acılarımı çocuklarıma ve torunlarıma bırakıp bu dünyadan sevdiğimin yanına göçtüm. Ah, keşke bütün yaşadıklarımı anlatabilseydim. Gerçi kime ne faydası var? Benim kimseye bir şey anlatacak hâlim de yoktu, gücüm de yoktu.
Almas’ın da içi içine sığmıyordu. Kendisini küçük bir kavanoza hapsedilmiş arı gibi hissediyor, ne tarafa kanat çırpsa kavanoza çarpıyordu. Artık buradan kurtulacağına daire ümitleri azalmıştı. Fakat baba olmak, hatta baba olmak değil millet olmak başka bir şeydi. Ümitlerini, hayallerini sonraki nesillere yüklemek demekti millet olmak. Yaraları sarmak, yıkıntıların üzerine yeni hayaller inşa etmek demekti millet olmak.
Altınay, on altıncı mumdan sonraki mumları yakmadan pastaya yerleştirdi. Lazzat’ın ömrü on altı seneydi, ışığı dünyaya on altı sene düşmüştü. Ondan sonraki mumlar yalnızca Altınay’ın içinde yaşayan Lazzat içindi, ışığı yoktu
( )
Fakat doğum günleri zordu işte. Altınay, en nihayetinde bir anneydi. Pastanın yanan her mumumda onun aşkı, sevdası, emeği, hayali vardı. O hayale kavuşmak içinse, artık kendi ışığının sönmesini beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu.
( )
Dünya ne kadar gürültüye boğulursa boğulsun, Altınay’ın etrafında ne olursa olsun, içi Kazak bozkırları kadar ıssızdı.
(16 Aralık 1986 Jeltoksan Olayları)
Aşk atına süvar’ olan âşıklar
Ölünceye kadar yorulmaz imiş,
Hakkı can gözüyle gören sadıklar
Bu fani dünyaya sarılmaz imiş.
Sıdkî Baba
Ben geldim, birikmiş bin yıllık gözyaşım var, ve dahi günahlarım. Günahlarım boşluk kadar!
Kanat Atkaya, ölümünün ardından Hürriyet gazetesinde yazdığı yazıda; Başkalarının şarkılarına ruh üflemek gibi muhteşem bir yeteneği var. demişti Joe Cocker için. İşte Müslüm Gürses’i de türküden sanat müziğine, arabeskten popa, rocktan hafif batı müziğine kadar yıkılmaz yapan şey, bu şarkılara ruh üfleme yeteneği idi.
Müslüm Gürses öyle bir yere geldi ki, bugün Youtube’da şarkılarının altına yazılan absürt yorumların hangisi şaka hangisi gerçek ayırt etmek mümkün değil. Öteki tarafta konserim var de, kafamıza sıkıp gelelim Baba. diyen bir Müslümcü pekâlâ bunu ciddî olarak söylüyor olabilir.
Kapının zengin süslemeleri ilk bakışta simetrik gibi durur ancak dikkatli bakınca motiflerin birbirini tekrarlamadığını görürsünüz. Cennet çiçeklerini çağrıştıran o süslemelerin arasında yerden başlayıp yukarı çıkan, sonra bir kapının üstü gibi karşıya geçip aşağıya inen bir süsleme zinciri, orada da üst köşenin her iki yanında birer motif var. İkisi aynı gibi görünse de dikkatli bakınca sol üsttekinin bülbül, sağ üsttekinin ise gül olduğunu görmek mümkün. Asla birbirini tekrarlamadığı için sonsuza gidiyormuş gibi bir his veren süslemelerin arasında, birbirine mekânın, maddenin, zamanın içinde hapsolduğu için asla kavuşamayacakmış gibi duruyorlar. (Divriği Ulu Camii-kuzey taç kapısı)
Sanki Dali, eriyen yüzü ile zamanın tam ortasında, hayat karşısında hissettiği acizliği resmetmişti. Onun tablosunda eriyen saatler, Dali’nin zamanın içinde hapsolduğunu, bu tutsaklıktan çıkmanın da imkânsız olduğunu düşündüyor. (Salvador Dali-Belleğin Azmi)
doğrudan kalbe işleyen müziğe ses verenler, öyle sanıyorum ki büyük bir sezgiyi ifâde etmenin mecburiyetini yaşıyorlar.
Belki bütün serçeler (kaldırım serçeleri de) bazen yaralanır, sonra yaraları iyileştiğinde tekrar uçarlar. Yaranın izi kalsa bile
Hayır, hiç ama hiçbir şeyden,
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Çünkü yaşamım, çünkü zevklerim
Seninle başlıyor bugün.
İnsanları anne-babaları, arkadaşları, varsa akrabaları bir millet yapabilir ama derinde, daha derinde yürekleri birbirine bağlayan asıl güç acılardır. Bu acılar bazen Paris’in ışıltılı sahnelerinden bazen de İstanbul’un arka sokaklarından yükselir. Melodiler senin kulağına belirli bir alışkanlıkla değdiğinde birisi sana yerli, ötekisi yabancı gelebilir. Fakat her şeyin ötesindeki acıların insanın yüreğinde ne bir alfabesi vardır ne de melodik bir makamı. Acı, acıdır.
İnsanın bedenindeki ağrılar diniyor biliyor musun Kubilay? Fakat binlerce mil yukarıdan âniden yere çakılıp alev topuna dönen bir aşkın acısı dinmiyor.
Yürek konuştuğunda, akıl karşı koymayı yakışıksız bulmaktadır.
Gerçekten kendi tercihim olmayan hâtıraların da acısını taşımalı mıydım? Peki ya pişmanlığını?
Anlık hissedişlerin aydınlığına renklerle, melodilerle, sözlerle süreklilik kazandırmaya çalışıyoruz.
Büyülü bir şey olmalı hayatta, yoksa bu kadar hevesle hatta bazen şehvetle ona tutunmaya çalışmazdık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir