İçeriğe geç

Günümüz İnsanına Fususu’l-Hikem Kitap Alıntıları – Muhyiddin İbn Arabi

Muhyiddin İbn Arabi kitaplarından Günümüz İnsanına Fususu’l-Hikem kitap alıntıları sizlerle…

Günümüz İnsanına Fususu’l-Hikem Kitap Alıntıları

&“&”

Belirtilerinin çokluğu yüzünden de algılanan şeyler âlemdir. Bu açıklamaya göre, anlatmak istediğimi iyi dinle: Durum sana söz ettiğim gibi olunca, âlem mevhumdur, vehmedilmektedir. Gerçek bir
varlığı yoktur. Bu, hayalin bir anlamıdır. Yani sen düşünde sandın ki, âlem gereksiz bir şeydir. Kendisi için var olmuştur. Allah’tan hariç bir varlıktır. Oysa kendi nefsinde böyle değildir. Gölge, sahibiyle var olur ve ona bitişik olduğu halde, görünüşte sahibinden ayrılması imkânsızdır. Öyleyse varlığını bil. Sen kimsin? Aslın nedir? Allah’a bağın neredendir? Hangi nedenle gerçeksin, neden dolayı âlemsin, niçin Allah’ın gayrısın ve Hak’tan ayrısın, iyi düşün.
En sağlam direniş; Kalbi temiz tutmaktır..
Bil ki, sen bir hayalsin. İdrak edip, “başkadır” “ben değilim” dediğin ne varsa hayaldir. Bütün bir varlık (Hakk’ın gölgesi olan ayan-ı sabitenin gölgesi olduğundan), hayal içinde hayaldir. Ve gerçek varlık -Zat’ı ve ayn’ı dolayısıyla- ancak Allah’ın varlığıdır.
Paraya tapan helak olmuştur.
Biz söylüyoruz. Sen ise bizi inkâr edip duruursun. Biz mutlaklık makâmında olduğumuz için, her iki âlemin kabûlünden ve inkârından halîyiz.
İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır ve sen de O’nun ta kendisi olan İsimleri’nin hükümlerinin zuhurunu görmesinde O’na bir aynasın.
Anladım ki tüm yolculuk, kendimden kendime imiş..
İnsanlar zanneder ki, ben mahlûka âşıkım; velâkin benim aşkım mahlûkun görünme yerinde açığa çıkmış olan ve tecellî etmiş olan Hakk’adır. Ancak, onlar benim aşkımın kime olduğunu bilmediler.
Kadınlarda Yaratıcıyı en mükemmel şekilde görebilmek, her kişinin başarabileceği bir şey değildir. Sâdece libidosal hazlarını tatmin için kadına kölelik eden câhiller bu ilahi sırdan yoksundur.
Eğer aşk Âdem neslinin kemâli olmasa idi, cihanda aşkın şân ve şöhreti noksan olurdu. Ve eğer nefsin şehveti aşk olaydı, eşekler ve öküzler, âlem âşıkları defterinin en başına kaydedilirlerdi. Çünkü şehvet husûsunda eşeklerle öküzler, insandan öndedir(daha güçlüdür)
.. En sağlam direniş ;Kalbi temiz tutmaktır."
….
Allah insanı kul olarak yarattı. İnsan ise, Rabbine karşı kibirlendi.
İnsanların muhtelif mizaçlarına göredir feyzin eserleri
Nîsan bulutundan yılan zehir kapar, istiridye inci tanesi…
İç ol zehri ki bal ola sonunda
Sonunda zehr olan balı nidersin
Allah’tan başka her şey geçicidir.
O inançsızlar, benliklerinin tutsağı olduktan sonra kendi nefislerini Rab’leri gibi görürler.
Her namaz kılan muhakkak imamdır; çünkü melekler kulun arkasında namaz kılar.
Bundan dolayı insanın kendi nefsini bilmesi Rabb’ini bilmesi için bir başlangıçtır. Çünkü insanın Rabb’ini bilmesi de kendi nefsini bilmesinin neticesidir.
Bil ki, hayatın sırrı suda yayıldı. Bundan dolayı su erkân ve unsurların aslıdır, İşte bu sebeple Allah “Canlı olan her şeyi sudan yarattı”
Ateş demiri yumuşatır. Demiri yumuşatmak güç değildir Ancak katılıkta taştan beter olan kalblere yumuşaklık vermek zordur. Çünkü ateş taşı çatlatır, kireç haline getirir. Fakat kalbleri yumuşatmaz.
“Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a inandım” (Neml, 44) dedi. Âlemlerden yalnız bir âlemi ayırmadı.
Şu halde ey veli; Hakkı şu noktada bilmezlikten gelip bu cihette bilirim iddiasında bulunma. Onu orada inkâr ederek burada ispata kalkışma.
İsa Aleyhisselâm’da ölüyü diriltme ve hastalara şifa verme hususunda sabit olan kudret, insan şeklinde görünen Cebrail Aleyhisselâm’ın üflemesi cihetinden idi.
Eşyaya yayılan hayattan bu miktarına “lâhut” derler. Nâsut ise bu ruhun kendisinde bulunduğu yerdir. Şu halde İsa ile birlikte olan nâsutun adına “ruh” denilir.
Ümmetlerin farklılığı nedeniyle dinler ve mezhepler farklı farklı da olsa, hikmetleri en kadim makamdan tek ve en yakın yolla kelimelerin kalplerine indiren Allah’a hamd olsun!
…Hz. Musa, pek çok ruhun toplamı ve etkin güçlerin bileşimi olarak doğdu; çünkü küçük, büyükte etkindir.

…yetişkin farkında olmadan çocuğa boyun eğmiştir. Sonra onun terbiyesiyle, korunmasıyla, ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ve gönlü daralmasın diye onu ısındırmakla ilgilenir.

Yağmur peygamberi hal diliyle kendisine çağırmış, o da yağmurun Rabbinin katından getirdiği şey kendisine temas etsin diye, yağmura çıkmıştı.
Böylece konum bakımından daha üstün olan, malıyla ve makamıyla diğerini insanlığı yönünden emri altına alırken emri altına giren de ya korkarak ya da bir şey umarak hayvanlığı yönünden -insanlığı yönünden değil- onun emri altına girer. Dolayısıyla ona benzeri olan kimse boyun eğmemiştir.
O halde insan, kendisi gibi başka bir insana insanlığı" yönünden değil, yalnızca canlılığı yönünden boyun eğer; çünkü iki benzer, birbirinin zıddıdır.
Kişinin mutlu ve sevinçli ya da mutsuz ve kederli olması yine kendisinden, kendi hakîkatinden, kendi yaratılışından kaynaklanır. Mutlu ya da mutsuz olmak kendi yaratılışlarının/a’yân-ı sâbitelerinin bir gereğidir ve bunda başkasının etkisi yoktur.
Razı olunan kul ise mutludur ve sonu da güzeldir.
Bismillâhirrahmânirrahîm

Hak Teâlâ kendisine yakın olan kullarını bütün hallerinde görücü olmakla berâber Hakk’ın onlara şevki sâbittir.

Bundan dolayı perde olan bu maddesel kesîf bedenin taayyünü ortadan kalkmakla, Hak Teâlâ bu yakın olanların kendisini perdesiz müşâhede etmelerine muhabbet eder.

Ve dünyâ makâmı çokluğu gerektirdiğinden bu görüşü engeller. Çünkü bu kesîf bedende tabîat ve beşeriyyet perdesi vardır.

Ve (S.a.v.) Efendimiz’in “ene beşerun mislüküm” (Kehf, 18/110) ya’nî Ben de sizin gibi beşerim" ve hadîs-i şerîfte "Ben beşerin gazab ettiği gibi gazab ederim" buyurmaları, bu inceliğe işârettir.

Şu halde Hak Teâlâ’nın "Yâ Dâvûd benim de onlara (ya’nî kendisine iştiyâkı olanlara) şevkim daha şiddetlidir" kerîm sözü “Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mücâhidîne minküm ves sâbirîne” ya’nî “Ve sizin aranızdan mücâhitler ve sabredenler Bize belli oluncaya kadar sizi mutlaka imtihan ederiz” (Muhammed, 47/31) yüce sözüne benzer.

Ya’nî Hak Teâlâ zâtında bulunan bütün işlerini zatî ve ezelî ilmi ile bilip dururken "Sizden sâbreden ve mücâhit olanlar kimlerdir? Bilmek için sizi imtihan ederiz" buyurdu.

Ve yakın olanlar ise ilâhî işlerden olduğu ve ilâhî işler ise, zâtının gayrı olmadığı halde "Benim onlara şevkim daha şiddetlidir" buyurdu.

İşte gerek ilâhî imtihân ve gerek ilâhî iştiyâk, Hakk’ın mutlak vûcûdunun imkân dâhilinde olanlar mertebesine tenezzül ederek bu mertebede açığa çıkmasına bağlanmakla, her iki ifâde birdiğerine benzer.

Çünkü latîf bir şeyin kesîflik mertebesine tenezzülü hâlinde, onun geçici sıfatlarından ibâret olan bu kesîflik, o latîf şeyin perdesi olur.

Bundan dolayı bu kesîflik ortadan kalkmalı ki, o kesîf şeyde mevcût olan latîf, aslına dönebîlsin.

Bundan dolayı Allah Teâlâ, kendisine iştiyâk gösteren yakın olanlarda oluşan görme dediğimiz hâs sıfata iştiyâklı olur.

Ve bu rü’yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfat dahi, ancak ölüm vaktinde, kulun kulluk vasfını taşıyan kesîf madde bedensel vücûdun hükümleri kalktığında hâsıl olur.

Ve o yakın olanların dünyâda yaşadıkları müddetçe, Hakk’a olan iştiyâkları, ölümleri vaktinde hâsıl olan bu rü’yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfatıyla sâkin olur.

Fakat ölüm indinde olan bu görme dediğimiz hâs sıfat, dünyâ hayâtında ancak maddesel bedeninden başka perdesi kalmamış olanlara göredir.

Yoksa bu dünyevî hayâtta kalbinde imkân dâhilinde olanların bağlantısı bulunan, ya’nî âlem sûretlerinden birtakım sûretlere muhabbeti bulunanlara göre, bu rü’yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfat gerçekleşmez.

Onların rûhlarının gözüne bu bağlantılar perde olur.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ” (İsrâ, 17/72) ya’nî "Bu dünyevî hayâtta a’mâ olan kimseler âhirette de a’mâdırlar."

Bundan dolayı bu âlemde iken kalb gözünden imkân dâhilinde olanlara âit perdeleri ve beşerî sıfatların örtülerini atmak ve ölüm ânında da beden perdesinin kalkmasıyla Hakk’ı rü’yet dediğimiz hâs sıfatla müşerref olmak gerekir.

Nitekim Hak Teâlâ, tereddüde dâir olan hadîs-i kudsîde: "Ben ölümü çirkin gören mü’min kulumun rûhunun kabzedilmesinde tereddüt ettiğim gibi, fâil olduğum bir şeyde tereddüt etmedim. Ve ben onun ölümü fenâ görüşünü çirkin görürüm. Oysa ona benim kavuşmam kaçınılmazdır" buyurdu.

Ve bu hadîs-i kudsî ilâhî kavuşmaya iştiyâklı olan yakınlaşmış olan kullarda husûle gelen rü’yet hâs sıfatına Hakk’ın iştiyâkını gösterir.

Çünkü Hak Teâlâ hazretleri, kendine kavuşmaya sebep olan ölümü fenâ gören mü’min kulunun, Hakk’a kavuşmaya iştiyâklı olduğu halde rûhunu kabzetmek istediği için, o kulun ölümü çirkin gördüğü esnâda rûhunu kabzetmekte tereddüt buyuruyor.

Bundan dolayı işin aslında her bir nefs ölümü çirkin gördüğü için ve ölüm bahis konusu olduğu zaman kederlendiği için Hak Teâlâ hazretleri bu hadîs-i kudsîde "Oysa ölüm kaçınılmazdır" demeyip "Benim kavuşmam kaçınılmazdır" sözü ile kulunu hâs kavuşma ile müjdeledi.

Ve bunu da ölümü zikrederek kulunu kederlendirmemek için böyle buyurdu:

Soru:
—————-
Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Küllü nefsin zâikatül mevti” (Ankebût, 29/57) ya’nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır" buyurdu ve "ölüm"ü zikretti. Kulları bundan kederlenmez mi?

Cevap:
—————
İlk olarak bu âyet-i kerîme genele dönük olarak indi. Bundan dolayı mü’min ve mü’min olmayan bununla muhâtaptır.

Oysa emmârelik mertebesinde nefs hayvâniyyetle vasıflanmıştır. Ve onun dikbaşlılığını ölümü zikretmekle kederlendirip kırmak gerekir.

Ve perdeli nefislere ölümden daha etkili bir söylem ve nasîhat yoktur.

Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz’den nasîhat istediğinde, bu hakîkate işâret olarak buyurdular ki: "Yâ Ömer, sana vaaz ve nasîhat olarak ölüm yeter."

İkinci olarak Hak Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmede yalnız ölümün zikriyle yetinmeyip onun netîcesini de devâmında “sümme ileynâ turceûn” ya’nî “sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût, 29/57) sözüyle beyân buyurdu.

Ya’nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır. Daha sonra bizim tarafımıza döndürüleceklerdir" dedi.

Şu halde ölüm dönüş sebebidir ve dönüş ise kavuşma sebebidir.

Bundan dolayı âyet-i-kerîme hem ölümün zikrini ve hem de hâs kavuşmanın müjdesini toplamış olur.

Hadîs-i kudsîde ise “mü’min kulum” buyrulduğuna bakılınca bu hitâp, hâs hitâptır. Çünkü yakınlaşmış olanların nefslerinin dikbaşlılığı, şerîat dâhilinde yapılan çalışmalarla yok olup gitmiş ve arada ancak hakîkî vücûd ile izâfî vücûddan kaynaklanan bir ikilik zevki ya’nî yaşantısı kalmış olduğundan, mü’min kul yalnız hâs kavuşma ile müjdelenmiştir.

Çünkü ilim, malûma tabîdir.
Hak, büyük, küçük, saf, renksiz olan hususi mazharlara nispetle cam kandil içindeki nur gibidir ki bakan kimseye o camın rengiyle görünür.
Her şey birbirine bağlı, kaçacak yer yok
Öyleyse anlayıver sözlerimi…
Nerede olursanız olun, O sizinle birliktedir."
Hadid Sûresi
İçinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına dek götürülür, öyle ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelir."
Hac Sûresi
Rabbim , ilmimi artır!"
Kendin yaptın , kendin ettin."
De ki : Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? " Zümer Sûresi
Cahillikten sana sığınırım."
Hz. Peygamber kudsi bir hadiste “Hak, kulağın, gözün, elin, ayağın ve dilin aynıdır. Yani hislerin kendisidir” diye buyurdu.
“Demiri yumuşatmak güç değildir. Ancak katılıkta taştan beter olan kalblere yumuşaklık vermek zordur.”
Allah rızasına uygun olan her şey sevgidir. Sevgilinin rızasına uygun olan her şey sevgidir. Sevgilinin her işlediği şey de sevimlidir.
O halde sen Rabb’ın kulu ol, O’nun kulunun Rabb’ı olmaya bakma;
Sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeğe mahküm olursun.
Hükümlerimiz onu kuruluk vasfında birleştirdi, fakat soğukluk ve sıcaklık vasfında ayırdı. Halbuki Tabiat, bütün unsurları birleştirir. Hayır, belki de (bu zıddiyetler| tabiatın aynıdır(41). Demek oluyor ki tabiat âlemi bir aynada beliren suretlerdir. Hayır, belki de çeşitli aynalarda görünen tek bir surettir.
Çünkü zannetme ve hayal etme de gerçekte bir nevi ilimdir.
Bu konunun ruhu ve özü, özet olarak şudur: Vücud aleminde, biri yaratan diğeri yaratılan olmak üzere, iki varlık düşünülmektedir. Bunlar birer kavramdır; ancak varlık tektir, o da Hakk’ın varlığıdır.
Tenzihte teşbihi hayal ile, teşbihte tenzihi akıl ile yaptı. Böylece ikisini birbirine bağladı.
Çünkü her an ve her yerde Allah’ın hükmü yürürlüktedir ve alemdeki her şey Allah’ın iradesiyle gerçekleşir.
Bütün bunlar nedeniyle sen, bir yaratılmış gördüğünde Evvel-Ahir ve Zahir-Batını da görmüş olursun.
Şu halde Hakk’ı gerçek manada bilenler; Hakk’ı Hakk’tan, Hakk’ın gözü ile gören kimselerdir. Bunlar da ariflerdir.
Ve bizler, ilahi isimlerin açığa çıkmış görüntüleriyiz. Bu ilahi isimler, alemin ihtiyaç duyduğu isimlerdir. Ve alem ihtiyaç duyduğu isimleri ister.
Razı olunan kul ise mutludur ve sonu da güzeldir.
Belki sözümüz, gönül gözü açık olanlara, kör olmayanlaradır.
Hakk’ın tecellilerinin çokluğu, sizi Hakk’ın zatından perdelemesin.
Demek oluyor ki kendi yeteneklerini bilen kişi, alacağı ikramın ne olduğunu da bilir; bazı kişilerde alacağını aldıktan sonra nasıl bir yeteneğe sahip olduğunu anlar
Şu halde Adem hem Hakk" hemde "halktır".
Allah’a mutlak biçimde hamdetmek ancak sözle gerçekleşir. Anlamca da onu hal dilinin desteklemesi gerektir.
Ve delîller ile ilim, günün sonrasında uyuyan kimseye mahsûstur. Şimdi o kimse benim dediğimi, nefese yoracak, rü’yâ görür
Ya’nî sen ahadiyye zâtına mâ’nevî göz ile bakmaz mısın ki, o mertebede
onun mutlak vücûdu tecellîden ve zâhire çıkmaktan ve zâhire çıkarmaktan
nasıl ganîdir. Ve onun hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl “innallâhe le
ganiyyun anil âlemîn” ya’nî “Allah Teâlâ hazretleri âlemlerin vücûdundan
ganîdir” (Ankebût, 29/6) âyet-i kerîmesi ulaştı.
Ve ona tâbi’ olan sayısız ve hesapsız ruhlar mevcûttur ki, hepsi şaşırtmaya
ve baştan çıkartmaya memûrdurlar. Ve bunlar tabîatlar âleminde bütün eşyaya sirâyet etmiştir. (S.a.v.) Efendimiz’in: “Her kimse ile berâber bir şeytan
doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm’a getirdim” buyurmaları, insan
nefsindeki “vehm”e işârettir. Çünkü vehim veren kuvvet aslâ yalan söylemekten çekinmez. Ve şânı bütün kuvvetler üzerine yükselmektir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Elestü
birabbiküm kalû belâ” ya’nî “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Dediler ki
“Evet” (A’râf, 7/172) ve hadîs-i şerîfte “Ruhlar sıralanmış asker toplulukları
gibidirler; onlardan tanışıp anlaşanlar uyuşurlar, anlaşamayanlar ise uyuşamazlar” buyrulur.
Hz. Mevlânâ (r.a.) da buyururlar:
“Elbise tenden, can da tenden haberli değildir; onun dimâğında Allah c.c gamından başkası yoktur.”
Şimdi nefes-i rahmânî’nin nefeslendirmesinde, her bir ayn o nefeste
“Kün(Ol)” emrine uyarak kendi isti’dâd ve kābiliyyeti çerçevesinde kendi
kendini var etmiş ve ona o sûrette var olması için zorlama olmamış olduğundan, Hak “Lâ yüs’elü ammâ yef’al” ya’nî “Yaptığından soru sorulmaz”dır
(Enbiya, 21/23). Çünkü Hakk’ın fiili onları nefeslendirmek ve onlara vücûttan
feyz vermektir. Bu ise zâti lütuftur. Hiç zâti lütfundan dolayı Hakk’a soru sorulur mu? Belki soru yüksek isti’dâd dururken, düşük isti’dâdı beğenip, o isti’dâd çerçevesinde var olanlara sorulur. “Ve hüm yüs’elûn” ya’nî “Onlar
sorgulanır”(Enbiyâ, 21/23) onlar hakkındadır. Cenâb-ı Hak, Zeyd’i zorla
saâdet tarafına ve Amr’ı da zorla şekâvete sevk etmekten münezzehtir.
Hakk’ın irâdesi ancak isti’dâd ve kābiliyyete dair olur. Çünkü Hak Teâlâ ilminde mevcût olan şeyi murâd eder ve murâd ettiği şeyi işler.
Tercüme: “O taş gibi katı kalbin çâresi bir değiştiricinin lütfudur; onun
lütfu için kābiliyyet şart değildir. Belki kābiliyyetin şartı onun lütfudur. Çünkü lütuf iç ve kābiliyyet kabuktur.”
Olmak ve olmamak arasında iki tarafta eşittir.
“Mutlak velâyet feleği” derler. Çünkü “ilk cevher”den ibâret olan ilk taayyünün zâhiri ve bâtını vardır. Onun bâtınına “mutlak velâyet” derler.
“Hunâlikel velâyetü lillâhil hakk” ya’nî “İşte burada velâyet Hak olan Allah’a âittir” (Kehf, 18/44) bu velâyetten dolayı söylenmiştir. Ve onun zâhirine
“mutlak nübüvvet” derler. Çünkü o, ahadiyyet ile vâhidiyyet vücûdu arasında
geçiş yeridir. Ahadiyyet mertebesinden dalga dalga gelen akdes feyzini
vâsıtasız kabûl eder ki, adı “mutlak velâyet”tir. Ve vâhidiyyet dalgaları ile
mukaddes feyzleri alarak halk edilmişlere eriştirir; adına “mutlak nübüvvet”
derler. “Âdem ruh ile ceset arasında iken ben nebî idim” bu nübüvvete
işârettir. Bütün velîlerin velâyeti ve nebîlerin nübüvveti ondan kaynağını alırlar ve açığa çıkarlar. Bundan dolayı ona “sabitler feleği” ifadesi ile dolaylı anlatımda bulunurlar ki, bütün hareketli ve sabit gök cisimleri nasıl uzayda var
iseler, nebîlerin ve evliyânın nübüvvet ve velâyetleri bütün olarak ve parçalar
halinde öylece “mutlak velâyet”te mevcûtturlar.
Allah’tan bağış dileyenler de iki kısımdır. Biri, dilerken acelecidir. Çünkü insan aceleci olarak yaratılmıştır. Bir kısmı da dileklerini Allah’ın her şeyi kuşatan ilmine bağlı kılarlar. Allah katında ancak bilinmiş olan açığa çıkar, bu gerçeği bilirler. Kul, dileğine ancak istedikten sonra kavuşur. O halde bunlar der ki, Allah’tan istediğimiz şey, bu tür dileklerden olsun. Yani onların dileği, imkâna bağlı bir itiyat olur. Allah’ın ilminde var olan şeyle, onun istidadının kabulü için uygun olan zaman bilinmez. Herhangi bir zamanda herkesin yeteneğini bilmek bilginin en çetin türüdür. Eğer dileyen kişinin yeteneği bu isteği gerektirmeseydi, o da talep etmezdi. Bunun içyüzünü bilmeyen huzur ehli olanların amacı, içinde bulundukları zamanda bilmektir. Sürekli huzurda bulunmaları nedeniyle Allah’ın kendilerine bağışladığı şeyi bilir ve bu bilgiye ancak yetenekleri dolayısıyla erişebildiklerini ararlar.
Hazret-i Peygamber buyurur ki: Allah, Muhakkak benim ümmetlerimi nefislerinin söylediği şeyden yargıladı” Şu halde nefis kendi sözünü söyler ve dinler. Nefis kendi söylediği şeyi bilir. Hükümler her ne kadar değişik olsa da Ayn birdir. Bunun benzerinin bilinmemesine imkân yoktur. Çünkü her insan kendi nefsinden bunu anlar. İnsan ise Hakk’ın suretidir.
Âlem, Hakk’ın vecihlerinden bir vecih, lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsinden bahsederken de “Muhakkak Allah’ı bilmek, ancak onu zıdlar arasında birleştirmekle ve onun üzerine yine onunla hükmetmekle mümkündür” Böyle olunca Hak, başlangıçtır, sondur, âşikârdır, gizlidir. Şu halde O, zâhir olan şeyin kendisidir ve belirmesi halinde bâtın=gizli olan şeyin aynıdır. Varlıkta onu gören ondan başkası değildir. Varlıktan ondan gizli kalan kimse yoktur. Demek ki O, kendi nefsine zahir ve nefsinden batındır.
… yolun sonu kuşkusuz Allah’a varır.
Allah kuluna, ancak onun inandığı şekilde görünür
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm &‘ ın Sizden biriniz ölmedikçe Rabb’ini göremez " buyurduğu gibi, kul madem ki Allah’ı görmek saadetine ölümden sonra eriyor, iste bunun için Allah da " Kuluma benim vuslatım gerekir " buyurdu.
O halde Hakk’ın kula iştiyakı bu nispetin meydana gelebilmesi içindir
Çünkü insanın Rabb’ini bilmesi de kendi nefsini bilmesinin neticesidir.Bu hakikati belirtmek için Hazreti Muhammed (a.s) Nefsini bilen kimse Rabb’ini de bilir " buyurdu
Şimdi bu misalde (şekilleri değiştiren) bütün aynaları bir tarafa bırakarak tek bir aynaya bak : Senin bu bakışın, Hakk’ın zâtına yönelmiş olması cihetinden hususî bir bakıştır. Çünkü Hak, âlemlerden ganîdir ve ilâhi isimleri bakımından çeşitli aynalar gibidir. Şu halde senin nefsin hangi ilâhi isme bakarsa o ismin hakikati belirir.
Bil ki , hayatın sırrı suda yayıldı. Bundan dolayı su erkân ve unsurların aslıdır. Işte bu sebeple Allah Canlı olan her şeyi sudan yarattı".(Enbiya ,30).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir