İçeriğe geç

Gözün Menzili Kitap Alıntıları – Özlem Hemiş

Özlem Hemiş kitaplarından Gözün Menzili kitap alıntıları sizlerle…

Gözün Menzili Kitap Alıntıları

“Allahtan geldik, Allaha gidiyoruz”
Bakara suresi

“Peki, şimdi neredeyiz?”
Bâyezid-i Bistami

İslami tasvir sanatları üzerine yazılan metinlerin sıklıkla başvurduğu bir mesel vardır. İlk kez Gazâli tarafından anlatılan mesele göre, Çinli ressamlarla Rum ressamlar arasında bir yarışma yapılır ve bir taraf resim yaparken öteki taraf sadece zemini parlatır. İki duvar arasındaki perde kaldırılınca resim yapılan duvarın parlatılan zemindeki yansıması, yapılan resimden çok daha etkileyici olur.
İnsanlık ı başlatan eylemi bir günah olarak teşhir etmenin, insanı daima sorumlu ve sorunlu kılmanın simgesine dönüşmüştür
Hiç son bulamayışındır seni büyük kılan, Ve asla başlamayışındır kaderini kader yapan. Şarkın, hep dönüp duran yıldızlı gök kubbedir, Başlangıcı ve sonu hep aynı yerdedir, Ve açıktır ortanın neyi getirdiği, Ne var idiyse başlangıçta, odur sonun da belirlediği.
-Dogu-Batı Divanı, Goethe
Yüreğe dolan Allah aşkı, küne itaat etmeye yol açan işitmeyle (sema) gerçekleşiyorsa ve eğer sema (gökyüzü), âlemin kelimeleriyle doluysa Mevlevi semazenlerin, Allah’ı işitip onun kelimelerinin ritmine uyarak semâ ettiklerini düşünmek gerekmektedir.
Bir caminin bahçe demirlerine asılmış bir pankartta İlk emri oku olan kitabın ilk sorusu, ‘Okudun mu?’ olacaktır. yazmaktaydı.
Bir kitâbullâh-ı a’zamdır serâser kâinat. Hangi harfi yoklasan ma’nası hep Allâh çıkar.
-lâ edri
İran minyatürleri çoğunlukla dünyevi bir dünyayı değil, fiziksel olanın üstünde duran ve oluşun yüce makamları için bir geçit olan bu ara dünyayı resmeder.
Tabiat İran minyatürlerinde olduğu gibi, romantik bir taşkınlık içinde görülmez, hele sanat unsuru olarak insan figürleriyle aynı değeri taşımaz. İran minyatüründe, empresyonist bir anlayışla hiçbir nokta ihmal edilmeden kendisi için işlenen tabiat, Türk minyatüründe konunun mahiyetini belirtmek için sadeleştirilen çizgiler ve saf renklerle bir dekor olarak kullanılmıştır. İran sanatının tabiata olan tutkunluğunu, Türk sanatının ona karşı çekingenligini yalnız iki ayrı sanat anlayışında değil, İran toprağının kuraklığında, Türk toprağının zenginliğinde aramak yerinde olur. Böylece İran minyatüründe sanatkârın gördüğü her tabiat unsuru, hayali bir şekil almıştır.
Halı sinemasal anlatıma doğru nüveler taşıyan bir örnektir. Halı üzerindeki kimi cümleler (ikonametin) de olayın okunmasına yardımcı olur.
Dünyanın ortasına yayılmış bu imparatorluğun başkenti olan Konstantinopolis, o dönemin gezginlerine göre 72 dilin konuşulduğu bir merkezdi.
Türklerin Akdeniz dedikleri Mediterranean, Latince mediterraneus, dünyanın ortası demektir.
Oysa Çin’de kutsal insan (ermiş, bilge ya da Kâmil insan), tüm bağlarını gözeterek davranmak durumundadır; çatışmadan kaçınması, kaçınamadıysa savuşturması gerekir. Kâmil insanın sorumluluğu, evrenin dengesinin korunmasına katkıda bulunmaktadır.
Yapılmakta olan işin usulünün (ya da yolunun, töresinin) öğrenebilmesi için ustalara, rehbere ihtiyaç vardır.
İnsanın sanatla kurduğu ilişkide kişisel damak tadı, kaçınılmaz olarak önceliklidir.
Bu süreçte âlem, tüm ara durum ve varlıklar birer köprüdürler ve İbn Arabî’ye göre, köprü üzerinde ev yapılmaz ; mademki dünya bir köprüdür, üzerinde ebedi olarak kalmak mümkün değildir. Bu bakış açısı, insanın zemini ile ilişkisini farklılaştırır.
Kendini bilen, Rabbini bilir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İslam düşüncesinde âlem, zâhir ve bâtın boyutlarıyla ele alınır. İnsanlarsa tüm dünyaları içermekte olan küçük âlemlerdir. Böyle bakıldığında, insan bedeni Allah’ın görünen tecellisi; ruhu görünmeyen tecellisidir: İnsani nefs ise görünen ve görünmeyen alanlar arasında bulunmaktadır. Nefsin, sâliki yolunda bunca oyalaması, bu ara alanda filizlenen tarife sığmaz doğasındandır; çünkü nefs ruhla beden, ışıkla karanlık, hayatla ölüm, bilinçlilikle bilinçsizlik arasında bilgi ve cehalet, güç ve iktidarsızlık, arzu ve isteksizlik gibi durumların bir karışımından oluşur.
• Perde, örtü anlamını taşıyan Farsça bir sözcüktür, Arapçası hicâbtır. Tasavvufta, Hak ile kulun arasındaki engele işaret eder. Hak ile kulu arasında madde, mal, mülk, nefs, şehvet ve çıkar gibi zulmetten ya da Hakk’ın tecellileri gibi nurdan sayısız perde vardır; zulmet perdelerinin doğal, nurani perdelerin latif ruhlar olduğu düşünülür.
• Perde nin varlığı, doğal olarak perdenin ardındakini görme ve ona ulaşma arzusunu doğurmakta; bu arzu sâlikin yolunda gireceği halleri, alacağı menzilleri, ulaşacağı mertebeleri belirlemektedir. Perde, müşahede ve keşf ile aralanması/aşılması gereken katmanlar oluşturmaktadır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İbn Abbas’tan aktarılan bir hadis de bu düşünceyi destekler görünmekte ve ب(ba)nın altındaki noktayı açıklamaktadır: Allah yaratıkları yaratmadan önce Kalemi yarattı ve Allah Arş’ın üzerindeydi; ve Kalem bir heybet korkusu bakışıyla O’na doğru baktı ve ikiye yarıldı ve O’ndan Mürekkeb damladı.     Bu mürekkep damlası, yani بnın ayırt edici noktası içinde, bütün diğer harfler bilkuvve mevcuttur ve Sayın’ın dikkat çektiği üzere eril ve dişil niteliği barındıran kökenin birliğidir. ( )sonra gerek İncil, gerekse Kur’an-ı Kerim bu yüzden ب harfiyle başlar: be reşit ve Bismillah.
Alemdeki her eser iki öncülden meydana gelmiş bir sonuçtur. Bu iki öncül, etken (eril) ve edilgen (dişil), Kalem ve Levhadır. Onlara Akıl ve Ruh ismi verilmiştir. Ruhun iki niteliği vardır: Bilme ve eylem. Akıl ise Ruha öğretici ve bilgi verici olarak nitelenmiştir.
Agamben, Hölderlin’in Sophokles çevirilerine yazdığı notlara, Bizans Suda’sındaki Aristoteles maddesinden Aristoteles, kendi düşünce kalemini düşünce hokkasına batıran yazıcı tanımlamasını aldığını aktarır ve düşüncenin mürekkep olarak nitelendirilmesine dikkat çekerek Sevillalı Isidore’un, Cassiodorus’tan Etimoloji’sine yaptığı alıntıyı ekleyerek sürdürür: Aristoteles, kalemini, tinin içine batırdı.
Nurunun şiddetinden dolayı Cebrail, Mikail ve Kerubbiyyun melekleri de dâhil olmak üzere hiçbir melek ona bakamaz. ( )Bu melek Rahman’ın kâtibidir.
İslam ülkelerinin kitap sanatı, kitabın toplayıcılık, birleştiricilik (cem) niteliği göz önünde bulundurulduğunda, tevhid ilkesiyle var olan bir berzah uzamına işaret eder.
İbn Sina’ya göre, nefes ışıkla uyum içindedir, ancak karanlıkla uyumlu değildir; çünkü insanın kimyasını semavi varlıklara yaklaştırabilecek yegâne bileşendir, aydınlık bir cevherdir, ışığın ışınıdır.
Âlem, Mutlak Varlığın nefesini bırakmasıyla, Rahmani nefesle meydana çıkmıştır. Her nefes alışverişte evren her an yeniden yaratılmakta ve yok olmaktadır. Ibn Arabi’nin deyişiyle, keşif ehli, Allah’ın her nefeste tecelli ettiğini ve tecellinin tekerrür etmediğini görür. Aynı zamanda her tecellinin yeni bir yaratma getirip başka bir yaratmayı götürdüğünü gözler.
Tecelli, metafizik düzlemde, hiçliğin aynası olan kosmosta ilahi olanın yansımasıdır.
Tasavvufta Tanrı’nın, Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ki onunla bilineyim diyerek âlemi kendi varlığına ayna yarattığı düşünülür.
Titus Burckhardt, İslamda hat sanatının bir şekilde ikonaların yerini aldığını belirtir; ancak o, bu görüşünün örneği olarak yazı ile resmin buluştuğu kitap sanatını gösterir. Schick ise hilyemi kim okursa değil, hilyemi kim görürse ifadesine dikkat çekerek hilye levhalarını, resim olarak nitelendirir. Aslında hilye ile kurulan ilişki, bir anlamda Bizans’ta göz ile ikona arasındaki ilişkiyle benzeşmektedir.
Alem, Osmanlı topraklarındaki camilerde yer alan, kubbenin üstündeki bir parçadır.
Beşir Ayvazoğlu, Necipoğlu ile hemfikirdir; putperestliğin önünü kesmeye yönelen tasvir yasağının, İslami sanatların kendine özgü ilkelerini oluşturmasına yol açtığını dile getirir.
Kur’an-ı Kerim’de resim ve heykel yapmayı yasaklayan ya da onaylayan açık bir ayet olmadığı bilinmektedir. Bu yasağa dayanak olarak kullanılan ayetlerin ikisinde vurgulanan heykeller, timsalin çoğulu olan temâsil sözcüğünü karşılamaktadır.Timsal; suret, tasvir, örnek, sembol, simge, çizilmiş resim veya Allah’ın ruh ve şekil sahibi olarak yarattıklarına benzeterek yapılan heykel; gölgesi olanlar, Allah’ın yarattıklarından bir varlığa benzeterek yapılan şey gibi anlamlar taşımaktadır.
Tanrı seni zatın aynası yapmış, Biricik zatı gösteren ayna.
-Hakâni Mehmet Bey
İbn Arabi (1165-1247) Selçuklu’nun merkezi Konya’dan geçmiş, ardında Mevlâna’nın (1207-1273) dostlarından olacak olan Sadreddin Konevi’yi (1210-1274) bırakmış, 13. yüzyıl Konya’sını Müslüman Türkler açısından bir axis mundiye dönüştürmüştür.
Konuşma bir zorunluluk olduğunda, bir şey söylemeden konuşmayı başarmanın bir erdem sayıldığı bir başka iklimin bilgisi, hakikat konusunda konuşmaktan sakınmanın bilgisidir bu.
Şiir ile şuur sözcüğü Arapçada aynı kökten gelir. Şur, bilinç, anlama, anlayış, doğal ve hızlı kavrayış, hissetme, duyma, idrak; şiir sezgi, ilham, ilhama dayalı ifade, sezgi yoluyla bilme gibi anlamlar üstlenmektedir.
İbn Arabi Her hal, makam ve müşahedenin, kendilerine ulaşan kimsede bir etkisinin bulunması gerekir. Işte bu etki resimdir dediğine göre sâlik, yola çıkacak, ilahi resmin kalbine nakşedilmesi için sinesini açacaktır.
Sayın’ın belirttiği üzere, Doğuda göstergelerden değil, duyulardan söz etmek mümkündür. (Bu bağlamda yakın kökene karşın İncil’in resimselliği yanında Kur’an-ı Kerim’in sesselliği örneklenebilir.)
Chen de Değişimler Kitabı’nın bir şerhinden tarihöncesi dönemde olayları düğüm atarak kaydediyorduk, artık defterlere kaydediyoruz ifadesini aktarır.
Bakmak, seyretmek ya da gözlemenin, bir anlık bakış ve bakışın çekilişi olarak değil, o bakış dolayımıyla bir yolculuğa koyulma ve düşünüm olarak ele alınması gerekir. Bu nedenle felsefi metinlerde theoria daha çok bu süreci hissettiren, Arapça kökü meşy -yürümek- olan Farsça birlikte gitmek anlamındaki temaşa sözcüğüyle karşılanmaktadır. Tasavvufta temaşa, maddi ve manevi ålemlerdeki ilahi güzellikleri, Allah’ın tecellilerini seyretme anlamı taşır. “Tam da Aristoteles’in öncelediği, Florenski’nin dediği gibi: Her yüzde temâşâ ederek vech-i Hüdâ’yı/Hayran olup Allah diyelim hû diyelim hû demek mümkündür.
Türkiye, harita üstünde Doğu ile Batı arasında çizginin keskinlikle çizilemediği, birçok kültürel örüntüyü bir arada bulunduran bir uzamdır. Berzahı düşündürmektedir
İslami bilgi 4 temel direğe işaret eder; Evtad adıyla simgelenen hayat(abdülhay), ilim(abdülilim), irade(abdülmürid) ve kudret(abdülkadir).
“Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz.”
Bakara Suresi

“Peki, şimdi neredeyiz?”
Bayezid-i Bistami

Batılılaşmanın tüm terkibi taklit üzerine yerleşmektedir.
İbn Arabi’nin İnsan-ı Kamile yüklediği anlamlara bakıldığında,
İnsan-ı Kamil hayat feleğidir, alemin aslıdır, külli hakikattir, adalettir, dairenin merkezidir, kartaldır, Allah’ın Arşıdır, naibidir, gölgesidir, yüce evrendir, Hakk’ın ve hakikatin aynası ve berzahtır.
İbn Arabi varoluşun tüm unsurlarını, tüm alemi bir ağaç imgesi etrafında toplamıştır. Bütün oluş bir ağaçmış demekte; mülk alemi, melekut alemi, ceberut alemi, Arş, Muhammedi Nur gibi tüm oluş mertebelerini bu ağaca dayandırmaktadır.
Şiir ile şuur sözcüğü Arapçada aynı kökten gelir. Şuur, bilinç, anlama, anlayış, doğal ve hızlı kavrayış , hissetme, duyma, idrak; şiir sezgi, ilham, ilhama dayalı ifade, sezgi yoluyla bilme gibi anlamlar üstlenmektedir.
Kainatı -ya da isterseniz alemi diyelim- Kur’an-ı Kerim’le anlamak isteyen ve alemin, mesajı olan bir işaretler toplamı olduğunu düşünen İslam kelamcıları; mesajın anlaşılabilmesi için işaretlerin, bütünün bağlamında görülmesi gerektiğine inanırlar. Allah’ın, tüm görünüşlerin asıl dayanağı ve biricik gerçeklik olduğuna dayalı tevhid inancı etrafında toparlanan bu bakış, toplumun örgütlenmesinde ve kişilerin birbiriyle ilişkilerinde belirleyicidir.
Türkiye; coğrafi konum, siyasi ilişkiler ve Batılılaşmaya yönelişiyle, kültürünün kökenine Antik Yunanı atayan Batının formlarıyla, kültürünün çeşitli katmanlarıyla Çin’in güney sınır boylarındaki Şamanist Taocu bir geleneğin izlerini taşıdığı için Uzakdoğu’nun bakışıyla ve tanımın içini dolduran unsurlardan biri olarak İslami Doğuyla bir aradadır.
Göz ibret almak için bakarken kalp gözü hayrete düser.

İbn Arabi

“Göz eşya dışını, üst yüzünü görür; içini görmez; kalıplarını, resimlerini görür, hakikatlerini görmez. Akıl ise eşyanın içinde ve esrarında dolaşır. Hakikatlerini ve ruhlarını idrak eder; sebeplerini ve illetlerini ve hükümlerini bulur, onların nereden meydana geldiğini, nasıl yaratıldığını ve bir şeyin ne kudur unsurdan toplanıp terhib edildiğini, varlık mertebelerinden hangi mertebeye indiğini, diğer yaratılmışlara olan münasebetinin ne olduğunu ve daha başka bahisleri anlar. ”459

Gazâlî Batılı perspektifin gösterdiğini iddia ettiği şeyleri aslında gözün görmeye muktedir olmadığını, resimlerde hakikati ikame etme imkânı bulunmadığını söylemektedir. Dahası göz, varlıkların tamamını göremediği gibi, “renkler ve şekiller âlemini”460 aşamadığından, aklın dolaşma alanındaki “deruni ve ruhi sıfatları göremez.”46* Gözün sonsuzu kavrayamadığını söyler Gazâlî; üstelik büyüğü küçük, küçüğü büyük görmektedir. Göz yanılmasının pek çok çeşidi olmasına karşın akıl, “hayal ve vehim perdelerinden sıyrıldığı” zaman yanılmaktan kurtulabilmektedir. Nihayetinde “Gerçeklerin Gerçeği” Hakk’ın bilinmesi için saf bir görü için, yeterli olmadığından göze güvenilmemektedir; çünkü “Allah’u Teâlâ her şeyi kaplamıştır, sen görürsün ama bilemezsin” ( Nisa,126).

Tahralı, Karagöz’de “misal-i ba-kemal” söylendiğini, perdenin “dünya-yı fâni”, ışık veren şem’anın ruh”u temsil ettiğini; oyunlar ve oyuncular çok çeşitli olduğu halde “oynatan”, “söyleyen”, “öldüren”, “güldüren” ve “ağlatan”ın “bir” olduğunu; çocuklar için eğlenceli ve güldürücü bir oyun olsa da aslında bir “hakikat”i temsil ettiğini; onun için ibret gözüyle bakılıp “her tarafta Hakk’ı bilmek” ve “kalpten ağyar denilen mevcudat suretlerini silmek gerektiği”335 ifade etmektedir.
‘Şiblî’ye soruldu: ‘Bu yolda size kim kılavuzluk etti?’

‘Bir köpek’ dedi. “Onu bir gün, bir su kıyısında susuzluktan neredeyse ölmüş bir halde iken gördüm. Su içmek için suyu eğilince, sudaki aksini görüyor, korkup geri çekiliyordu, onun başka bir köpek olduğunu sanıyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki korkusunu bir kenara itip suya daldı ; “öteki köpek’ kaybolmuştu. Köpek kendisi ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu ve artık yok olduğunu gördü. Benim engelim de, kendi benim olarak aldığım şeyin, aslında kendi engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı.365

Şaştım bir göze, nasıl kendini görür?

İbn Arabi

Nakkaş, Hakk’ın yarattığı âlemi seyrederken bir yandan hafızasına nakşeder; çünkü nakkaşlar, sanatlarını icra ederken gördüklerini değil, zihinlerindekini resmeder. Ancak doğaldır ki, nakkaşın seyri, Tanrı’nin seyrinden farklıdır; çünkü nakkaş, Allah’ın yarattıklarını idrak ederken hayret içindedir. Sanatı, bir anlamda onun hayretini ve bu hayretin lezzetini paylaşmasıdır. “Müslüman nakkaşın tek kaygısı seyircilere zevk vermek, Allah’ın müminlere vaat ettiği cenneti yeryüzünde bir ahenk mucizesi ile onlara tattırmaktır”34’ dediğinde Yetkin, aslında bu hayret makamının açıldığı alana da temas etmektedir. Tüm varlıklarda yalnızca Hakk’ın sıfatlarının tecellisinin göründüğünü kavrayan kişi, müşahedesi sonucunda hayret noktasına ulaşmaktadır. Tenzih ile teşbihin, vahdetle kesretin kesişmesinden aşağıda açılacak olan hayret, “Şehadet ve Hayret” bölümünde ele alındığı üzere yüce zevktir.”
Acaba bu nakkaş, kalem ile hayret verici bir sureti çizen ressamdan daha hayret verici değil midir?! Eğer bir veya iki defa ( dikkatle) buna bakarsan muhak-kak anlarsın!

Gazâlî

Varlık bir harftir sen onun anlamısın.
Harf bir anlamda; anlamı kendindedir
Göz görmez o anlamdan başka hiçbir şey.
Kalb gider gelir fıtratının bir gereği
Kâh şekline o harfin kâh anlamına.
.
Ibn Arabî
Ibn Arabî varlıkların Allah’ın kün (ol) emriyle zuhür etmiş olmalarından hareketle mevcudatı, Allah’ın kelimeleri olarak tanımlamakta; her birinin hakikatinin, Allah’ın ilminde bir harf gibi olduğunu; bu harflerin Rahman’ın nefesiyle vücuda gelip görünür olduklarını ve birbirleriyle birleşerek kâinatı meydana getirdiklerini düşünmektedir.“ Yazılmış bir kitap olarak varlıktaki her tikel hakikat bir harf, her birleşik hakikat bir kelimedir. Harfler birbirine eklendiğinde anlam gerçekleşip kitap oluştuğundan bu âlem, tedvin ve yazı âlemi olarak isimlendirilmiştir.’14 Harfler kelimelerde, kelimelerse kitapta toplandığına göre, kâinat bir kitaptır ve bu kitap Allah’ın eseridir.
Aşk’ın işi hayret içre hayret.

Şeyh Galib

Ibn Arabî, gölge oyunu ve suretlerinden hareketle çocukların suretleri algılama biçimleri üzerinden, insanların Tanrı’yla ilişkisi bağlamında âlemi algılama biçimlerini açıklar. Öncellikle çocukların “önlerine konulmuş gölge perdesiyle o şahısları oynatandan uzak”lıklarına dikkat çeker. Ona göre, “âlemin suretlerindeki durum””9 tam da öyle, çocuklar gibidirler. Gölge oyununda küçük çocuklar nasıl sevinip neşeleniyorsa İbn Arabî’nin sözcükleriyle söylemek gerekirse gafiller, “bir oyun ve eğlence edinir”;” âlimlerse “ibret alarak Allah’ın 0 oyunu bir misal olarak ortaya koyduğunu bilirler.”Oyunu alımlama aşamasında “seyirci”nin kemali, seyrettiğinin “misal” olduğunu bilmesidir. Bu da ancak belli bir kemal mertebesine etmekle mümkündür. mertebesine ermekle mümkündür. Misal âleminden ibret alma formülü, kadim bir dramaturji olarak ortadır:

“Bu nedenle işin başında ‘vassaf (anlatan)’ diye isimlendirilen bir şahıs ortaya çıkarak bir konuşma yapar. Konuşmasında Allah’ı yüceltir ve över, sonra perdenin ardından gözükecek her suretteki sınıflar hakkında konuşur. Böylelikle oradakiler Allah’ın bu örneği kulları için ortaya koyduğunu öğrenir: Allah Teâlâ söz konusu örneği kulları ibret alsın ve şunu öğrensinler diye ortaya koymuştur: âlemin Allah karşısındaki durumu, kendilerini hareket ettiren karşısındaki suretlerin durumu gibidir. Perde ise, yaratıklarda hüküm sahibi kader sırrının perdesidir: ( ) Sonra anlatıcı kaybolur ki o, aramızda var olan ilk kimse gibidir. Anlatıcı (vassaf) Adem’dir. Onun kaybolması ve gizlenmesi, Rabbinin katında perdenin çekilmesi gibidir. ”3”

“Senin gölgen suretine göre, sen de suretine göresin. Bu yüzden sen de bir gölgesin. Hareket ettirmenin sana değil, Hakk’a ait olduğunu apaçık delil vardır. ”(İbn Arabi)

Burada, Aşk Estetiği’nin “Trajediden Kaçmak” bölümünde, Ayvazoğlu’nun sözünü ettiği “hürriyetsizlik” açıktır. İnsan dünyaya zorunlu olarak bağlıdır, çünkü cahilane bir biçimde göklerin ve yerin yüklenmekten kaçındıkları emaneti alarak “hem evet hem hayır” dediği dünyadaki hayata sıkıca bağlanmıştır.325 Oysa geçip gidilecek bir köprüdür bu dünya ya da uyanılması gereken bir gaflet uykusudur. Hayal ve gölge ile izah edilen bir âlem resminde, insanın kendini buraya yerleşik görmesi mümkün değildir. Zaten “insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar”; dolayısıyla bu âlem -ki âlem sözcüğü işaret ve alâmet anlamına gelmektedir- bir rüya/hayal âlemidir. Tanrı’nın buradaki ayetleri/işaretleri yorum gerektirir. Tabir, “vadiyi geçmek” anlamındaki ubur sözcüğünden gelir. Rüya tabiri, “belirli simgelerden o simgelerin temsil ettiği gerçeğe geçmek” anlamına gelmektedir. O halde tabir, “görünenden görünmeyene akıl yürütmek”tir326 ve bu nedenle İbn Arabî, “kendini bilen Rabbini bilir” hadisini “görünenden görünmeyene ulaşmanın ilkesi”” olarak görmektedir. Bu süreçte âlem, tüm ara durum ve varlıklar birer köprüdürler ve İbn Arabî’ye göre, “köprü üzerinde ev yapılmaz”;328 mademki dünya bir köprüdür, üzerinde ebedi olarak kalmak mümkün değildir. Bu bakış açısı, insanın zemini ile ilişkisini farklılaştırır.

Bilinen ve bilme ilişkisine aynı zamanda Tanrı’nın en-Nur ismiyle de ulaşılabilir; çünkü “Allah göklerin ve yerin nurudur” ( Nur, 24:35). Yokluk yerine karanlık ifadesi yerleştirildiğinde en-Nur, karanlıkta sabit hakikatlere yayıldığında onları aydınlatır; bu da İbn Arabi’ye göre, onların bilinmesi demektir.314 Varlıkları idrakimiz, en-Nur isminin onları açığa çıkarması sayesinde gerçekleşir; “Hakk’a dair idrakimiz, onun varlığının gölgesinin üzerlerine düştüğü eşyayı idrak ettiğimiz orandadır.”
“Görünenle görünmeyen arasındaki ince çizgidir hicap ( ) Güzelliğin nasılını ele veren, ama güzelliğin kendini gizleyen bir tanrıdır Kur’an’ın tanrısı; onun yasallığının nasılı, saklanmayla gizlenme, örtünmeyle açık etme arası eylemeyi gerektirir.”76 Bu nedenle ileride göreceğimiz üzere, Islami sanatların “en figüratif”i olan minyatürün; kitabın cildi içinde, sayfaların arasında kendini gizlemesi hicabın gereği, tanrısal bir hürmettir.

Hicâh aynı zamanda, kalple mideyi ayıran ince zarın adıdır.277 Kalp, Islami gelenekte bir görme organı olarak önem taşımaktadır; dolayısıyla nefsin en zayıf organı olan mideden ayrıştığı o zarın kicâb olarak adlandırılması doğaldır:

“Allah Adem’i yaratmış, başına iki göz, iki kulak yerleştirmiştir ki, onlarla eşyanın görünen tarafım görür ve işitir. Göğsüne de bir et parçası koymuştur, o et parçasının da gaybe nüfuz eden iki iç gözü ve iki kulağı vardır. Allah o et parçasını kalp ve fuad diye isimlendirmiştir. Söz konusu iki göz, fuadın
üzerinde bulunur ve görmek fuada aittir; çünkü Allah, “Fuad gördüğünü yalanlamamiştır” (53:11) buyurur.273

Kalbin görüsü yanılmadığı ve yalanlamadığı için gözün gördüğünden daha değerlidir. Bu durumda göz, kalbin görüsüne yer açmalıdır. Bakışın egemenliğini kırmak için “kendini eksilterek bakışı çekebilmek”,’79 bakışı azaltmak gereklidir ki, Kur’an’da bunun için gad/yeguddu sözcükleri vardır.“

Perde, örtü anlamını taşıyan Farsça bir sözcüktür, Arapçası hicaptir’.262 Tasavvufta, Hak ile kulun arasındaki engele işaret eder. Hak ile kulu arasında madde, mal, mülk, nefs, şehvet ve çıkar gibi zulmetten ya da Hakk’ın tecellileri gibi nurdan sayısız perde vardır; zulmet perdelerinin doğal, nurani perdelerin latif ruhlar olduğu düşünülür.163 İbn Arabî’nin öncülü, bir 1o. yüzyıl mutasavvıfı olan Nifferî , “Kendi nefsin hicâbındır, bilgin hicabındır, mârifetin hicâbındır, isimlerin hicâbındır ve benim sana kendimi bildirmem hicâbındır,”264 demektedir.
Nitekim Gazâlî, İhyâ-i Ulüm-id-Din ve Kimya-ı Saadet’te aynı karınca meseliyle, lezzet veren tüm bu güzelliklerin sahibini unutmayı cehalet olarak niteler.

“Bir kâğıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilir de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma asabiyeti kazandırılırsa, yazıların arka arkaya kâğıt üzerindeki sıralanmasını kalemin işi zanneder. Çünkü o bu kâğıt üzerindeki yazı döken olarak yalnız kalemi görmüştür. Kalemin daha üstüne bakıp onu tutan eli göremez. Hele hele, parmaklardan da yukarı bulunan bir eli ve o eli idare eden bir iradeyi hiç göremez. O iradeyi taşıyan yazarın varlığını,o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakiki kudret ve kuvvet sahibini, yani Hz. Allah’ı (C.C.) hiçbir şekilde idrak edemez.”

Bir anlamda cemal her yerdedir Müslüman için; önemli olan bu güzelliği yaratanı bilmek, yaratılmış bu güzelliklere bakarak yaratanın güzelliğini ve kudretini idrak etmek; Tanrı’nın cemalini müşahede etmenin lezzetine ermektir.

Demek ki güzellik ve cemalin mânâsı, her şeyde mümkün olan kemalin bulunmasıdır. Her şeyin kemali aynıdır. Yazının kemali, harflerin birbiriyle mütenasib olması ve diğer hususların yerli yerinde olmasıdır: Şübhesiz güzel yazıya ve güzel eve bakmak, lezzet veren şeylerdir. ”254

Ibn Arabi’ye göre, Hakk’ın el-Cemı’l ismindeki tecellisi, sevginin kaynağıdır; çünkü “Allah güzeldir ve güzeli sever.”” “O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı” ( Secde, 32:7) ve “sözün en güzelini indirdi” (Zümer, 39:23) ve “Biz elbette insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin, 95:4) demektedir, çünkü insanın doğasına güzelliği nakşetmiştir; Resulünü, “en güzeli”ni (Zümer. 39:55) “güzel bir örnek” (Ahzab, 33:21) olarak göndermiş, kendisine “güzel isimleriyle dua” (Araf, 7:180) edilmesini, huzuruna “ziynetinizi takıp. (Araf, 7: 31) gelmenizi dilemiştir. İbn Arabî bu ziynetlerin “bazen zillet’ yoksunluk, huşu, ürperme, secde, rükü”, bazense “kerem, lütuf, yumuşaklık, günahları aşağılamak, affetmek, hoşgörü, mağfiret” gibi nitelikler olduğunu söylemektedir.256

Gazâlî’nin (1058-1111) aşağıdaki sözleri, RiChard Ettinghausen’in keşfinden bu yana İslamda güzele değinen pek çok sanat tarihçisi tarafından alıntılanmaktadır:234

“[ G ]üzel, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevilir. Bu da güzelliğin bizzat kendisi içindir: Çünkü güzelliği idrâk etmekte zevkin bizzat kendisi vardır, 0, başkası için değil zatı için sevilir. ( ) Çünkü her güzellik sevilir. Suret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır: Hüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadır: Zâhir suretler zâhirî gözle idrâk olunur. Bâtın suretler ise, bâtıni basiret ile sezilirler, bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadır. Kimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır; Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayi peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır. ”235

İslam sanatı perdeleri aralayarak değil, perdeleri çeşitlendirmekle (tenevvü) var olmaktadır. Sayısız çeşitlemelerle perde hem var hem yoktur: Bir bakış imtihanıdır İslami sanat; bakışınızı eğitirseniz perdenin ardındakini görmeye kâdir olursunuz. Bu bakışın bir terbiyesi, bir edebi vardır; nasıl ki sanatçı bir “tertip”le kuruyorsa sanatını, bu tertibe yaraşır bir bakış terbiyesi gerekmektedir.

Bu nedenle Kâtip meleğe de doğrudan bakılmaz. Onun nuru, Yaradan’dan yansımaktadır.

İbn Arabî’de, gerçek varlık birdir ve nur, gölgelerde çoğaldığı gibi mümkünlerin formlarında çoğalmaktadır. Ayrıca nur,
yaratmanın ve idrakin kaynağıdır.

“Bütün mevcutlar kudret güneşinin nurlarından bir nurdur. Güneş karşısında güneş ışığı, onunla beraber olan değil, adeta bir mumdur. Bu meselenin gerçeğini öğrendiğinde, her şeyin halihazırda yok olucu olduğunu görürsün. Eşyanın var olurken yok olması, tutuştuğu esnada mumun ateşinin tükenmesine benzer. Bu örnek, yola yeni katılana anlatmak içindir çünkü bir şeyin varlığı esnasında yok olması yadırganır: Hakta kendisini kaybetmiş kimsenin gözünde, eşyanın yok oluşuna gelince: bunun anlamı çok incedir ve gözle görülmez. Ehli onu remiz, ima ve zevk yoluyla bilebilir:

Suad El-Hakîm’in İbn Arabî’nin vahdet-i vücud anlayışını açıklarken başvurduğu bu alıntı, ileride nakkaşın edimini ve sanatsal yaratım sürecinin temelini tartışmaya da el verecektir.

Alemde vuku bulan her şey; bizlerin öfke, kaygı, sevinç gibi nedenlere bağladığımız tüm etkinliklerin, harekete dayalı tüm olayların yegâne nedeni muhabbettir. Eğer bu muhabbete dayalı hareketlilik olmasaydı her şey ebedi bir sükün, yani hareketsizlik içinde olacaktı ki bu durum var olmama -bir adem-halidir)” İbn Arabî, Tanrı’nın içindeki sıkıntı ve kederden kurtulma jestinin, bir sevgi iklimi yarattığından söz eder:

“Dikkat ediniz! Alem ilahi isimlerin eserlerinin âlem denilen şeyde ortaya. çıkmayışı nedeniyle duydukları sıkıntıyı nasıl gidermiştir. Bu sayede oluşan rahatlık, âlem için sevilen bir şey oldu ve ona da ancak ulvi ve süflisiyle “suret kazanmış dış varlık’ sayesinde ulaşabilmiştir. O halde hareketin sevgiden dolayı olduğu kesindir. Bundan dolayı, oluştu [âlemde] sevgi kaynaklı olmayan bir hareket yoktur. İnsanların bir kısmı bunu bilirken, bir kısmını ise içinde bulunduğu nefsi etkisi altına alması nedeniyle ‘en yakın sebep’ perdeler.‘55

Nefes ( tanaffus) aynı zamanda parlamak, ışık saçmak ve belirmek anlamları da taşır.146 Nitekim “Nefesin içinde olan her şey karanlığın sonundaki aydınlık gibidir.”w İbn Sina’ya göre, nefes ışıkla uyum içindedir, ancak karanlıkla uyumlu değildir; çünkü insanın kimyasını semavi varlıklara yaklaştırabilecek yegâne bileşendir, aydınlık bir cevherdir, ışığın ışınıdır.” Üstelik nefesin ritmi simgesel olarak kelime-i tevhidin iki bölümünde tecelli etmektedir: Lâ ilâhe, O’ndan gayrı şeylerin sudüruna; illâ’llâh, O’na, yani sonsuz birliğe dönüşe işaret eder.149 Nefes, Rahman isminden çıkar ve her şeyin varlık ilkesidir.“o Rahman (ve Rahim), ana rahmi anlamındaki r-h-m kökünden türemiştir ve Allah’ın yarattıklarını sevgisine (hubb-muhabbet) ve kuşatıcılığına işarettir.“ı Aynı zamanda nefes, tecellinin başlangıcından bu yana daimi bir yaratma jestidir ve biyolojik varlıklarımızda gözlemlenmektedir. Tam da rahimde biçimlenmekte olan embriyonun yolculuğunda olduğu gibi:

“Nefesin başlangıcı, suret tam anlamıyla tamamlanıp mükemmelleşinceye kadar aralıksız ve sınırsız olarak devam eden ilahi bir destekle, kuvveden fiile geçiş gibidir. ( ) Diğerlerinin kökenini oluşturan bir tek nefes vardır, önemli filozoflara göre bu nefes ilk önce kalbte ortaya çıkar ve oradan diğer organlara geçer; her organda ona fıtri özelliklerini hissettirinceye kadar kalır.152

Burckhardt, İslam sanatının, Kur’an-ı Kerim’in sabit bir kuralı olmayan o güçlü ritminden doğan titreşimin damgasını taşıması gerektiğini ileri sürer; çünkü İslam sanatı anlamını Kur’an-ı Kerim’in biçiminden değil, hakikatinden almaktadır.109 İslam’ı sanatlar bu hakikatin bit ifadesi olan tevhid ilkesi etrafında şekillenir: “Tevhidin özü sözcüklere sığmaz; kendisini Kur’an-ı Kerîm’ de ani ve kesikli pırıltılar olarak gösterir. Görsel imge katma çarpan bu pırıltılar billur olarak donar ve giderek İslam sanatının özünü oluşturan bu biçimlerdir.” ““
Jorge Louis Borges, “Averroes’in Arayışı” adlı öyküsünde Aristoteles’in Poetika’sını çevirmekte olan İbn Rüşd’ün, komedya ve tragedya sözcüklerine karşılık arayışını anlatır.ıoı İbn Rüşd bir yandan iki sözcüğü aklında evirip çevirir; bir yandan da pencereden oynayan çocuklara bakar: Çocuklardan biri. diğerinin omuzlarına çıkmış, müezzine öykünerek “Lâ ilâhe ı’lla’llâh”102 diye haykırırken diğeri onu hiç kımıldamadan sırtında taşıyan minareyi yansılamakta, bir diğeriyse toprakta secdeye yatarak cemaati canlandırmaktadır.Akşama katıldığı bir toplantıda, üstünde kelime-i tevhidin harfleri okunanı bir gül ile meyvesi kuş olan bir ağacın varlığı üzerine bir tartışma açılır. İbn Rüşd“. ..meyvelerle kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdır, oysa yazı, sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet diyerek sözün Kur’ an-ı Kerim’ e ve dolayısıyla vahye gelmesine yol açar
Dünya insan ile hamiledir, ömür onun doğum ayıdır. Böylece onu karnından berzaha atar. Berzah ahiret menzillerinden bir menzildir. İnsan orada çocuğun eğitim gördüğü gibi büyütülür:

Ibn Arabî

“Bu bir (dünyanın ikinci yaradılışı) idi. Bundan dört yıl evvel yüzünü gördüğü ve sesini işittiği Tanrı, aydınlığa, ‘Ol!’ demişti; aydınlık oluyordu. Suya ‘Ol!’ demişti, su oluyordu ve “Suların arasından levh olsun’ demişti. Levh meydana gelmişti ve “tohum verir nebatı ve yeryüzünde tohumu kendisinden olamk cinsine göre yemiş veren ağaçlar husule gelsin’ demişti ve tohumun cinsinden türlü ağaçlar bitmişti.”358

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun genç cumhuriyetin 11. yılında yazdığı Ankara romanından alıntılanan yukarıdaki sözlerinde Atatürk’e tanrısal bir güç atfedilmektedir. Yukarıdaki sözlere dilerseniz “Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akar/Güneş ufuktan şimdi doğar” sözleriyle de değiştirebiliriz ki roman okumayan kalabalıklara Gençlik Marşı ile ulaşmak daha kolay olmuş, 19 Mayıs kutlamalarıyla, yeni anlayışın çerçevesinin yeni nesilleri kapsaması için uygun yapı kurulmuştur.

Eliade’ın, Güneş kahramanları olarak nitelediği tanrısal kahraman mitleri “dünyayı ‘kurtarır’, yeniler, evrenin düzenlenmesini sağlayan yeni bir dönem başlatır; başka bir deyişle Yüce Varlığın demiurgos mirasını hâlâ korur.”359 Bu bağlamda, yukarıdaki alıntının gönderme alanı belirgindir. Eski Ahit söylemini anımsatan bir dille yeni bir “yeniden” yaratılış hikâyesinde ışığa hükmetmekte olan bu “Tanrı”nın, kutsal ağacı nasıl var ettiği anlatılmaktadır. Önce ışığı, ardından ağacın tohumunu fidana çevirecek olan suyu var etmiştir. Levh ile yeni cumhuriyetin yasalarından söz ediliyor olmalı. Bu yeni levh-i mahfuz, ülkenin aydınlık ve parlak geleceğini kuracak olan laik bültenin yazılacağı yerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir