İçeriğe geç

Golem Kitap Alıntıları – Gustav Meyrink

Gustav Meyrink kitaplarından Golem kitap alıntıları sizlerle…

Golem Kitap Alıntıları

Soru üstüne soru sordum ama artık cevap gelmiyordu.
Keşke güneş bir daha hiç parlamasa ve var olmanın mutluluğuna dair arsız yalanıyla kıvılcımlandırmasa yüreği.
İçimizdeki yaşam, bilinmeyen bir fırtınadan başka bir şey olsaydı ne olurdu? Kutsal kitabın, nereden gelip nereye gittiğini biliyor musun, dediği o rüzgar olsaydı? Zaman zaman derin sulara dalıp gümüş balıklar tuttuğumuzu düşlemiyor muyuz, oysa yalnız soğuk bir hava akımı yalamış oluyor ellerimizi?
Bütün yaşamı boyunca kendini aldatmış birinin öteki dün­yadaki ilahi adalete gizlice inanması gülünç.
Hayat insanların bir de nefretle daha fena hale getirmemesini gerektirecek kadar hüzünlü.
Hayatın tamamı, cevabın tohumunu içinde taşıyan şekle bürünmüş sorulardan ve sorularla gebe kalan cevaplardan başka bir şey değildir. Bunda herhangi başka bir şey gören, delidir.
Bir kimsenin sorabileceği her soru, zihninde sorduğu anda cevaplanmıştır.
Kederlenme: Yavaş yavaş, bilgi gelince, hatıra da gelir. Bilgi ile hatıra birdir.
Uyandırılan kimse artık ölmez ; uyku ile ölüm birdir.
Gözünle nasıl düşünürsün? Gördüğün her şekli gözünle düşünürsün. Şekil kazanmış her şey, önceden bir hayaletti.
Ama tam da böylesi kapalı kalplerde özlem en ateşli haliyle yanar.
Her şey, dünyadaki her şey satranca benzer, Pernath Usta!
Boğucu günlerde havadaki elektrik geriliminin dayanılmaz dereceye kadar yükselip bir şimşek doğurması gibi, hep aynı kalan düşüncelerin birikimiyle zehirlenen getto havası ani bir boşalma oluşturamaz mı? -Ruhsal bir patlama, düşlerimizin bilincini gün ışığına çıkaramaz mı?- Orada doğanın şimşeğini, buradaysa yüz hatları, yürüyüşü ve davranışıyla kitle ruhunun sembolünü eksiksiz açıklayan biçimlerin gizli dilini doğru yorumlamayı bilen kişiler için bir hortlak yaratmış olamaz mı?
İçimizdeki yaşam, bilinmeyen bir fırtınadan başka bir şey olsaydı ne olurdu? Kutsal kitabın, nereden gelip nereye gittiğini biliyor musun, dediği o rüzgar olsaydı? Zaman zaman derin sulara dalıp gümüş balıklar tuttuğumuzu düşlemiyor muyuz, oysa yalnız soğuk bir hava akımı yalamış oluyor ellerimizi?
Karanlık bir kuşku doldu o zaman içime: Biz canlı yaratıklar da sonunda bu kağıt parçaları durumuna düşseydik ne olurdu? Biz bütün saflığımızla kendi özgür isteklerimizle davrandığımızı sanırken, acaba görülmez, anlaşılmaz bir rüzgar mı belirliyordu hareketlerimizi?
Şimdiki zamanın dünyasında çınlayan her sesin birçok
yankısı vardır, tıpkı her şeyin bir gölgesi ve birçok gölgesi ol-
duğu gibi
Soyların her biri diğerine karşı, sıkı kan bağının sınırlarını bile delen gizli bir tiksinti ve iğrenme besler ama bunu dış dünyadan tehlikeli bir sırrı kuruyormuş gibi gizli tutmayı belirler.
Bir defasında babamın, dünya bizim bozulduğunu düşünmemiz için var, dediğini duydum, – sonra hayat ancak bundan sonra başlar.”
Dokunma duyusu, sanki uzun, upuzun derin karanlıkla kaplı bir yoldan geliyordu bilincime ulaşana kadar; sanki eşyalar yılları olan bir zaman dilimi uzaklığındaydılar benden ve çoktan önümden gelip uzaklaşmış bir geçmişe aittiler.
Artık o yabancının nasıl bir kişi olduğunu biliyordum, içimde onu yeniden duyabilmiştim, -her an- istesem gene duyardım, ama görünüşünü gözlerimin önüne getirebilmek, gö­zünün içine bakabilmek – bunu başaramıyordum ve hiçbir zaman başaramayacaktım. Bir negatif gibi, çizgilerini belirleyemediğim bir görünmez kalıptı sanki ve onun biçimini ve gö­rüntüsünü kavramam için kendimin o kalıbın içine girmesi gerekiyordu. – –
Hermafroditin tacı, kemirici kurtların üzerinde gizemli runik harfler kazıdığı bir kırmızı tahtadan yapılmaydı.
Bir toz bulutunun içinden hızlı hızlı koşarak ufak kör koyunlar geldi: Dev hermafrodit bu besi yaratıklarını ardından sürüklüyordu, korodakileri yaşatabilmek için.
Görünmez ağızdan dökülen bu varlıklar arasında, zaman zaman mezarlardan çıkıp gelenler az değildi – yüzlerinde örtüler vardı.
Coşkulu, ortalığı inleten şarkılar hemen yanı başımdaydı, gözlerim ise birbirine sarılmış çifti arıyordu. Yarı erkek, yarı di­şi bir tek varlık -bir hermafrodit- haline dönüşen bu çift sedef bir tahtta oturuyordu.
Görünmez bir ağızdan sözcükler dökülüyor, canlanıyor ve üzerime geliyordu. Dönüyorlar ve önümde renkli giysilere bü­rünmüş esir kızlar gibi dolaşıyorlar, sonra yere gömülüyorlar ya da tıpkı parıltılı bir buhar gibi havada yok oluyorlar, arkalarından gelenlere yol açıyorlardı. Hepsi kısa bir süre onu seçece­ğimi umuyor, ardından geleni incelemeyeceğimi sanıyordu.
Gözüm kapalı çizebilirdim onları: işte kapaksız, eğri büğrü teneke trampet; çok garip biçimde yan yana dizilmiş askerlerin resmedildiği solmuş bir kağıt.
Bir zamanlar bu lekenin yanında bir yağmur oluğu olmalı diye düşünüyorum -geniş açıyla bükük, uçlarını pas yemiş bir oluk-, böylece inatla ürkek düşlerimi kandıracak, onlara ninni gibi gelecek bir görüntü arıyorum.
Duvarların ötesini gören gözleri olmak boşuna. Bazı beyinlerin uzun, görülmez, zehirli iğnelerle aynı duvarları delebilme yeteneğinin de olabileceğini, kesme taşları, altın ve mücevherleri aşıp can damarına ulaşabileceğini anlamıyor.
Oldum olası boğucu bir acı kemiriyordu beni – sanki benden bir şeyler koparılmıştı, sanki yaşamımda bir uyurgezer gibi uçurum kıyısında uzun süre yol aldığımı anımsar gibiydim.
yaşam zaten yeterince hüzünlü, bir de insanlar birbirinden nefret ederek onu daha da acılaştırmamalı.
”Ruhun yaşam düşüncesine gebe kaldı
Yalnız çok aptal olanlar dışarıya yansıyan parıltıya aldanır , diye okumuştum bir yerde bir zamanlar. Ne kadar doğru! Ne kadar doğru!
Kitap sanki bir düş gibi sesleniyordu bana, ama daha açık, daha anlaşılır bir biçimde. Yüreğime dokunuyordu bir soru gibi.
“Mirjam?” diye sordum, nefesimi tutmuş, korkudan titriyordum.
“Mirjam, öldün mü?”
Uzun süre cevap gelmedi.
Ardından zor anlaşılır bir sesle:
“Hayır. Yaşıyorum. Uyuyorum.”
Ötesi yok.
Hayatı boyunca cinayet planları yapan Charousek, burun kıvıra kıvıra ortalıkta dolanan ve kimselerin bilmediği efsanevi bir peygamberden aldıkları buyruklara itaat ettiklerini öne süren insanların herhangi birinden daha saf durmuyor muydu?

Aşkın bir dürtünün ona dikte ettiği buyruğa uyuyordu, üstelik bu dünyada veya öbür dünyada verilecek bir ödül düşünmeden. Yaptığı şey, kelimenin en örtük anlamıyla, görevini yerine getirmenin en dindar hali değil de neydi?

Charousek’in deliliği ne kadar da hesaplı kitaplıydı!
Deli miydi ki?
Bir gün daha, bir güncük daha yaşamak istiyordum!
Bir gün daha o boğucu çaresizliğe katlanmak için mi?
Peki, şu zevksiz, amaçsız çürük çarığa, pencerelerdeki şu kreplere ne demeli? Neden onları bir ip gibi dolayıp kendimi asmıyordum ki?!

O zaman hiç değilse bu göz bozan şeyleri bir daha görmem gerekmez, bütün bu tekdüze, yıpratıcı sefalet bitmiş olurdu- sonsuza kadar.

Sırf gündüz olmasını beklemek için lamba yakma düşüncesinde çok fazla umutsuzluk vardı – ince bir korku, böyle yaparsam sabahın erişilemez bir uzaklığa itileceğini söylüyordu bana.
Seni salmıyoruz – sen bizimsin-sevinmeni istemiyoruz bu evde sevinç diye bir şey olamaz!
İyi yürekli ihtiyarın bana öyle şefkatle bakışı karşısında beynime kan sıçrıyordu. Şefkatinin canımı ne çok yaktığını bilseydi keşkel
Ezelden beridir boğucu bir azap kemirmişti beni, sanki elimden bir şey alınmış ve ben hayatım boyunca bir uçurumun kenarındaki uzun bir yolu uyurgezer halde arşınlamışım gibi bir his. Ve hiçbir zaman bunun nedenini bulmayı başaramamıştım.
…bir var felaketin yaşandığı yerin çevresine, üzücü şeyler hatırlattığı için duvar örmek gibi.
O zaman içimde karanlık bir şüphe doğdu: Ya biz canlılar da işin sonunda şu kâğıt parçaları gibiysek? Ya görünmez, akla sığmaz bir ‘rüzgâr’ da bizi oraya buraya sürüklüyor, biz saf saf kendi irade mizle hareket ettiğimizi sanırken bizim eylemlerimizi belirliyorsa?
Dümdüz yatıp duyularım dikkatimi dağıtmasın diye parmaklarımla gözlerimi ve kulaklarımı kapattım.
Bütün düşünceleri öldürmek için.
Emek yüklü bir dünya küresi omuzlarıma yuvarlan­dı.
Yatağa yattım, uyumak istiyordum ama uykum gel­ miyordu, bunun yerine ne rüya ne uyanıklık ne de uyku olan garip bir duruma düştüm.
Gözünle nasıl düşünürsün? Gördüğün her şekli gö­zünle düşünürsün. Şekil kazanmış her şey, önceden bir hayaletti.
Burada sahiden dans ediliyor demek? Yasağa rağ­men? Bu batakhaneyi kapatıyorum. Siz benimle geliyor­ sunuz, meyhaneci! Diğerleri de, karakola marş marş!
Merhametinin canımı ne ka­dar yaktığını bir bilse!
Ben deliydim, beni hipnoz edip beynimin o odalarına giden bağlantıyı oluşturan yolu kilitlemişler ve etrafımı çevreleyen hayat içinde beni yurtsuz bırakmışlardı.
Evet, elbette! Her şeyi uydurmuş, hayal etmiş olmalı!
Prag’ın karanlık sokaklarına ne kadar az gün ışığının düştüğünü siz de biliyorsunuz.
Düşünce ve eylemlerimin zembereği başka, unutulmuş bir yaşamda saklıydı, bunu görüyordum – onları asla bilemeyecektim: dibinden fışkıran bir aşı. O yola açılan bağlantıyı zorla kurmayı başarsam, oraya kilitlenmiş hayaletlerin ocağına düşmeyecek miydim yeniden?!
Geçip gitmiş olayların hatıralarına takılmamaya dair hastalıklı direncim, bir de zaman zaman tekrarlanan, odalarına ulaşamamakla lanetlendiğim bir evde kilitli olduğumu gördüğüm rüya, hafızamın gençlik dönemimle ilgili şeylerde beni korkutucu şekilde yolda bırakması – tüm bunlar bir anda korkunç açıklamasını buldu: Ben deliydim, beni hipnoz edip beynimin o odalarına giden bağlantıyı oluşturan yolu kilitlemişler ve etrafımı çevreleyen hayat içinde beni yurtsuz bırakmışlardı.
Hayatın tamamı, cevabın tohumunu içinde taşıyan şekle bürünmüş sorulardan ve sorularla gebe kalan cevaplardan başka bir şey değildir. Bunda herhangi başka bir şey gören, delidir.
Ve kitabı sonuna dek okudum, hala da elimde tutuyordum, o an sanki ben, arayış içinde bir kitabın değil de beynimin sayfalarını çeviriyor gibiydim!
Kahkaha! – Bu binada neşeli bir kahkaha ha? Koca mahallede neşeyle gülebilecek kimse oturmuyor.
Tek bildiğim, vücudum yatağa uzanmış uyuyor ve duygularım kendi halinde, artık vücuduma bağlı değil.
Dibinden kesilmiş bir bitkiyim ben, başka kökten fışkıran bir aşı.
Herkül’ün bir hileyle dev Atlas’tan, müsaade et de başıma ip sarayım, bu korkunç yük yüzünden beynim patlamasın, diye ricada bulunarak kendini kurtarması gibi, belki bu güçlüğü atlatmanın da karanlık bir yolu vardı.
..çoğu kez uzun süre oruç tutmak ve uyanık kalmak gerekiyor ruhumuzun fısıltılarını anlamamız için.
Yaşam zaten yeterince hüzünlü, bir de insanlar birbirinden nefret ederek onu daha da acılaştırmamalı.
Eski, sevgili bir dostu özler gibi özlüyordum onu.
Oysa kapalı yüreklerde ihtiras ateşi büsbütün güçlü yanar.
Dünyada her şey ama her şey satranç oyunu gibi Pernath Usta!
Göz ışığını yitirmek demek her şeyi yitirmek demekti.
İnsan ara sıra düşüncelerini öylesine güçlü duyar ki, onlar yakındaki bir kişinin beynine sıçrar, tıpkı bir kıvılcım gibi..
Binlerce yoksul şeytan açlıktan ölebilir, kimse ağlamaz ama sahnede köylü elbiseleri giymiş andavalın tekinin gözleri devrilse işte o zaman saray köpeği gibi ulurlar.
Hayat yeterince hüzünlü, bir de karşılıklı nefretle biraz daha zehretmeye gerek yok.
Keşke güneş bir daha hiç parlamasa ve var olmanın mutluluğuna dair arsız yalanıyla kıvılcımlandırmasa yüreği.
Onu ‘güzelliğe’ dair şeytanca bir yalana batırdı, ona estetiğin iç ve dış özelliklerini öğretti, dışarıya karşı kırlardaki zambağı oynaması fakat aslında bir akbaba olması için eğitti onu.
Her mahluku sıkıp ondan kendisi için mümkün olduğunca çok sevinç ve zevk çıkarmak, sonra da kabuğu faydasız diye derhal bir kenara fırlatmak. İleri görüşlü eğitim sisteminin abecesi aşağı yukarı buydu.
Babam bir keresinde bana Kabala’nın iki tarafı var demişti: Biri sihirli, diğeri soyut ve asla birbirleriyle örtüşmediklerini söylemişti. Sihirli olan soyut olanı yanına çekebilir belki ama tam tersi katiyen olmaz. Sihirli olan bir lütuftur, diğeriyse yalnızca bir önderin yardımıyla da olsa elde edilebilir.
Aynı yıkıcı “hiçlik”, var olmayan fakat tüyler ürpertici varlığıyla odayı dolduran hiçlik.
‘Zeki adam önlem alır,’ ama daha zeki olan, bana kalırsa, bekler ve her şeye hazır olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir