İçeriğe geç

Göğü Delen Adam Kitap Alıntıları – Erich Scheurmann

Erich Scheurmann kitaplarından Göğü Delen Adam kitap alıntıları sizlerle…

Göğü Delen Adam Kitap Alıntıları

Bu ışık birbirimizi sevmemizdir, yürekten selam diyebilmemizdir.
Çünkü, sürekli aynı şeyi yapmak kadar hiçbir şey zor gelmez insana.
Her şey Tanrı’nındır.
Elinde tuttuğun her şey senindir.
Tanrı’nın her şeyi kendi adaletli elinde tuttuğu yerde ne kavga olur ne de yokluk.
Benim olan yalnızca ve tek başına bana aittir, senin olan ise yalnızca ve tek başına sana.
Bütün insanların yararını değil, bir tek kişinin yararını düşünür hep. Bu tek kişi de kendisidir.
Zaman hiç yetmiyor! Zaman dört nala kalkmış bir kırat gibi koşuyor!
Avrupa’da para vermeden herkesin yararlanabileceği tek bir şey buldum: Hava.
Her şey için para ödemelisin.
Papalagi genellikle, ister köyde yaşasın ister varlıklarda, her şeyi olduğu gibi kabullenir.
Bizim içimizde küllenmiş olan
duygularımızı yeniden
canlandırmayı da
öğrenmemiz gerek.
Gövde, kol ve bacaklar ettir. Ancak boyundan yukarısı gerçek insandır.
İçimizde küllenmiş olan duyguları yeniden canlandırmayı öğrenmemiz gerek.
Papalagi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama sözcüğü sözcüğüne çevrilirse göğü delen anlamına gelir.
parası olan bir adamın gerçekten iyi olup olmadığını bilemezsin. servetinin nereden ve nasıl geldiğini bilmen mümkün değildir.
Yalancı yaşamın (sinema) içine dalmak büyük bir acı kaynağıdır. Gerçek yaşamını unutturur. Bu bir hastalıktır. Çünkü aklı başında bir insan güneşin altında sıcak gerçek yaşam dururken, karanlık bir odaya hapsolmuş yalancı yaşamı ne yapsın?
O bize Tanrı’nın sözünü getirdi. Doğru. Ama kendisi Tanrı’nın sözünü, öğretisini anlamamış. Ağzıyla anlamış, kafasıyla anlamış, ama bedeniyle değil. Bu ışık içine işlememiş ki dışına yansısın, gittiği yerde her şey yüreğinin ışığıyla aydınlansın. Sevgi de denebilir bu ışığa.

Sözleriyle bedeni arasındaki bu yanlışlığı artık fark etmiyor bile. Ama sen Tanrı lafını yürekten söylemediğini hemen anlarsın. Yüzünü ekşitir, yorgunmuş ya da bu laf onu hiç etkilemiyormuş gibi davranır. Bütün beyazlar kendilerine Tanrı’nın çocukları derler, bununla da kalmayıp, yeryüzü şeflerinin hasırlar üstüne yazdığı inanışlarını ona onaylatırlar. Ama Tanrı onlara yine de uzaktır. Hepsi Tanrı’dan haberdar olsalar da, o büyük öğretiyi su gibi bilseler de uzaktır. Hatta, Tanrı’ya saygı göstermek için yapılan o güzelim koca kulübelerdeki tek işi Tanrı’dan söz etmek olanların bile içinde değildir Tanrı. Konuştuklarını yel alır boşluğa savurur. Tanrı konuşmacıları sözlerinin içini Tanrı’yla doldurmazlar. Kayalara çarpan dalgalar gibidir konuşmaları. Sabah akşam uğuldarlar da kimse duymaz onları.

Hıristiyan der Papalagi kendine. Güzel bir türkü gibidir bu sözcük. Bütün zamanlar için Hıristiyan olabilsek keşke. Hıristiyan olmak: Önce Yüce Tanrı’yı ve kardeşlerini, en son kendini sevmek demektir. Sevgi-iyi olanı yapmak-kanımız gibi içimizde, başımız, ellerimiz gibi bizimle bir bütün olmalıdır. Papalagi ise, Hıristiyan, Tanrı, sevgi sözcüklerini yalnızca ağzında taşır. Diliyle bunlara vurdu mu, dünyanın gürültüsünü koparır. Ama yüreği, sevgisi Tanrı’nın önünde eğilmez, yalnızca şeylerin, yuvarlak metal ve ağır kağıdın, zevk düşüncesinin ve makinenin önünde eğilir. İçi zamana karşı vahşi bir hırs ve mesleğinin çılgınlığıyla kaplıdır, ışıkla değil. Çok, ama çok uzaklardaki Tanrı’ya gitmektense, on kez sahte yaşamlar mekânına gitmek yeğdir onun için.
Yüce Ruh, elindeki sırları hiçbir zaman kaptırmaz. Bugüne kadar hiç kimse, bacaklarını doladığı palmiyeden daha yükseğe tırmanamamıştır. Yapraklarına kadar tırmansa bile, gerisin geri aşağı iner. Ağacın gövdesi yok ki daha yukarı tırmansın. Zaten Yüce Ruh da insanların bu aşırı merakından pek hoşlanmaz. Bu yüzden her şey başı sonu olmayan sarmaşıklarla sarılmıştır. Bütün düşünceleri tadanlar eninde sonunda şaşalayıp kaldıklarını, yanıtını veremedikleri soruları Yüce Ruh’a bırakmak zorunda olduklarını bilirler.
Bütün düşünme hastalarını iyi edecek tek şey, yani unutmak ve düşünceleri savurmak üstünde hiç durulmaz. Bu yükten çok azı kurtulabilir. Çoğu kafasında koca bir yük taşır oradan oraya, bedenini yorgun düşüren, zamanla güçten kuvvetten kesen bir yük.
Düşünmeden, bütün organlarıyla birlikte yaşamayı beceremiyor artık. Bütün duyuları derin uykulardayken, neredeyse hep kafasıyla yaşıyor yalnızca. Hem de bu arada iki ayağı üstünde yürümesine, konuşmasına, yemesine, gülmesine rağmen. Düşünme, düşünceler (bunlar düşünmenin ürünleridir) onu tutsak etmişler. Bir tür uyuşturucu gibi kendi düşünceleri..
Yalancı yaşamlar mekanı ve bir sürü kağıt Papalagi’yi bugün hak ettiği yere getirmiştir: Gerçek olmayanı sevip gerçek olanı ayırt edemez olmuştur; yani suretini Ay’ın kendisi sanan, yazılı hasırı yaşamın yerine koyan güçsüz, kafası karışmış insanlar.
Hele bir sormak gerek, acaba pek düşünmeyen mi aptal, yoksa çok fazla düşünen mi?
Gazete bütün insanları tek bir kafa haline getirmeye çalışır. Benim kafama, benim düşünceme karşı savaşır. Tüm insanların kafasını ve düşüncesini ele geçirmeye çalışır. Bunu becerir de. Sabah kâğıdı okursan, öğlene, diğer Papalagi’lerin kafalarında ne taşıdıklarını, ne düşündüklerini bilirsin.
Asıl kötü olanı, şunun bunun hakkında, ulu şeflerimiz hakkında, başka ülkelerin şefleri hakkında, olup biten ve insanın yaptığı her şey hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğini söylemesidir.
Çünkü diyelim ki kardeşlerinle karşılaştın ve hepiniz önceden kafanızı o kâğıt kalababığının arasına soktunuz. Herkes kafasında aynı şeyleri taşıdığı için, birbirinize anlatacağınız yeni özel bir şey kalmaz. O zaman ya karşılıklı susarsınız, ya da kâğıtta yazılı olanları tekrarlayıp durursunuz. Ama, kutlanan bir şenliği, yas tutulan bir acıyı kendi gözlerinizle görmeyip, başkasının ağzından anlatıldığı gibi öğrenince, her zaman bir şeyler eksik kalır.
Evet, özellikle kötü ve acı verici olaylar, iyi olaylara göre çok daha ayrıntılı anlatılır; hem de tek bir noktası bile atlanmamacasına. Sanki kötüyü anlatmaktansa iyiyi anlatmak daha önemli daha keyifli değilmiş gibi.
Meydana gelen her şeyden, insanların yaptıklarından, yapmadıklarından haber verilir. Akıllarından geçirdikleri iyi ya da kötü düşüncelerden, bir tavuğu, bir domuzu kesip kesmediklerinden ya da yeni bir kano yaptıklarından.
İnsan yalnızca el, yalnızca ayak ya da yalnızca kafa değildir, bunların hepsi bir bütündür. El, ayak ve kafa bir arada olmak ister. İnsanın yüreği, ancak bütün organları ve duyuları bir arada hareket ediyorsa sağlıklı, mutlu olabilir, yoksa bir bölümü canlı diğer bölümleri ölüyse asla.
Ve içinizden biri, sanki bütün diğer organlarımız, bedeninizin duyuları felce uğramış ya da ölmüş gibi elinizi bir tek amaç uğruna kullanmanızı söylese deli yerine koyardınız onu mutlaka.
Büyük Ruh, ağaçtan meyve koparabilelim, kulkas kökünü bataklıktan çekip alabilelim diye verdi bu elleri bize. Bedenimizi bütün düşmanlara karşı koruyabilelim, dans ederken, oynarken, bütün güzel şeyleri yaparken kullanalım diye. Herhalde, yalnızca kulübe yapalım, meyve toplayalım ya da kök sökelim diye değil. Ellerimiz bizim hem hizmetkârımız hem de savaşçımızdır. Her zaman ve her durumda.
Makineleri, marifetleri, büyüleri, hiçbir şeyi insanın hayatını uzatmaya yetmedi; ne de insanı daha mutlu, daha huzurlu kılmaya,
İşte böylece Papalagi’lerin çoğu yalnızca meslekleri olan şeyleri yapabilirler ve örneğin kafasında bir sürü bilgi, kolunda güç olan büyük şef, döşeğini yere sermekten, yemek kaplarını temizlemekten acizdir.
Bizim aramızda da daha çok şeyi olanlar vardır. Birçok döşeği ve domuzu olan kabile şefine saygı gösteririz. Ama saygımız yalnızca şefin kendisinedir, döşekleri ne ve domuzlarına değil. Zaten onları alofa’ olarak veren bizleriz; sevgimizi göstermek, yiğitliğini ve aklını övmek için. Ama Papalagi, kardeşlerinin döşeklerine ve domuzlarına saygı gösterir, yoksa onların yiğitliğiyle, aklıyla ilgilendiği döşeği ve domuzu olmayan kardeşin saygınlığı ya hiç yoktur, ya da yok denecek kadar azdır.
Avrupada mesleği bütün neşesini alıp tükettiği için, yaptığı işin sonucunda onu keyiflendirecek tek bir meyve, tek bir yaprak bile ortaya çıkmadığı için işinde keyif nedir bilmeyen, yüzü kül gibi solmuş Papalagi’lerin sayısı bizim adalarımızdaki palmiyelerden çok daha fazladır.
Meslekleri onları uykuya ve ölüme mahkûm ettiğinden kemikleri katılıp hareket edemez olmuş, kasları sevinçlerini yitirmiştir. Meslek, yaşamı yok eden bir Aitu’dur. İnsanların kulağına güzel şeyler fısıldayan, ama bedenindeki kanı içen bir Aitu.
Bir hedefe hızlı varmak nadiren gerçek bir kazanç sayılır. Ama Papalagi, her zaman bir an önce varmak ister hedefine. Makinelerinin hemen hepsi, onu hedefe daha hızlı götürmeye yarar. Ama bir kez hedefe vardı mı, yeni hedefler çağırır onu bu kez. Böylece Papalagi, yaşamı boyunca durup dinlenmeksizin koşuşturur durur. Yürümeyi, adım atmayı unutur, aramadan gelip bizi buluveren hedeflere doğru ilerlemenin mutluluğunu tadamaz.
Ama Papalagi, Tanrının palmiyeyi, muzu, leziz kulkas köklerini, ormanın bütün kuşlarını, denizin bütün balıklarını hepimiz sevinelim, mutlu olalım diye verdiğini bilmiyor. Diğerleri açlık ve yokluk çekerken, sadece birkaçımız yararlanalım diye vermediğini bilmiyor. Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir. Tanrı, bütün insanlara ellerini uzatır. O, birinin diğerinden daha fazla şeye sahip olmasını ya da birinin Ben güneşte yatacağım, ama senin yerin gölge demesini istemez. Hepimizin yeri güneşin altıdır.
Palmiye olgunlaşınca yapraklarını ve meyvelerini döker. Papalagi ise, yapraklarını ve meyvelerini dökmek istemeyen bir palmiye gibi yaşar. Bunlar benim, siz yiyemezsiniz! Peki, o zaman palmiye yeni meyveleri nasıl taşıyacak? Palmiyenin bilgeliği Papalagi’ninkinden kat kat yüksektir.
Ah kardeşlerim, bir Samoa köyünü içine alacak kadar kocaman bir kulübesi olup da, bir yolcuya tek geceliğine bile çatısının altında yer vermeyen adam hakkında ne düşünürsünüz? Elinde koca bir hevenk muz olan, ama karşısında açlık çekip yakaran birine bir tane bile muz vermeyen adam hakkında ne düşünürsünüz? Gözlerinizdeki kızgınlığı, dudaklarınızdaki aşağılamayı görüyorum. Papalagi her saat bunu yapar. Yüzlerce döşeği olsa döşeksiz birine bir tanesini bile vermez. Üstüne üstlük bir de döşeği olmadığı için karşısındakini suçlar, sitem eder. Kulübesi, çatısının en yüksek noktasına kadar yiyeceklerle dolu olabilir, aiga’sına yıllarca yetip de artacak kadar; ama çıkıp yiyeceği olmayan solgun ve aç birini aramaz. Oysa aç ve solgun olan bir dolu Papalagi vardır.
Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi.
Kimisi daha doğar doğmaz bütün benim lerini babasından alır. Ne derseniz deyin, Tanrı’nın pek bir şeyi kalmamış, insanlar her şeyini almışlar ve kendi benim”leri, senin leri haline getirmişler. Birileri çıkıp daha fazla istediği için, Tanrı, güneşini bile herkese eşit dağıtamıyor. Birçokları gölgede küskün ışınları yakalamaya çalışırken, pek azı güzel ve büyük güneşli alanlarda oturuyor.
Bu yüzden insanların içinde mesleklerine karşı kor gibi yanan bir nefret vardır.
İşte, Papalagi’ye en büyük tehlike de buradan geliyor. Bir sefer gidip gölden su çekmek keyiflidir, hatta belki günde birkaç sefer bile. Ama güneşin doğuşundan batışına kadar, her gün, tüm saatler boyunca gücünün sonuna kadar tekrar tekrar su çekmek zorunda kalan biri, sonunda sinirinden isyan edip elindeki kovayı, bedenini saran zincirleri savurur. Çünkü, sürekli aynı şeyi yapmak kadar hiçbir şey zor gelmez insana.
Daha doğar doğmaz para ödemeye başlarsın. Öldüğünde de, öldüğün için ailen para ödemek zorunda kalır. Ayrıca bedenin toprağa verildiği için ve mezarına senin adına dikilen taş için de para ödemek gerekir.
Papalagi, yaşamını işte bu kutular arasında geçirir. Günün hangi saatinde olduğuna göre ya o kutuda ya bu kutudadır. Çocukları burada, topraktan yukarıda -genellikle yetişkin palmiye ağacından bile yüksekte- taşlar arasında büyür. Papalagi zaman zaman, kendi deyimiyle, özel kutusunu terk edip başka bir kutuya gider. Burası işyeridir. Burada karısı ve çocukları olmaksızın rahatça çalışır.
Kimi barınaklarda, bir Samoa köyünde yaşayan insanlardan çok daha fazla insan oturur. Bu nedenle görüşmek istediğin aiga’nın(ailenin) adını kesin olarak bilmek gerekir. Çünkü her aiga bu taş sandığın ya alt tarafında, ya üst tarafında, ya da ortalarında, sağında ya da solunda belli bir bölümünü kendine ayırmıştır. Bir aiga diğerlerinin ne yaptığını bilmez. Sanki yalnızca taş bir duvar değil de, Manono, Apolima ve Savaii gibi birçok deniz ayırır onları. Çok zaman birbirlerinin adlarını bile bilmezler. Giriş deliğinde karşılaştıklarında ya isteksizce selamlaşırlar, ya da düşman böcekler gibi mırıldanırlar. Gören de bir arada yaşamak zorunda kaldıkları için hiddetlendiklerini sanır.
Kadın da erkek gibi gövdesini örten kılıflar ve örtüler sarar üstüne. Derisi yara ve ip izleriyle doludur. Memeleri, onları sanki cendereye almış gibi sıkan bir kılıf yüzünden sönükleşmiş ve süt veremez hale gelmiştir. Bu kılıf, boyundan memenin altına kadar uzanır, sırttan da bağlanır.
Eğer insan çok fazla şey e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir.
Kimisi daha doğar doğmaz bütün “benim”lerini babasından alır. Ne derseniz deyin, Tanrı‘nın pek bir şeyi kalmamış, insanlar her şeyini almışlar ve kendi “benim’leri, “senin’leri haline getirmişler. Birileri çıkıp daha fazla istediği için, Tanrı, güneşini bile herkese eşit dağıtamıyor. Birçokları gölgede küskün ışınları yakalamaya çalışırken, pek azı güzel ve büyük güneşli alanlarda oturuyor.
Bir Avrupalı‘ya sevginin tanrısından söz edecek olsan, yüzünü buruşturur ve güler. Senin düşüncenin yalınlığıyla alay eder. Ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da koca bir ağır kâğıt uzatacak olursan, o an gözleri parıldar ve dudaklarının arasından salyalar akar. Onun sevgisi paradır, tanrısı paradır. Onlar, yani beyazların tümü uykularında bile bunu düşünürler. Öyleleri vardır ki, ha bire yuvarlak metal ve ağır kâğıt tutmaktan elleri kanca gibi olmuş, duruşları orman karıncasının bacakları gibi yamulmuştur. Kimileri vardır, para saymaktan gözleri körelmiştir. Para uğruna mutluluklarını, vicdanlarını yitirenler; gülmekten, onurundan, sevincinden, hatta karısından, çocuğundan olanlar vardır. Çoğu, sağlığını bile bunun uğruna feda eder.
Bu köylerde, kentlerdekinden başka türlü düşünen insanlar yaşar. Bunlara toprak insanları denir. Yarık insanlarından daha çok yiyecekleri olduğu halde elleri daha kaba, örtüleri daha kirlidir. Yaşamları diğerlerinden çok daha güzel ve sağlıklıdır: Ama kendileri buna inanmaz; ve toprağa basmayan, tohum ekip ürün biçmeyen, bu yüzden onlara boşgezer gözüyle bakan yarık insanlarını kıskanırlar. Onlara karşı düşmanlık güderler. Onlara kendi topraklarında yiyecek sağlayan, meyve toplayan, yağlanana kadar sığırları otlatan ve sonra da yarısını yarıklardakine veren hep toprak insanlarıdır çünkü. Tüm yarık insanlarına yiyecek sağlamaktan canları çıkar. Yine de, neden öbürlerinin örtülerinin daha güzel, ellerinin daha beyaz olduğunu, neden kendileri gibi güneşten terleyip, rüzgârda üşümek zorunda kalmadıklarını bir türlü almaz kafaları.
Bir keresinde bir adam görmüştüm; kafası karmakarışık, gözleri yuvalarından uğramış, çenesini ölü bir balığınki gibi sıkı sıkıya kapamış, dövünmekten her tarafı kızarıp morarmıştı. Bütün bunların sebebi ise, hizmetçisinin söz verdiği saatten bir soluma süresi geç gelmiş olmasıydı. Bir solukluk süre, onun için bağışlanamayacak kadar büyük bir kayıptı. Hizmetçi, onun kulübesinden ayrılmak istediğinde, ‘Yeterince zamanı mı çaldın zaten, zamanın kıymetini bilmeyenin kendisi de beş para etmez’ deyip def etti onu.
Hep söylüyorum, bunun bir hastalık olması lazım. Çünkü, diyelim ki beyaz adamın içinden bir şey yapmak geçiyor. Yürekten istiyor hem de. Belki güneşlenmek, belki de ırmakta kanoyla dolaşmak istiyor. Ya da canı sevdiği kızı çekiyor. Hemen her seferinde aynı düşünceye kapılıp, bastırır bu isteğini: Keyfe zamanım yok! Oysa zaman orada öylece durur. O ise en iyi niyetle bile görmez onu. Zaman alan binlerce şey sıralayıp yakına yakına işinin başına çöker. Oysa işi ne zevk ne de eğlence verir ona. Üstelik kendinden başka zorlayan da yoktur.
Büyük Ruh’un şey lerinden başka çok az şey’e ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız. Büyük Ruh kendi şey lerini görebilmemiz için bize göz verdi. Üstelik bunların hepsini görmeye bir insan ömrü bile yetmez.
Şimdi, beyazlar, bizlerde varlıklı olalım diye kendi hazinelerini getirmek istiyorlar. Kendi şey lerini yani. Oysa bu şey ler, göğüslerine saplanmış, öldürücü, zehirli oklardan başka bir şey değildir. Ülkemizi iyi tanıyan bir adamın Size çeşitli ihtiyaçlar yaratmalıyız dediğini duymuştum. Yine “şey leri kastediyordu. O zaman siz de çalışmak için can atarsınız diye devam ediyordu bu bilge adam. Ellerimizin gücünü şey’ler üretmek için harcamamız gerektiğini söylemeye çalışıyordu. Sözde kendimiz için, ama öncelikle Papalagi için şey ler. Biz de yorgun, solgun ve iki büklüm olmalıymışız.
İnsan gerçek bir Avrupalı olunca, o kadar çok şey’e gereksinim duyar ki, bu yüzden Papalagi’nin elleri şey yapmaktan dinlenmeye firsat bulamaz. Yüzleri yorgun ve acılıdır. Çoğu, Büyük Ruh’un şey lerini görmekten acizdir. Köy meydanında keyifli şarkılar söylemekten, güneşli bayram günlerinde dans etmekten bizler gibi kollarının, bacaklarının mutluluğunu yaşamaktan acizdir.
Bir Avrupa kulübesinde öylesine çok şey vardır ki, onları bir yerden bir yere taşımaya, koca bir Samoa köyündekilerin hepsi ellerini kollarını doldursa yetmez yine de. Tek bir kulübede o kadar çok şey vardır ki, beyaz şeflerin çoğu, yalnızca o şey leri yerli yerine yerleştirmekten ve kumlarını temizlemekten başka işleri olmayan sürüyle erkek ve kadın çalıştırmak zorunda kalır. En büyük Taopou bile zamanının büyük bölümünü şey lerini saymaya, yerini değiştirmeye ve temizlemeye ayırır.
Hele bir düşünün kardeşlerim, hemen şu anda büyük bir fırtına çıksa ve ormanla dağı söküp götürse. Hem de tüm ağaçlarıyla, yapraklarıyla birlikte. Bütün midyeleri, lagünün bütün hayvanlarını alsa ve geride tek bir hibikus çiçeği bile kalmasa, hani şu bizim kızların saçlarına taktıklarından. Her şey, gördüğümüz herşey yitse, kumdan başka bir şey kalmasa görünürde. Toprak, avuç açmış bir insanın eline benzese, ya da üzerinden kızgın lavların aktığı bir tepeye. Palmiyelerin arkasından nasıl ah ederdik, midyelerin, ormanın, her şeyin arkasından İşte, Papalagi’nin bir dolu kulübe diktiği ve kent adını verdiği yerlerde de toprak bomboş bir el gibi çorak. İşte bu yüzden Papalagi, çılgın gibi Büyük Ruh’un rolünü oynar. Sahip olmadıklarını unutabilsin diye. Kendisi bunca yoksul, ülkesi de bunca acılı olduğu için dört elle şey lere sarılır ve delinin solgun yaprakları toplaması gibi toplayıp, kulübesini ağzına kadar onlarla doldurur.
Yalnız yolunu şaşırmış, hastalıklı ve Tanrı’nın elini elinde hissetmeyen insanlar bu taştan yarıklar arasında güneşten, ışıktan ve yelden yoksun kalarak mutlu olabilirler. Papalagi’nin sözde mutluluğu kendinin olsun. Ama bizim güneşli kıyılarımıza taş kutularından dikmeye kalkıştığında hepsini başına yıkmalıyız. Mutluluğumuzu taştan kutular, gürültü, duman ve yarıklarla yok etmeye çalıştığında karşısına dikilmeliyiz.
Ama hiçbir Papalagi, parasız yapamaz. Hiçbiri! Parayı sevmeyenle alay edilir, aptal gözüyle bakılır. ‘Varlık – bol paraya sahip olmak demektir bu- mutluluk getirir,’ der Papalagi.
Nasıl ki bizde ağır bir midye zinciriyle dolaşmak hoş değilse, paranın ağır yüküyle dolaşmak da aynı şey. İnsanın soluğunu keser, kol ve bacaklarının özgürce hareket etmesini önler.
Buna karşılık da varlıklı olan, kendisine gösterilen saygının gerçekten kendisine mi, yoksa parasına mı olduğunu kestiremez.
Başkalarının gücünü sömürüp, kendi işlerinde kullandıkları için ne başları ağrır, ne de uykuları kaçar. Bu paranın bir kısmını başkalarına verip onların işlerini kolaylaştırmak akıllarının ucundan bile geçmez.
Paranın onu hasta ettiğini, bütün duyularını ele geçirdiğini anlarsın.
Çünkü beyazların dünyasında insanların ağırlığı yalnızca parasıyla, o parayı her gün ne kadar arttırabildiğiyle ve hiçbir depremin zarar veremeyeceği kalın demir kutunun içinde ne kadar biriktirebildiğiyle ölçülür. Yiğitliği, soyluluğu ya da zekâsının parlaklığıyla değil.
Çok parası olanların hepsi çok çalışmaz. Aslında herkes çalışmadan para kazanmanın yollarını arar.
Ama, beyazların ülkesinde, güneşin doğuşundan batışına kadar parasız hiçbir şey yapamazsın. Paran olmadı mı ne açlığını, susuzluğunu giderebilirsin ne de yatacak bir döşek bulabilirsin. Paran olmadığı için seni Fale pui pui’ye’ atarlar ve kâğıtlar senden söz eder. Hep para ödemek zorundasın. Yani yürüdüğün yol için, kulübeni yaptığın yer için, gece yatacağın döşek için, odanı aydınlatan ışık için para vermen gerekir. Güvercin avlamak, ırmağa girmek için bile. İnsanların şarkı söyledikleri, dans edip eğlendikleri bir yere mi gideceksin, ya da kardeşinden bir öğüt mü isteyeceksin, bunun için de avuç dolusu yuvarlak metal ve ağır kâğıt vermen gerekir. Her şey için para ödemelisin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir