İçeriğe geç

Göçmen Yıldız Kitap Alıntıları – Jean-Marie Gustave Le Clezio

Jean-Marie Gustave Le Clezio kitaplarından Göçmen Yıldız kitap alıntıları sizlerle…

Göçmen Yıldız Kitap Alıntıları

giderken geride bırakılanlar, bir daha bulunabilir miydiki?
Güneş herkes için parlamıyor mu?
Bunlar arkamda bıraktığım, dehşet yılları. Gidiyorlar, trenin ardında kalan manzaralar gibi ters yöne doğru uzaklaşıyorlar.
Geriye bakmanın hiç bir yararı yoktu, bütün bunlar var olmaktan çıkmıştı.
Güneş herkes için parlamıyor mu?
İnsan giderken arkasında bıraktıklarını yeniden bulabilir mi?
Gözlerimde tuz vardı sanki. Anlayamıyordum birçok şeyi,içime bıraktığı ve ölümü aşan bu yaşam parçasıyla bağlanmıştım sanki..
Ve Nejma’yı düşünüyorum
Geceleri uyuyamıyordum, göz kapaklarım kapanmak bilmiyordu, gözlerimde tuz vardı sanki. Anlayamıyordum birçok şeyi, içime bıraktığı ve ölümü aşan bu yaşam parçasıyla bağlanmıştım sanki.
Nejma’yı bugüne kadar hep aradım. Penceremden bu karlı caddede onu görmeyi umut ettim. Hastanenin koridorlarında, tedaviye gelen yoksul insanların arasında aradım onu. Düşlerimde, kapıyı açıp karşıma dikiliyordu
Bir gün Siloe yoluna geri döneceğim, o toz bulutu dağılacak ve Nejma bana doğru yürüyecek. Zamanı yok etmek, ölmüş insanların acılarını ve yanıklarını ortadan kaldırmak için, defterlerimizi değiştireceğiz onunla.
Bunun üzerine ben de kara bir defter aldım ve ilk sayfasına Nejma’nın adını yazdım. Yaşantımı anlatıyordum orada, gün be gün, üniversitede geçen günlerimi
Konuş benimle, Nejma.
Gel, seninle konuşmak istiyorum
Korkmuştum birden, göğsümde çöken o ağırlık ve kemiklerime kadar beni yakıp kavuran ateş yüzünden canım çok acıyordu.
Sarı gözleriyle bana bakıyordu.
Askerler bavullarımızı aradıklarında, bıçakları, makasları ve hatta aynaları, silah olabilecek her şeyi almışlardı. Kendileri için mi korkuyorlardı acaba? Yoksa kendimiz için kullanmamızdan mı endişe duyuyorlardı?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Artık güneş, daha acı dolu, daha kırmızı ve yanık topraklara doğuyordu.
Gülümseyebiliyordu artık.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Neden savaş var?
Barış içinde yaşayamaz mıyız?
Gandhi’nin ölüm haberini verdiği gün, olay orada gerçekleşmiş gibi, allak bullak olmuş yüzü solmuştu.
Belki de gerçekte böyle bir yer var, ancak bizler oraya ulaşamayız.
Özgürüm, içimde rüzgârın ve ışığın özgürlüğü var.
Düşüncemde, dünyanın öbür ucuna gitmiştim bile.
Güneş ışığını görmeyeli çok olmuştu, bu nedenle başım dönüyor, yürek atışlarımı boynumda ve kulaklarımda hissediyordum.
Burası günden güne bizim hapishanemiz oldu, mezarlığımız olmayacağını kim bilebilir?
Annesinin elini sıkıca tutardı, sanki ikisi de on üç yaşındaydı ve önlerinde uzun bir hayat vardı.
Bırakın beni!
Hepimiz öleceğiz! İnmek istemiyorum!
Boğazı öylesine düğümlemiş ki, hiçbir şey söyleyemiyor.
Keskin çığlıkları düşümden uyandırıyor beni.
Beni alıp götürüyor, rüzgârla savurup denizlere atıyor.
Çoban umudumu yitirdiğim için ağladığımı düşünüyor.
Soluk alıyorum, özgürüm.
Uyumayalı ve doğru dürüst yemek yemeyeli o kadar uzun zaman oldu ki!
Orada, kapkara duvarlar, akan kara sular, boşluk duygusu ve soğuk, hatta sokaklarda dolaşırken üstünüze yürüyen o kalabalıklar yok.
Binlerce insan geri dönmemek üzere gidecek olan bu gemiyi bekliyor belki de. Başka dünyalara..
Tüfeğiyle dağa çıkarken, geri gelmemek üzere otların arasından yok oluşunu..
Başkalarını öldürenler onların yaşamlarını çalıyor, acımasız oluyorlar, yırtıcı hayvanlar gibi.
Karanlık çöktüğünde yok olup gidiyordum.
Geceyi kaygıyla beklerdim.
Onlar uzaklaşıyorlar artık, tıpkı bir trenin ardında bıraktığı görüntüler gibi ters yöne gidiyorlar.
Ona bütün düşündüklerimi, o kapıyı aşmanın ne kadar zor ve uzun olacağını anlatmak isterdim.
Ben bu gözyaşlarının neden aktığını anlayamıyordum.
Bu olanlarla ilgili hiçbir şeyi unutmamalıyım. Bu nedenle, eski bavullara dayanıp oturdum ve istasyona yayılmış, duvarlara yaslanmış bu bedenlere, battaniyelere sarınmış banklarda uyuklayan bu insanlara bakıyordum, cesetleri ve atılmış yırtık pırtık giysileri andırıyorlardı.
Ben buradayım, işte bu kadar.
Bu soğuk havada tren beklediğinizde geceler çok uzun geliyor insana. Tüm yorgunluğa ve çevremde dolaşan bu boşluğa karşın, bir türlü uyku girmedi gözüme.
Yüreği sızlıyordu, göğsündeki bir damarın titrediğini duyuyordu.
Esther kilisenin ortasında durup ışıkları izledi. Isının içine işlemesini bekliyordu. Sanki hepsi buradaydı, bir an daha, ancak bir an, ne olur, bakışlarının gücünü, çocukların sorgulayan bakıďlarını, sevgi dolu kadınları, erkeklerin bakışlarındaki gücü hissediyor, seslerindeki acıyı işitiyor, şarkı söylerken sallanan o bedenlerin ağır devinimlerini, bir gemi gibi gidip gelen ve sarsılan kiliseyi
Nereye gidiyoruz biz? Bizi nereye götürüyorlar?
İnsan sesleri işitilmiyordu artık, yalnızca makine sesleri vardı. Artık hiçbir yerde değildiler.
Bakışı bir okşayış, bir soluk gibi üzerinde hissediyordu.
Korkma, anne, gidiyorlar.
Yıldızım, benimle kal, yoksa ölürüm.
Gökyüzüne çevrili yüzü çok solgun ve acı doluydu.
Bakışlarında tuhaf bir ifade vardı, karanlık, yalvaran bir bakış, sanki Esther’e tutunmak istiyorlardı bakışlarıyla.
Asıl ürkütücü olan, vadinin sonunda görünen, hani şu iki gündür ulaşmaya çalıştıkları, üstünde buzların pırıl pırıl parladığı, gökyüzünün özeğine doğru kayan beyaz büyük bir bulutun içinde yok olan o karanlık ve mavi büyük duvardı.
Belki tehlikeden, belki de soğuktan hiç kimse konuşmuyordu.
Mumların titrek alevi birbiri ardından sönüyordu. Hiç kimse o anda nerede olduğunu bilmiyordu.
Almanlar her yerde Yahudileri kovalıyor, anlıyorsun, değil mi? İşte bu yüzden hiç durmadan yürümeliyiz.
Başka bir yoldan gelecek, tüm yolları bilir o. Belki de dostlarıyla birlikte.
Ne var ki bu çığlıklar artık onu endişelendirmiyor, hoşuna bile gidiyordu: Biz buradayız, sizinleyiz! diyorlardı sanki.
Yüreği öylesine hızlı çarpıyor ki, göğsünün ortasında bir sızı, bir yanma duyuyor.
Tüfeği elinde kımıltısız duruyor, karşıya bakıyor, ışıkla bir olup gecenin karanlığını delmek istiyor sanki. Rachel de kımıldamadan duruyor. Ve saklanmak için yavaşça geri çekiliyor. Asker bir Alman
Aptallar!
Kasaba sessizce uykuya daldı, çok yorgun bir insan gibi.
Sesler, boğuk çığlıklar ve çocuk ağlayışları işitiliyordu.
Bulutlarla birlikte gitmek istemişti,
çünkü onlar rüzgârda özgürce dolaşabiliyor
Artık ardına bakmak anlamsızdı, çünkü geride kalanları yaşamıyordu.
Hayır, hayır, gidin, hepiniz gidin, ben gidemem, burada kalmalıyım.
Esther bu olanların dünyadaki tüm gürültü ve çığlıklardan daha korkunç olduğunu düşündü. Annesine sımsıkı sarıldı, tıpkı hıçkırıklarını bastırmak için bir çocuğa sarılır gibi.
Dostlarım! Dostlarım Dinleyin beni.
Kuďkusuz sabahtan beri bekledikleri işareti almışlar ya da beklemekten usanmış sabırsızlanmalardı.
Hiçbir şey gözünü korkutmuyordu; ne Mario’nun ölümü, ne zırhlı araçlarıyla vadiden gelen Almanlar, ne de şafakta dağa doğru ilerleyen ve ölümle birleşir gibi otların arasında yitip giden babasının uzun silueti.
Gitmek istiyorsan gidebilirsin, özgürsün.!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir