Erhan Altunay kitaplarından Gizemlerle Dolu Salgınlar Tarihi kitap alıntıları sizlerle…
Gizemlerle Dolu Salgınlar Tarihi Kitap Alıntıları
Ortaçağ’da da Kırım tıpkı Antikçağ’da olduğu gibi İtalyanların, Cenevizlilerin ve Venediklilerin önemli bir ticaret merkeziydi, bu merkezden Asya’nın içlerinden gelen malları Avrupa’ya gönderiyorlar, böylece ticaretin önemli bir bölümüne hükmediyorlardı.
Veba Kırım’a kadar gelince, Moğollar Cenevizlilerin buradan sökülüp atılması gerektiğini hükmetttiler ve Ceneviz kolonisini kuşattılar. Arada şiddetli çarpışmalar sürerken, Moğollar ilk defa biyolojik silah kullandılar ve vebadan ölmüş insanların cesetlerini mancınıklarla Ceneviz şehrine doğru fırlattılar. Bu kötü kokan ölüleri kaldırmaya çalışan Cenevizliler doğal olarak vebayı kapmış oldular.
Dünya bütün bu salgınlarla uğraştıktan sonra hiç akla gelmeyen bir şekilde, Çin’den yayılan Corona virüsle karşı karşıya kalmıştır.
Ebola sonrasında dünyada korku yaratan bir başka virüs de Zika oldu.
Ocak 2014 ve 5 Şubat 2016 tarihleri arasında 33 ülkeye yayılan Zika korkutucu hastalıklar arasında yerini aldı.
21.Yüzyılda da salgınlar devam etti. Ebola da ciddi tehditlerden biriydi kuşkusuz.
Bağışıklık sistemini çökerten HIV virüsünün neden olduğu AIDS hastalığı ise 20. yüzyıla damgasını vurdu.
Ancak dünyayı kasıp kavuracak başka bir hastalık daha sırada bekliyordu:
İspanyol Gribi
Bir başka salgın da 1894 yılında Hong-Kong’da ortaya çıkmış ve yaklaşık 100 bin kişinin ölümüne neden olmuştur.
Avrupa ve Osmanlıda egemen olan büyük salgınlar Kırım Savaşı sırasında da ortaya çıkmıştır.
Salgınların dünya tarihini nasıl değiştirdiğiyle ilgili verilebilecek en iyi örnek kuşkusuz Napolyon’un karşılaştığı sarı humma felaketidir.
Avrupa’da bir büyük salgın da 1720 yılında, hıyarcıklı veba salgını olarak Fransa’da, Marsilya’da ortaya çıkmıştır. Veba salgını 100 bin kişinin ölümüne neden olmuş ve Marsilya’da ticaret hayatını sekteye uğratmıştır.
Salgın sırasında kayıtlara geçen en önemli olay vebanın özellikle çocukları öldürmesiydi.
Veba Orta çağ ve Rönesans boyunca değil, 20. yüzyılda da önemli bir meseleydi.
Veba sırasında Almanya’da ortaya çıkan Tanrının işlenen günahlara karşılık gönderdiği bir ceza olarak gören marjinal bir harekettir.
Hijyenden uzak yaşam koşulları, hastalığın yayılmasında büyük rol oynamıştır.
Moğollar ilk defa biyolojik silah kullandılar ve vebadan ölmüş insanların cesetlerini mancınıklarla Ceneviz şehrine doğru fırlattılar. Bu kötü kokan ölüleri kaldırmaya çalışan Cenevizliler doğal olarak vebayı kapmış oldular.
Batı dünyası salgınlarla Haçlı Seferleri sırasında tanışmıştır.
Alınan önlemler çerçevesine, yolcular karantina noktalarında yani tahaffuzhanede bekletilirken, mallar da etüvden geçiriliyordu.
Etüvleme 110-120 derecedeki su buharının belli bir süre eşyalar üzerinden geçirilerek mikropların ölmesini sağlayan bir sistemdi.
Eskiden Osmanlı İmparatorluğunda seyahat edenlere mürûr tezkeresi adı verilen bir yol belgesi almak zorundaydılar. Bu belgede seyahat eden kişinin hangi devletin tebaası olduğu, nerede ikamet ettiği, kendisi ve babasının adları, nereden nereye seyahat edeceği bilgisi yer alırdı.
Siyaseti değiştiren bildiğimiz en eski ve önemli salgınlardan biri Grek dönemi Atina’sında yaşanan veba salgınıdır.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Madonna nın Corona salgını hakkında söylediklerini de unutmamak gerek: Salgın büyük bir eşitleyici ve onunla ilgili en kötü şey aynı zamanda onun en iyi yanı. Salgınla ilgili korkunç olan şey, hepimizi birçok açıdan eşit hale getiriyor olması. Salgınla ilgili muhteşem olan şey de bizi birçok açıdan eşit hale getiriyor olması.
Öjenizm: İnsanların da aslında hayvan türleri gibi genetik açıdan kontrol edilmesi ve ıslah edilmesini öngören, bir tür üstün insan yaratmayı amaçlayan bir düşünce idi.
Salgınların tartışılması konusu yakın tarihte 2013 yılında Dan Brown’ ın Cehennem adlı romanıyla birlikte alevlenmiştir.
Ölümün kişiselleştirilmiş haline Tarot kartlarında da rastlarız.
Tarot destesinde 13 numaralı kart olan Ölüm aynı zamanda büyük değişimlerin de habercisidir.
Kıyamet teorileri kapsamında insan nüfusunun azaltılması ve salgınlar meselesi ile ilgili tartışmalar çok eskiye dayanmaktadır.
İstanbul sadece jeostratejik konumu itibarı ile değil, inançlarla ilgili konumu açısından da çok önemli bir merkez ve hedef durumundadır.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
İstanbul 1923 yılında başarısızlıkla sonuçlanan ikinci işgalden itibaren yine hegemonik güçlerin ilgisini çekmektedir.
Bir şey çok iyi bilinmelidir ki, hegemonik güçlerin amacı bir Yahudi Krallığı kurmak değil, tam tersine onları öldürmektir. Başka bir deyişle dünya siyasetine yön veren Yahudiler değildir, Yahudileri kullanan, arkalarında bulunan hegemonik güçlerdir.
Tevrat, Yahudiler’in tarihini ve bütün dini pratiklerini ortaya koyan bir kitap olduğu kadar, kehanetleri ve gelecek olayları da belirtir.
Yeraltında kalarak yer üstünde olan gelişmeleri doğal akışından çıkartarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren topluluklar bunlar
Komplo teorileri, tarih boyunca ve günümüzde gelişen olayların nedenini, kendi çıkarlarını ve amaçlarını yerine getirmek ve toplumun kalan kesimine zarar vermek amacıyla yönlendirilen gizli toplulukların varlığını a priori kabul eden görüşlerdir.
Tarih içinde mikropların da bir biyolojik silah olarak kullanılması, bilinen mikrop çeşitlerinin de bir tür silah olarak kullanılması fikrini doğurmuştur.
Virüslerin en tehlikeli özelliği, her virüsün farklı bir ilaca yanıt vermesi ve kolaylıkla mutasyon geçirebilmeleridir.
Virüsler bakterilerden farklı olup, genetik materyal taşıdıkları halde çoğalmak için kendilerine yetmeyen, bir canlı organizmaya ihtiyaç duyan yapılardır.
İnsan, cep telefonları, dijital teknolojileri ve hatta tıp bilimindeki gelişmeler ve ilaçlarla övünürken aslında basit bir tür grip olan bir hastalığa karşı koyamadığını, salgının bütün dünyaya yayıldığını ve bütün özgürlüğünü kaybetmiş insanların nasıl çaresiz kaldığını gördü.
Kolarenın insan kaybı kadar ekonomik kayba da yol açtığı muhakkaktır. İşlerin durması ve salgın yüzünden harcanan paralar, hem devleti sıkıntıya sokmuş hem de iş yapamayan esnafı ve halkı yoksullaştırmıştı.
Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa 2. Mahmut zamanında 1831 yılında büyük salgın sırasında resmi olarak karantina kararı alındı ve hemen uygulamaya konuldu.
Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman o yere,onun üzerine gitmeyiniz. Ve bulunduğunuz yerde veba zuhur edince de, oradan kaçarak o yerden çıkmayınız.
Salgın hastalığın sonsuz acılara ve sancılı yaslara yol açan yıkımının etkilemediği hiçbir yer kalmamıştı; sanki korku ve endişe dolu koca bir dünyayı önüne katmış, sonsuz yok oluşa doğru hızla sürüklüyordu.
Dan Brown’ın Kutsal Kan , öjenizm, dünya nüfusunun azaltılması ve virüs saldırısı konularını dünyaya tanıtması bana mutlaka arkasında bir algı oyunu olduğunu düşündürtüyor.
Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu.
Dünya siyasetine yön verenler Yahudiler değildir, Yahudileri kullanan arkalarında bulunan hegemonik güçlerdir.
Covid-19’da AIDS genlerinin bulunduğunun iddia edilmesi bu virüsün laboratuvar koşullarında elde edildiği iddialarını da beraberinde getirmiştir.
1664 yılı sonlarında Londra semalarında bir kuyruklu yıldız göründüğünde merakla izleyen halk arasında bir felaketinde yaklaşmakta olduğu haberi yayılmıştı. Korku fısıltı halinde dolaşırken, sakin geçen günlerde herkes rahatlamıştı.
Ancak bir felaket gerçekten de Londra’nın kapısını çalmıştı. Ortaçağdaki Veba’dan farklı olarak ortaya çıktığı bilinen ancak tam anlaşılamayan ve çok korkulan “hıyarcıklı veba” kapıyı çalmıştı
Güney Amerika’da yapılan büyük katliamların yanında bir de hastalıkların yayılması dünya tarihinin en kara sayfaları arasına geçmiştir.
Veba sadece Ortaçağ ve Rönesans boyunca değil, 20.yüzyıl da da önemli bir meseleydi. Özellikle, Albert Camus’nün Cezayirde baş gösteren bir veba salgınında hayatın anlamsızlığını sorguladığı veba adlı romanı salgının psikolojisi acısından bütün zamanların en iyi başyapıtları arasında yer alır
Feodal düzenin çöküşü artık para akışına bağlı yepyeni bir düzenin habercisiydi ve geçmiş zamanın “sapkın inançlı” şövalyeleri herkesten önce bu sistem içinde yerlerini almıştı
Veba’nın en önemli etkilerden biri de Kilise üzerinde yaşanmıştır. Veba karşısında çaresiz kalan Kilise’ye güven sarsılmış, etkisi zayıflamıştı. Papazların, veba korkusundan, ölüleri gömmeyi ve günah çıkartmayı reddetmeleri, ruhban sınıfına karşı güveni sarsmıştı. Bunun üzerine kiliselerin yetişmiş din adamlarının çoğunun veba hayatlarını kaybetmeleri ve az yetişmiş bir ruhban sınıfının ortaya çıkmasıda kiliselerin güvenilirliğini zedelemiştir.
Veba sırasında Almanya’da ortaya çıkan Flagellant hareketi, vebayı Tanrı’nın işlenen günahlara karşılık gönderdiği bir ceza olarak gören marjinal bir harekettir. Bunlar Tanrı’nın öfkesi dinsin diye toplanıp diye bedenleri kırbaçlayarak kendilerini “affettirmeye” çalışmıştır.
Bağışıklık sistemini çökerten HIV virüsünün neden olduğu AİDS hastalığı ise 20.yüzyıla damga vurdu.
AİDS büyük olasılıkla Afrika kökenli bir hastalıktı ve zaten maymunlarda da benzer virüsler rastlanmıştır.
AİDS Amerika’ya gelip ilk vakalar ortaya çıktığı zaman daha çok kan yoluyla bulaştığından eşcinsel erkekler ve uyuşturucu kullananlar arasında görüldü.
İspanyol Gribi
1918 yılının Mart ayında Amerika’da başladığı düşünülen İspanyol Gribi, aslında grip virüsünün farklı bi türüydü.
Avrupa’ya, özellikle de Fransa’ya İspanya’dan bulaştığı düşünüldüğü için “İspanyol Nezlesi/Gribi” adını almıştır.
Birinci Dünya Savaşı koşullarından dolayı, başlangıçta devamlı sansürlenen bu hastalık sonunda büyük bir felaket halini almış ve yaklaşık beş yüz milyon kişiyi etkilemiştir. Sansürden dolayı kaç kişinin öldüğü tam olarak bilinmemekle birlikte, İspanyol gribinden ölenlerin sayısının yüz milyona yaklaştığı düşünülmektedir ki daha az bile olsa, yirmi milyona yakın insanın öldüğü Birinci Dünya Savaşı’nın bilançosundan çok daha ağırdır.
Özellikle yaşlılardan çok gençleri vuran bu hastalık askerler arasında da büyük bir kırıma yol açmış, savaşın sona erdirilmesi düşüncesinde bile etkili olmuştur.
Sultan Abdülhamit’ten ve yönetiminden hoşlanmayanlar Sultan aleyhine yazmaktan geri kalmıyorlardı. Örneğin Mikayel Pamukciyan kolera mikrobunun Mekke’den gelen hacılar tarafından getirildiğini söylemiş, Sultan için de “Sultan Abdülhamit çok korkmuştu ve emretmişti ki; salgına yakalananlar kireç dolu bir arabaya koyularak diri diri gömülsün” diyebilmişti. Oysa Birinci Belediye Dairesi hacdan dönenler için, Sirkeci İskelesi’nden Tahtakale’ye kadar uzanan yerlerde misafirhane ve hanlarda odalar ayarlamış, bir tür karantina gerçekleştirmişti.
Kız kulesi daha sonra en öldürücü salgınlardan biri olan 1836 – 1837 salgını arasında da büyük hizmet vermiş, salgının yayılması bir ölçüde buradaki tecrit sayesinde engellenmiştir. Bu dönem kurulan bir başka karantina hastanesi de Maltepe’de kurulmuştur. Buralarda “usûl-i tehaffuz” yani Avrupa’da bilinen karantina yöntemleri uygulanmış, sonrasında da yaygınlaştırılmıştır.
Karantina Avrupa’da bilinen bir uygulama olsa da Osmanlı toplumunda tepkiyle karşılanacak bir karardı, hatta dinen caiz olmadığı bile iddia edilebilirdi. Önce bu sorunu çözmek gerekiyordu. Böylece Cezayirli Hamdan Efendi, karantinanın haram olmadığı yönünde İthâfü’l-üdebâ adlı bir kitap yazdı.
Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa II.Mahmut zamanında 1831 yılında büyük salgın sırasında resmi karantina kararı alındı ve hemen uygulamaya koyuldu. Buna göre, İstanbul’a gelen bütün gemiler Boğaziçi’nde, İstinye Körfezi’nde beş gün karantina altında tutulacaktı. En ilginç kararlardan biride karantina usulünü açıklayan Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin kaleme aldığı risalenin ücretsiz olarak dağıtılmasıydı.
Hitit döneminde de kayda geçen önemli bir salgın vardır. Bu salgında, Hitit kralı atalarının yaptığı işleri sorumlu görüp tanrılara yalvarsa da vebanın asıl sebebi Mısırlı savaş tutsaklarının, bulaşıcı bir hastalığı o zaman Mısır’a ait olan Filistin ve Lübnan’dan krallık sınırlarına kadar taşımış olmalarıdır. MÖ 1321 – 1295 yılları arasında hüküm sürdüğü tahmin edilen Hitit Kralı II.Mursili de fal açarak ve tanrılara yakararak salgına çözüm aramıştır.
Marmara tarafındaki en önemli limanlardan biri de Theodosius Limanı’idi. I.Theodosius döneminde (379 – 395) inşa edilen bu liman, özellikle Mısır’dan gelen tahılın boşaltılma yeri olarak kullanılmıştı. Mısır, 641’de Arapların eline geçince liman önemini kaybetmiş, Bayrampaşa Deresi’nin taşıdığı alüvyonlarla dolmuş ve Meşhur Langa bostanlarını oluşturmuştur.
İstanbul bundan sonra da veba tehlikesinden uzak kalmayacaktı. Aralıklı salgınların görüldüğü imparatorluk sınırlarında yine İstanbul’u etkileyen en önemli 745 yılında olmuştur. Bu kez Batı’dan gelen salgın, imparatorluk için “ikona kırıcı günahkar imparatorlara” bağlanmıştır.
İstanbul’da salgınlar bununla da kalmaz. Osmanlı kayıtlarına baktığımızda, 1637 yılında yaşanan salgına “büyük taun”, 1655 yılındaki salgına ise “şiddetli taun” adının verildiğini görürüz
Şövalyelerin benimsediği efsaneye göre kendisi Mesih olmayan ancan Kutsal Kan’ı taşıyan Haz.İsa, Mecdelli Meryem ya da bilinen adı ile Maria Magdelena ile evlendi. Bu evlilikten çocuklarıda oldu ancak Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra Mecdelli Meryem, Fransa’ya gitti ve soyu, Fransız kral sülalesi merovenjlere karışarak devam etti. Meravenj hanedanlığı, Karolenjler tarafından indirildiğinde bu soy, onları koruyan Şövalyeler tarafından Fransa’nın Champagne bölgesine kaçırıldı ve Kutsal Kan böylece devam etti. Biz bunu “Şövalye ideolojisi” diyede adlandırabiliriz.
Komplo teorileri, tarih boyunca ve günümüzde gelişen olayların nedenini, kendi çıkarlarını ve amaçlarını yerine getirmek ve toplumun kalan kesimine zarar vermek amacıyla yönlendiren gizli toplulukların varlığını a priori kabul eden görüşlerdir
Biyolojik saldırı fikri sadece “askeri” bir konu olmamış ve dünyanın egemen güçlerinin bunu kullandığı yönünde sonsuz tartışmalara ve “komplo teorilerine” neden olmuştur. Özellikle de Eski Ahit’te ve Yeni Ahit’te geçen kehanet ve olaylarda salgın olaylarının çok sık geçmesi Mesih beklentisi içinde olan bu “silahı” kullanabilecekleri yönünde bir görüş doğurmuştur
Bakterilerin ilk gözlemlemeleri 16.yüzyıla kadar gitmekteyse de virüslerin bulunması için 19.yüzyıl sonunu beklemek gerekmiştir. Virüslerin ilk gözlemlenmesinden bu yana binlerce virüs çeşidi bulunmuştur. Virüsler bakterilerden farklı olup, genetik materyal taşıdıkları halde çoğalmak için kendilerine yetmeyen, bir canlı organizmaya ihtiyaç duyan yapılardır. Bu bağlamda virüslerin canlı olup olmadıklarını her zaman bir tartışma konusudur.
Veba Kırım’a kadar gelince, Moğollar Cenevizlilerin buradan sökülüp atılması gerektiğine hükmettiler ve Ceneviz kolonisini kuşattılar. Arada şiddetli çarpışmalar sürerken, Moğollar ilk defa biyolojik silah kullandılar ve vebadan ölmüş insanların cesetlerini mancınıklarla Ceneviz şehrine doğru fırlattılar. Bu kötü kokan ölüleri kaldırmaya çalışan Cenevizliler doğal olarak vebayı kapmış oldu.
Komplo teorileri, tarih boyunca ve günümüzde gelişen olayların nedenini, kendi çıkarlarını ve amaçlarını yerine getirmek ve toplumun kalan kesimine zarar vermek amacıyla yönlendiren gizli toplulukların varlığını kabul eden görüşlerdir.
Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tükendi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu.
“Kara Ölüm” dediğimiz büyük veba salgını, Avrupa’nın Ortaçağ boyunca yaşadığı en büyük felakettir diyebiliriz. 1330’larda Moğollistan‘da çok sayıda insanın ölümüne yol açan veba, Avrupa tarafından bilinmiyordu, tehlikenin batıya yaklaştığının kimse farkında değildi. Avrupa için büyük felaketi yaratacak olan, vebanın 1346’da bugünkü Azerbaycan topraklarına yayılmış olmasıydı. Buradan Kırım’a giden veba o sene Kırım’da yaklaşık 85.000 kişinin ölümüne neden olmuştu. Kırım’ın ticari önemi Antikçağ’a dayanır. Ortaçağ’da da Kırım tıpkı Antikçağ da olduğu gibi, İtalyanların, Cenevizlilerin ve Venediklilerin önemli bir ticaret merkeziydi, bu merkezden Asya’nın içlerinden gelen malları Avrupa’ya gönderiyorlar, böylece ticaretin önemli bir bölümüne hükmediyorlardı. Veba Kırım’a kadar gelince, Moğollar Cenevizlilerin buradan sökülüp atılması gerektiğine hükmettiler ve Ceneviz kolonisini kuşattılar. Arada şiddetli çarpışmalar sürerken, Moğollar ilk defa “biyolojik silah” kullandılar ve vebadan ölmüş insanların cesetlerini mancınıklarla Ceneviz şehrine doğru fırlattılar. Bu kötü kokan ölüleri kaldırmaya çalışan Cenevizliler doğal olarak vebayı kapmış oldular
Ceneviz gemilerinin Avrupa’ya gelmesi, vebayı Avrupa’ya taşımaya yetmiştir. Veba 1347 sonbaharında İtalya’dan başlayarak Marsilya ve buradan Paris’e ve Londra’ya kadar geçmiştir. 1350 yılına gelindiğinde artık veba en kuzeye kadar bütün Avrupa’ya yayılmış, ilerleyen zamanda Rusya’ya kadar ulaşmıştır.
Avrupa, hiç tanımadığı bu hastalık karşısında tamamen çaresiz kalmıştır. İlk olarak İtalya’da karantina ve tecrit çözümleri bulunmuştur. Ayrıca İtalya’da ölen bir hastanın eşyalarının yakılması ve evinin dezenfekte edilmesi de hastalığın ilerleyişini yavaşlatmıştır. Bu sırada kent hayatı da çökmüş tabi. Kentin yoksul kesimini oluşturanların ahşap evleri farelerle dolmuş, veba her yere yayılmıştı. Aileler parçalanmış, işler durmuş, ekonomik hayat çöküntüye uğramıştı. Avrupa şehirlerinin çoğunda hastalar terk edilmiş, bir başına can verenleri gömecek kimse bulunamamıştı. Şehirler, Dışarıdan gelen yabancılarla da dolmuştu, sahipsiz cenazeleri kaldırma işini üstleniyorlardı. Toplu mezarlara gömülen cesetler bekledikleri sürece ölüm saçmaya devam ediyorlardı.
Öte yandan toplum ve kilisenin çaresizliği halkı, büyü, sihir ve tılsımları sürüklemiş, azizler kültü hiç olmadığı kadar rağbet görmeye başlamıştır. Avrupa’nın veba karşısındaki çaresizliği insanları farklı arayışlara sürüklemiş, vebanın “günahını” yükleyecekleri biri arayışına da girilmiş, bu arayış içindekiler karşılarında Yahudileri bulmuşlardı. Avrupa’da kısa zamanda Yahudilere yönelik saldırılar artmaya başlamış, zamanla cinayetler baş göstermiş hatta iş diri diri insan yakmaya kadar varmıştı.
Contrapposto , İtalyan rönesans sanatçıları tarafından geriye dönük olarak adlandırılmış bir kavramdır ve ağırlığını tek ayak üzerine vererek durduğu için omuzları ve kolları, kalçalarından ve bacaklarından ters yönde kıvrılan insan figürünü betimler. Rönesans dönemi boyunca, sanatçılar bu duruşun insan figürü tasviri için ideal pozisyon olduğuna inandılar.
“Virüslerin en tehlikeli özelliği, her virüsün farklı bir ilaca yanıt vermesi ve kolaylıkla mutasyon geçirebilmeleridir.”
Mustafa Kemal 1918’de gribe yakalananlar arasındadır. Mustafa Kemal 1917’de de Şehzade veliaht olan Vahdettin ile birlikte gittiği Almanya seyahatinin dönüşünde böbreklerinden rahatsız olduğu için Viyana’ya gider. Buradan da bugün Çek Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan ve kaplıcaları ile ünlü Karlsbad’ta bir süre dinlendikten sonra İstanbul’a dönmek için tekrar Viyana’ya gelir. Avusturya’da İspanyol gribine yakalanır ve birkaç gün gecikmeyle İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Mustafa Kemal kısa bir sürede bu hastalığı atlattığına göre vücudu çok fazla zarar görmemiş olabilir.
Kırım Savaşı’nın efsanevi ismi, modern hemşireliğin de kurucusu sayılan, elinden eksik etmediği lambasıyla geceleri de askerleri kontrol ettiği için Lambalı Kadın diye anılan Florence Nightingale’dir.
Ölüm Dansı, Ortaçağ içinde çok işlenen bir temadır. Vebaya yakalanmış bir hastada, hastalığın seyri sırasında görülen yüksek ateş, aynı zamanda şiddetli titremelere ve sarsılmalara yol açardı, halk arasında bu durum bir dans gibi görülmüş ve ölüm dansı diye anılmıştı. Veba sırasında ve veba geçtikten sonra da dans olarak yaşatılmış, Ortaçağ dans toplulukları bu tür gösteriler sunmuştur.
Vebayı en iyi anlatan filmlerden biri olarak ünlü yönetmen İngmar Bergman’ın Yedinci Mühür isimli filmini anmak gerekir.
Ortaçağ insanı için ‘veba’ antikite tıbbının kendilerini yüzüstü bıraktığı ve bir çözüm sunmadığı hemen ‘tek şey’ idi. Onun ‘bulaşıcı’ bir nitelik taşıyabileceği düşüncesi, veba tehlikesi bulunduran gemilerin önce otuz, daha sonra kırk gün süreyle tecrit edilmesi uygulamasına yol açmıştır. Böylece ilk kez 1377’de Ragusa kentinde başlatılan ‘karantina’ uygulaması, Batı Ortaçağı’nın tıbba yaptığı sayılı katkılardan biridir.
Bütün bölgeyi kasıp kavuran veba salgını İstanbul’a denizyoluyla Mısır’dan taşınmıştır. Gelen tahıl yüklü gemilerin içine sızan fareler ve bilumum haşarat, hastalığı İstanbul’a taşımış ve yüklerin boşalması ile bütün şehre yaymıştır. Hastalık yüzünden 542 yılı yazı boyunca şehirde 300.000 kişinin, yani nüfusun beşte ikisinin öldüğü söylenmektedir.