Ömer F. Oyal kitaplarından Gemide Yer Yok kitap alıntıları sizlerle…
Gemide Yer Yok Kitap Alıntıları
Ömer F. Oyal kitaplarından Gemide Yer Yok kitap alıntıları sizlerle
Gemide Yer Yok Kitap Alıntıları
kötücül bakışlar istenmeyen sorunlarla karşılaşıldığında aniden peydahlanır, sonra ansızın silinir.
Artık neyin hayat dolu olduğunu, hayatın neyle kıyaslanabileceğini bilmiyorum.
En beterini tahayyül edebiliyorsanız, olanlara katlanabilmeniz kolaylaşır.
Olağanüstü zamanlarda en olmadık davranışları göstermekten kaçınamıyoruz.
Naifliğin boş bulunduğumuz anı görerek sinsice saklandığı yerden fırlayarak boğazınıza yapışmasındaki hikmeti anlayabilmek güç.
Yüzüne bakıyorum, ne düşündüğünü merak ediyorum. Bu tuhaf durumu nasıl olağanlaştırabildiğini merak ediyorum. Belki de çaresizlik her şeyi sıradanlaştırıp katlanılır kılıyor. Kadının evi temizlemeye başladığı ruh haliyle poşetlere uzanmasını yadırgamaya devam ediyorum ama torbaları uzatıyorum. Ne de olsa mutfağın hakimi o.
Emrivaki zamanla, içselleştirilerek yeni bir hakikat haline gelir.
Geçmişi çekiştirmeye, yanımızda sürüklemeye uğraşmamalıyız.
İnsanlar her zaman tasavvur edebildiğimizin fevkinde eylemler gerçekleştirerek sizi şaşırtmaya muktedirler.
Belirsizlik denizinde kesinlik arayışı yıpratıcıdır.
Makul davranmanın ödülü bir sonraki darbeye kurban edilmektir.
Uyku geçmişi anlamsızlaştırıyor, onu bir hiç raddesine indirgiyor.
Bir böcek ritmiyle nefes alıp vermenin onur kırıcı olup olmadığını düşünüyorum. Hayır değil. Canlı kalma gayreti onur kırıcı olamaz.
Tufanın anısına bir yudum daha içiyorum. Gemide kalıyorum.
Güzelliğin kan ve çamur içerisinde bile kendi başına bir değişim değeri olduğuna inanmakta ısrar ediyordum.
Bana kurumuş çamurun üzerinde tufandan kurtulunduğu için şükran duyabilmek kolay görünmüyor. Tufan gerçekte geride kalmamıştır. Yaşayanlar onu hayatları boyunca taşımaya mecburlar. Suyun yükselişini, gemide geçen zamanın ürkütücülüğünü ve sonundaki çamur manzarasını hep içlerinde yaşayacaklar. İnsanların çoğalması tufanın sonsuza dek yaşaması demek.
Üzerine basılacak güvenli bir toprak parçası olmadığında selden kurtulmak neye yarar?
Kendilerinin cennetten sürülmekle, hep cehennemde yaşayan diğerlerinden farklı bir gerçekliğe sahip olduklarının daha başından farkına varmışlar.
Geçmişi çekiştirmeye, yanımızda sürüklemeye uğraşmamalıyız. Farkındayım, fotoğrafları dijitale geçirme çabam bu söylediklerimin tam aksini işaret ediyor ve çelişkilerimize şefkatli davranmalıyız.
Peygamber nihayet etrafta bir kara parçası olup olmadığını anlamak için bir kuş göndermeye karar vermiş: Bir kuzgun. Ancak kuzgun bu zorlu ve kutsal göreve pek sıcak bakmamış, gemiden ayrılmaya niyetli olmadığını açıkça beyan etmiş. Bu küstah tutum peygamberi ve oğullarını çileden çıkarmış olmalı ama yine de onu ikna etme çabasından vazgeçmemişler. Sonunda kuzgun ağzındaki baklayı çıkarmış, ben gidince eşimle mi birlikte olacaksın deyivermiş. Bu çirkin ithamla kalmayıp akıl da vermiş: Neden yedişer çift aldığın güvercinlerden birini göndermiyorsun! Soyumu mu yok etmek istiyorsun! ( ) Bu tuhaf suçlamadan gemide türler arası zengin bir cinsel hayat olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Peygamberin oğullarının ambarlardaki çeşitli maceralarından söz eden kaynaklar da yok değil.
Pazar kendi usulünce bir barış hali yaşıyor, mal değiş tokuşunun olduğu yerde hep zoraki bir barış vardır.
Pervasızlıkla daha hızlı sonuç alabilirsiniz ama sonrası çözülemez sonuçlara yol açar.
Gerçek bilgi olay gerçekleşirken doğru tutum alabilmeyi bilebilmektir.
Suskunluğun zayıflık belirtisi olduğu anlar vardır, adamı vuramadığım için sustum ve bu apaçık zayıflıktı.
Eyleme geçmek üzereyken bir ilkin kapıya dayandığını ve bunu bütünüyle kendi istencinle gerçekleştirmek gerektiğini anladığında kilitlenerek duruyorsun. Bunu aşabilmek kolay değil.
Kızgınlıkla bir anlığına gerçekleştirmek muhtemelen en kolay yol. Hazırlığı ve düşünceyi askıya alarak bir anda neredeyse bilinçsiz gerçekleşen eylem sonucunda önümüzde sadece sonuçlar kalır ki o zaman sürecin yarısının üzerinden sıçrayarak uzaklaşmışsınız anlamına gelir.
Nankörlüğü ödün vererek ortadan kaldıramazsınız. Ödün vermek nankörlüğü beslemektir.
İsyanda edinilen zayiatın bir iftihar göstergesi olması, bir bayrak haline gelivermesi sıkça görülmüştür.
Çatışmanın ortasında kalmak bir beceriksizlik ya da budalalıkmış gibi gelebilir. Yeterince uyanık biri asla bir çatışmanın ortasında kalamazmış gibi, uyanık biri çatışmanın, gerginliğin, birbirine yaklaşan tarafların kokusunu alabilirmiş gibi geliyor. Çatışmanın ortasında kalmak suçluluk hissi yaratıyor bu yüzden
Bütün ittifaklar gönülsüzdür.
Eski bazı defterleri tarayıcıdan geçiriyorum. Eski okuduğum kitaplara, düşündüklerime dair bir sürü budalaca not. Budalalıklarımızı da yanımızda götürebilmeliyiz. Budalalıklarımız kişiliğimizin önemli bir parçası, budalalıklarımızla varız.
Bir böcek ritmiyle nefes alıp vermenin onur kırıcı olup olmadığını düşünüyorum. Hayır değil. Canlı kalma gayreti onur kırıcı olamaz.
İnsanlar her zaman tasavvur edebildiğimizin fevkinde eylemler gerçekleştirerek sizi şaşırtmaya muktedirler.
Artık geçmiş tecrübelere, geçmiş zamanların bilgeliğine güvenerek yaşayabilmek, eski alışkanlıklarla ayakta kalmak mümkün değildi. Hele de ağırkanlılık ve zihni yavaşlık, imhayla sonuçlanmaya mahkumdu. Kendimize yakıştırdığımız niteliklerin hiçbir anlamı kalmamıştı; bunu asla yapmam, şu bana yakışmaz, ben böyle birisi olamam gibi cümlelerin hiçbir geçerliliği kalmamıştı. Bu eski bilgeliklere sarılmakta ısrar edenler aç kalıp sokaklarda sürüneceklerdi. Hayatta kalmak hızlı hareket etmekle, uyumla ve değişmekle mümkündü. Kişiliğimizi zorlamakla, yapmam dediğiniz şeyleri yapabilmekle mümkündü.
Eski fotoğraflara bakma ihtiyacını ne zaman duyarız? Şimdi bulanıklaştığında, şimdiye yüklediğimiz anlamlar geçerliliğini yitirdiğinde, şimdiyle birlikte gelecek de kestirilemez, planlamamaz hale geldiğinde. Belirsizlik köklere ve geçmişe çağırır, oralarda bir sabitlik, bir dayanak bulmaya çalışırız ama geçmiş, belirsizliği artırmaktan, bilinmezliği çoğaltmaktan başka bir sonuç vermez.
Öfkenizi kustuğunuzda, onu hiçbir şekilde bastırmadığınızda bütünüyle kendiniz oluyorsunuz. Öfke kendinizi hiçbir aracıya, dolambaca, diplomasiye sapmadan en hakiki biçimiyle ifade edebilmenin bir yolu. Sabrın anlamsızlığını idrakin yarattığı infilak.
Felaket kişinin kendi başına geldiğinde uzaktan bakıldığı kadar ürkütücü olmuyor. Uzaktan izlendiğinde hep bir tehdidin gerginliğiyle yaşanıyor, oysa burada alışma ve uyum sağlama sürecine dahil oluveriyorsunuz. Felaketler de uyum yasalarına tabi. Birer birer her olumsuzluğa alışılıyor ve onları aşmanın çareleri ister istemez bulunuyor. Öncelikle eski hayatımıza özlem duymaktan, geçmiş güneşli günlere hasret duymaktan vazgeçmeli, bütünüyle farklı bir dönemde olduğumuzu kabullenmeliyiz. Kabullenme her tür zorluğun üzerinden süzülerek geçer, böyle yaşıyoruz. Derin bir kabullenme ve unutuşla.
Tanrı bu tufanın ardından kendisine hemen kurban kesilmesini, minnettarlığın hemen gösterilmesini istiyor. Öbür yandan kurtarılanlar ancak koşer değilseler gerçekten kurtulmuş olacaklar. Temiz hayvanların çoğu ise ya kurban edilecek ya da kurtulmuş insanların sofralarını zenginleştirecekler. Demek bütünüyle kurtulmak kirlilikten geçiyor diye düşünüyorum. Muhteris olmaktan, ısrar etmekten, kimsenin işine yarar olmamaktan
Şükran duymayanları kurtarmamalıyız.
Oyuncakları paylaşamamak için bir neden olmamalı ama yine de paylaşamıyorlar. Daha değerli olanın başkasının elinde olduğunu düşünmek, elde olmayana hasret daha çocukken başlıyor ve giderek semiriyor.
Bu kadar karşılıklı yalan gerçeğin anlamını da çürütüyor. Gerçek, yalanların niceliğine göre belirleniyor. Bir süre sonra her haber ve bilginin yanlış olduğu gerçeğine saplanılıp orada kalınıyor.
Her şeye rağmen şimdiye dek yaşadıklarımıza, bildiğimize tutunmaya çalışıyoruz, geçmişimizden başka bir şeyimiz yok. Tutunacak başka bir şey yok.
Kasaba arada bir gözlerimin önüne geliyor. Buradaki kargaşanın tam zıddı bir sessizlik ve ölgünlük. Orada hiçbir şey olmuyordur, iç savaş bile çıkmıyordur. Aynı sokak, aynı meydan ve aynı tarlalar. Bu şehirden çıkıp oraya gitmek zorunda olmak midemi bulandırıyor.
Bilmesi gerekmiyor, bütünüyle ayrı gerçeklikleri olan iki hayat yaşamaya başladık ve iki hayatın ayrıntıları öteki hayatı hiç ilgilendirmiyor.
Onlarca yıl boyunca bir türlü gerçekleşmeyen tufan için gemi inşa etmenin nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalışıyorum.
Çaresizler yalancı olmak zorundadırlar, bunda ayıplanacak bir şey yok. Yalan, hayatta kalma gayretinin bir bileşenidir.
Çocukluğun bir cennet olduğu bütünüyle yalan. Çocukluk bir hapishanedir. Ancak mızıldanmalarla, ağlamakla, surat asarak ve utanmazca yalanlarla direnmeye çalıştığımız bir hapishane.
Televizyonda hala başka zamanları işaret eden dizilerin oynuyor olması tuhaf. Televizyon hiçbir şeyin değişmediğine, hayatın bildik akışıyla ilerlediğine, geleceğin de bu akışın dışına çıkmayacağına insanları ikna etmeye çalışıyor. Burçlarla aşk arasındaki ilişkileri irdeleyen bir bir tartışma programının varlığını başka hiçbir şeyle açıklayamıyorum.
Felaket bekleyenler deli değildir. Öngörü asla delilik olarak damgalanmamalı.
Kurtulma ihtimali olanın acısı hep daha yüksektir.
Serseri merminin havada vınlayarak önce endişelilere yöneleceğinden habersiz. Bir mermideki standart sapma. Yine de ürkekliği yargılamamalı, ürkekliğin bir tür bilgelik olduğunu kabul etmeliyiz.
En sapıkça fikirler, etraflarında dolaşıldıkça mümkün görünür.
Yakınmanın damgalanmak demek olacağını hepimiz biliyorduk. Hepimiz arkasına gizlendiğimiz suskunluğun bizleri anonim bir sisin altında eşitleyeceğini, görünmez kılacağını biliyorduk. Görünür olmamak, saklı kalmak, kendi açık etmemek çabası ekmek bulma çabası kadar hayati. Soluk alıp vermeye devam etmek için gıda bulmak kadar kimsenin gözüne ilişmemek de gerekiyor.
Bu saatte yemek yemek istemiyorum. Oldukça geç bir saat, sadece can sıkıntısından kurtulmak için yiyecek tüketmek istemiyorum.
Yeni koşullara uyum sağlama kabiliyetinin hayatın bir mucizesi olduğunu düşünmeye başlıyorum. Ne olursa olsun her yeni koşula uygun bir çözüm bulunabiliyor, hayat böyle sürüyor. Ama bunun için sancılı bir süreçten geçmek gerek, tabii uyum sağlayamamak ve berhava olmak seçeneği de var. Aslında çoğunlukla olan da bu.
Felaket kişinin kendi başına geldiğinde uzaktan bakıldığı kadar ürkütücü olmuyor. Uzaktan izlendiğinde hep bir tehditin gerginliğiyle yaşanıyor, oysa burada alışma ve uyum sağlama sürecine dahil oluveriyorsunuz. Fekaletler de uyum yasalarına tabi. Birer birer her olumsuzluğa alışıyor ve onları aşmanın çareleri ister istemez bulunuyor. Öncelikle eski hayatımıza özlem duymaktan, geçmiş güneşli günlere hasret duymaktan vazgeçmeli, bütünüyle farklı bir dönemde olduğumuzu kabullenmeliyiz. Kabullenme her türlü zorluğun üzerinden süzülerek geçer, böyle yaşıyoruz. Derin bir kabullenme ve unutuşla.
Sarhoşluk sonrasında olanlar beni ilgilendirmiyor. Işıldayan duman ve baş dönmesinin, yalan da olsa uzaklaşmanın hazzı yeterli.
çelişkilerimize şefkatli davranmalıyız.
Birkaç dakikalık yaşam ve tutku atılımı üzüntüyle sona erdi. Her şey eskisinin aynısı. Yine de tutku yeniden gelip hayattan kendi payını isteyecek ve sonu yine aynı şekilde bitecek.
Her bir saatin yeni belirsizlikler biriktirdiği bir yaşama durumunda sonsuzluk züppece bir fanteziden ibaret.
Gerçek bilgi olay gerçekleşirken doğru tutum alabilmeyi bilebilmektir.
Kesinlik çabasında ısrar eden, belirsizliğin yaşam veren gücünü kavrayabilmekten aciz kalıyor ve giderek yoruluyor.
Belirsizlik denizinde kesinlik arayışı yıpratıcıdır.
Yazılan hemen her satır yıllar sonra utanç verici hale geliyor. Ruh halleri ve ilgilenilen şeylerin, eski aşklara dair yazılanların, önemsenip not alınan alıntıların hepsi çarpık ve sakil görünüyor. Geçmiş uzaklaştıkça utanç gölgesi gibi uzayarak paçalarımıza yapışıyor. Binbir özenle kayıt edilen alıntılarda hiçbir bilgelik bulamıyorum.
Eski okuduğum kitaplara, düşündüklerime dair bir sürü budalaca not. Budalalıklarımızı da yanımızda götürebilmeliyiz. Budalalıklarımız kişiliğimizin önemli bir parçası, budalalıklarımızla varız.
Artık şaşırmayacağımı sanırdım da ama öyle olmuyor. İnsanlar her zaman tasavvur edebildiğimizin fevkinde eylemler gerçekleştirerek sizi şaşırtmaya muktedirler. Çocuklar bile.
Daha değerli olanın başkasının elinde olduğunu düşünmek, elde olmayana hasret daha çocukken başlıyor ve giderek semiriyor.
Çocukluğun bir cennet olduğu bütünüyle yalan. Çocukluk bir hapishanedir. Ancak mızıldanmalarla, ağlamakla, surat asarak ve utanmazca yalanlarla direnemeye çalıştığımız bir hapishane.
Kurtulma ihtimali olanın acısı hep daha yüksektir.
Tespitlerimize inanılması kişilerin gündelik hayatımıza yakınlığıyla ters orantılıdır.
Geçmişin geleceği bir bebek gibi kucağında büyütebileceğini sanıyoruz, geleceğin her an sokağa bırakılabilecek bir piç olabileceğini aklımıza bile getirmek istemiyoruz.
En beterini tahayyül edebiliyorsunuz, olanlara katlanabilmeniz kolaylaşır.
Alışkanlıkları değiştirmek sanıldığından daha zor, alışkanlığın kendi başına bir varlığı var, bizzat kendime karşı bir kuvveti var ve kurtulmak odaklanma gerektiriyor.
Eski fotoğraflara bakma ihtiyacını ne zaman duyarız? Şimdi bulanıklaştığında, şimdiye yüklediğimiz anlamlar geçerliliğini yitirdiğinde, şimdiyle birlikte gelecek de kestirilemez, planlanamaz hale geldiğinde. Belirsizlik köklere ve geçmişe çağırır, oralarda bir sabitlik, bir dayanak bulmaya çalışırız ama geçmiş, belirsizliği artırmaktan, bilinmezliği çoğaltmaktan başka bir sonuç vermez.