İçeriğe geç

Gece Kelebeği Kitap Alıntıları – Haydar Karataş

Haydar Karataş kitaplarından Gece Kelebeği kitap alıntıları sizlerle…

Gece Kelebeği Kitap Alıntıları

Ben ne zaman başkalarını dinlesem bir şey başımıza geliyor.
Batan güneşin arkasından bakıp insanın kendi yalnızlığına ağlaması benim için hep büyük bir kederdi.
İnsanın insandan neden korktuğunu, bilmez. Korkar da bilmez..
Hayat her geçen gün bize yeni yüzünü göstermekten, her gün önümüze yeni bir zorluk çıkarmaktan geri durmuyordu.
Ölüm ne kadar sıradan ve ne büyük bir çareydi.
“Çöyder, Çöyder, sen de büyüttün, konuşuyoruz, konuşmasak şu dünya sessizlikten ölür..”
“Güneşteki ateşti bize yalnızlığı ve sevgiyi hatırlatan. O her akşam giderdi, onu yitirme korkusu, sabahın tan atışında yeni bir hayatın müjdesiyle dağılırdı. Sahi güneşten bir zararın geldiğini kim görmüştü bu Dersim’de.”
“Yerin bu kulaklarına annem o kadar güzel fısıldardı ki, toprağın gözyaşlarını görür gibi bir hisse kapılırdım.
Sahi kim demiş toprağın konuşmadığını, dağların konuşmadığını kim demişti?”
“Ölüm ne kadar sıradan ve ne büyük bir çareydi. Geçmişe ait her şey neden bu kadar güzel geliyordu bana?”
“Nereye gitmişti o yardımsever insanlar, tanımadık bir ses duyduklarında dahi dağları aşıp giden o güzel insanlar neredeydi?”
“Acı dile gelip konuştu mu kim susturabilir?”
“İnsan düşmüşe ağlarmış, yiğit insana ağıt yakmak günahmış.”
“Hitler diye bir adam her yeri yakıp yıkmış. O olmasaymış, belki Dersim de yakılmazmış.”
“Vur, dedi, yiğitlik insana mahsustur.”
“Kâfir öğrenmiş zayıf yanımızı, aç bırakmış ki, biz birbirimizi yiyelim Perhan.”
“Hayat ne kadar garipti, ne kadar zalim ve acımasızdı. Yapayalnızdık.”
“İnsanın yerinde durarak ölümden kurtulduğu görülmüş müdür?”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Batan güneşin arkasından bakıp insanın kendi yalnızlığına ağlaması benim için hep büyük bir kederdi.”
“Ölünün yakıldığı nerede görülmüş; kimse bilmiyor, kim yaşıyor, kim öldü.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Benim gibi, anne babaları ölmüş kaç çocuk vardı şu Dersim’de ve onlar ne yapmışlardı?”
“Dağlardan kopup gelen kar suları ortalığı inletiyordu. Bu gümbürtü bahardı.”
Benim bu sazımın kudreti tarladaki ayrık otu gibi senin öfkeni bir bir ayıklayıp bu saza dökse bir rüzgar estiğinde şu Dersim’in her bir karış toprağına yayılır.Tanrı büyüktür derler yalan, öfke Tanrı’yı dahi yakacak kudrete sahiptir.
Benim bu sazımın kudreti tarladaki ayrık otu gibi senin öfkeni bir bir ayıklayıp bu saza dökse bir rüzgar estiğinde şu Dersim’in her bir karış toprağına yayılır.Tanrı büyüktür derler yalan, öfke Tanrı’yı dahi yakacak kudrete sahiptir.
Dünya durmuştu. Candarmaların ayak sesleri duyuluyordu, kavak ağaçlarının yaprakları kıpırdıyordu ama sanki her şey bizim dışımızda, sesten gürültüden ibaretti. Bir rüya görüyormuşuz da, biz o rüyanın dışındaymışız gibi.
Dersim ne ki, taş taşın üstünde kalmamış.
olan çoluk çocuğa oluyor. Ne istiyorlar?
Nereye gitmişti o yardımsever insanlar, tanımadık bir ses duyduklarında dahi dağları aşıp giden o güzel insanlar neredeydi?
Onlar eskidendi kardeşim, ne oldu, kimsenin yanına kaldı mı, olan fakir fukaraya oldu, kadınlar kocasız, çocuklar babasız kaldı.
Dersim ‘i ’38 vurmuştu, Erzincan’ı ise deprem ve dünya bir savaşın pençesindeydi.
ve savaş güçsüzleri vuruyordu.
Perperık Zazaca’da kanat anlamına geliyordu. Per-perik dedikçe, bir çift renkli kanadın ayaklanıp uçtuğunu hayal ediyordum.
İnsanlardan ne kadar kaçarsak, hayatta kalma şansımızın o kadar fazla olacağını biliyorduk.
Her yerde çaresizlik, hayata daha sıkı tutunmayı beraberinde getirmişti. Oysa geldiğimiz bu köyde hayatta kalmak için hiçbir kıpırtı yoktu. Çocukların yarısı ölmüştü, geri kalanların da ölmesini bekliyor gibiydiler. Bir kız çocuğunu verip karşılığında bir teneke tohumluk arpa almışlardı, ancak arpayı serptikleri tarlayı vahşi domuz sürüleri sökmüştü. Pençesinde boğuştukları çaresizlik, askerlerin gelip köyleri yaktığı zamanki çaresizlikten daha büyüktü.
Eskiden şu Dersim’de bir kadın gitti mi bir kapıya, ne kavga olursa olsun biterdi. Aşiretler her şeyi kaldırırdı, Dersim’in mührünü tanımadılar.
Annem, bir insan boyu yükselen ekin tarlasının sarı bir kız saçı gibi rüzgarda püfür püfür estiğini anlatırdı.
Ve bir gün iki kocaman domuz getirdiklerinde, evin gizli yerlerinden çıkan iki kadın ile çocuklarda bir sevinç başladı. Nenem, bu yaşa kadar domuz yememişti, bundan sonra da mundar bir eti yiyip cehenneme gitmek istemiyordu. Buna rağmen domuzlar yüzülüp, ocaktaki közün üzerinde etler piştikçe nenem daha önce söylediklerini unutarak çiğnemeden yutmaya başladı. Etlerin geri kalanı kocaman kara bir kazanda kaynatılıp kavurma yapıldı. Bu iki domuz, bizi Kahraman Salih Bey’in terk edilmiş çatısı altında on bir kişilik yeni bir aile haline getirmişti.
Küçük olan düşmüş insan değil Perhan, küçük olan düşmüşü düşüren insandır.
İyi sözün kıymetini bilmek, kötü söz duyduğunda öfkelenmemektir.
şu Dersim’de Tanrı’dan sonra kadın gelir, yani kadının günahını almayacaksın, bir kadın sana zehir dahi verse alıp cennette fokurdayan zemzemdir diye içeceksin.
Cenabı Hak herkese bir ölüm nasip etmiştir, yani bileceksin ölmesini, yeter ki hainin eline düşürmesin kulunu.
Kalp temizmiş, oysa akıldaki fesatlıklar saymakla bitmezmiş. Tanrı insanın ruhunu yıkamış, bakmış akılla baş edemiyor, onu öyle bırakmış. Bırakmış ki, insan acı çeksin, acılarını hatırlayıp, yaptıklarının ağırlığı altında ezilsin.
Annemin dediğine göre, budala insan iyilikle kötülüğü bilmezmiş. Kötülüğü tanımazmış budalalar. Onların söyledikleri, aklın değil, kalbin sesiymiş.
Acı dile gelip konuştu mu kim susturabilir?
Dersim’de Tanrıdan sonra kadın gelir.
Tanrı, nasıl bu kadar acının yaşanmasına göz yumabiliyordu? O nasıl bir Tanrıydı, yaşadığımızın düş, düşümüzün gerçekmiş gibi var olmasına izin verebiliyordu? Görmezmiydi hayal kırıklığının insanı sisler içinde belirsiz bir düşe çevirdiğini görmezmiydi, hayalin kendi kutsal varlığının dahi önüne geçtiğini?
Hayat her geçen gün bize yeni yüzünü göstermekten, hergün önümüze yeni bir zorluk çıkarmaktan geri durmuyordu.
Yeni bebeğim dahi hayallerimin değil, korkularımın dert ortağıydı benim için. Hem bir çocuk neyi hayal ederdi ki, oyuncak mı? Hayatımda hiç görmediğim oyuncakları nasıl hayal edecektim? Annemin yanında olmak yetiyordu bana.
Ermeni ustası elindeki çekiçle taşa vurdukça sanırsın bülbüller şakır. Ermeni taş ustaları bir de acı ağıt yakar ki, elinin altındaki taş dile gelip ağlar.
Ya Tanrı, nasıl bu kadar acının yaşanmasına göz yumabiliyordu? O nasıl bir Tanrı’ydı, yaşadığımızın düş, düşümüzün gerçekmiş gibi var olmasına izin verebiliyordu? Görmez miydi, hayal kırıklığının insanı sisler içinde belirsiz bir düşe çevirdiğini, görmez miydi, hayalin kendi kutsal varlığının dahi önüne geçtiğini?
‘Annem iki küçük dalı birbirine bağlayarak, ince söğüt dallarından bir bebek ördü bana. Çok güzel bir bebekti, yapraklardan elbiseler giydirdik, Otlardan saçlar taktık başına. Tütün yaprakları gibi sararmış iki meşe yaprağından bir etek giydirdik bebeğimize. Annem benimle konuşur gibi bebeğimizle konuşuyordu. Bebeğimize isim aradık. Türkçe’de Gece Kelebeği anlamına gelen ‘’Perperık-a Söe’’ ismini verdik.
Hesen sor, içlerinde celâli var mı? Kırmanç var mı?
Üç celâli ile bir kırmanç ayırdık.
Baktım Pırço geri kalanları tavuk gibi boğazlayacak, koşup elinden simseri *ucu eğri uzun bıçak * aldım elinden .
Gece sızmışım candarma yatakhanesine, hepsini kaldıracağız Musa, ama pırço’nun gözlerini kan bürümüş, dışarıdaki nöbetçiyi yatırıp kurbanlık koç keser gibi kesti
Yatakhaneye girdik, kaldırdık biçareleri, ben, Pırço, Hese Gaver Memli ağa da dışarıda nöbetimizi tutuyoruz!
İçimizde dil bilen bi Hese Gaver var.
Diğerlerimiz ha duvar ha biz.
ulu ağaçlar yakılmaz. Şu doğada her mahluk varlığını ulu ağaçlara borçlu. Ulu ağacın gölgesinde kurtla kuzu dahi kardeş olur
Şu Dersim kaç kez yıkıldı, kaç kez Ermeni yeniden yaptı, Ermeni taşa çekiç vurdu mu taş peynir kalıpları gibi olur ellerinde.
Geçmişe ait her şey neden bu kadar güzel geliyordu bana?
Ölüm ne kadar sıradan ve ne büyük bir çareydi.
Ya Tanrı, Hızır denen o her imdada yetişen Düzgün Baba neredeydi? Neden çıkıp gelmiyordu Sultan Baba dağındaki kurtarıcı?
koca ordunun bastığı yerde ot bitmez. Değil kazma, Hızır aleyselamın öküzünü karasabana soksan dahi asker postalının altında ezilmiş topraktan tek bir dirhem buğday çıkmaz.
Şu Dersim’de Tanrı’dan sonra kadın gelir, yani kadının günahını almayacaksın, bir kadın sana zehir dahi verse alıp cennette fokurdayan zemzemdir diye içeceksin.
öfke düşmana duyuluyormuş gibi durur ama sahibine düşmandır, düşmanı bitirmeden sahibini bitirir.
Çocuk bilmezmiş, yeryüzündeki her sesin , her canlının, muradına ermeden zamansız ölmüş insanların bu dünyadaki hatıraları olduğunu. Ağaçtaki meyvenin, tarladaki mahsulün, öten şu kuş deryasının, zamansız ölmüş insanların bu dünyadaki sesleri olduğunu.
Tanrı insanın ruhunu yıkamış, bakmış akılla baş edemiyor, onu öyle bırakmış. Bırakmış ki, insan acı çeksin, acılarını hatırlayıp, yaptıklarının ağırlığı altında ezilsin.
Sahi, güneşten bir zarar geldiğini kim görmüştü şu Dersim’de
dağların başındaki bu yalnızlık ne kadar garipti, nasıl da insanın içini burkar, insana ait tüm kelimeleri alıp götürürdü.
Geçmişe ait her şey neden bu kadar güzel geliyordu bana?
Ölüm ne kadar sıradan ve ne büyük bir çareydi.
Bir çocuk neyi hayal ederdi ki, oyuncak mı? Hayatımda hiç görmediğim oyuncakları nasıl hayal edecektim? Annemin yanında olmak yetiyordu bana.
Nereye gitmişti o yardımsever insanlar, tanımadık bir ses duyduklarında dahi dağları aşıp giden o güzel insanlar neredeydi.
O nasıl bir Tanrı’ydı,yaşadığımızın düş,düşümüzün gerçekmiş gibi var olmasına izin verebiliyordu?Görmez miydi,hayal kırıklığının insanı sisler içinde belirsiz bir düşe çevirdiğini,görmez miydi,hayalin kendi kutsal varlığının dahi önüne geçtiğini?
Ya Tanrı,Hızır denen o her imdada yetişen Düzgün Baba neredeydi? Neden çıkıp gelmiyordu Sultan Baba dağındaki kurtarıcı?
Oğlum, kayan yıldız Tanrı’nın gözüdür, daha iyi görebilmek için yeryüzüne yaklaşır
Halamın kızının cenazesi , gördüğüm ilk ölümdü . Halam onu, ocağın yanında, otların üstünde bezlere sarmış, mektebe gönderiyormuş gibi elini yüzünü yıkamış, saçlarını taramıştı.
Sanki ölmemiş de uyuyormuş, kendine yakılan ağıtları dinliyormuş gibiydi. Etrafında oturmuş kadınlar sırayla ağıt yakıyordu. Biri bitirip biri başlıyordu . Yaşadığımız tüm dertler dile gelip konuşuyordu .
Annemin kucağına oturmuş, olanlara bakıyordum. Alevler, yerde yatan halamın kızının yüzüne vururken gözleri sanki açılıp kapanıyor, yakılan ağıtlara tepki veriyor gibiydi.
Annem başladı, Zeranik’e kaçarken ki hikayemizi, çocuklarının hikayesini anlattı. Nenem bir karyolada ölmüştü , ölmeden önce istediği tek şey bir kesme şekermiş.
Düşman, sen Allah’tan korkmazsın, bir kesme şekere
muhtaç edersin . . .

Sonra başladı Paşa’ya söylenmeye:
Rayber diyor, kaçın artık ulu Tanrı dile gelip konuşsa Paşa’nın ordusunu durduramazmış, Paşa fermanımızı imzalamış, tel etmiş Abdullah Paşa’ya, Rayber diyormuş, bohçanızı toplayın, bu gelen zulümdür. De way, way, anneciğim tunç karyolada, zalim felek kapıda . . .

Sonra başka kadınlar sözü alıp kendi hikayelerini anlatıyordu.
O zaman öğrenecektim cenazede ağlamanın ağlama olmadığını , aksine, bir hayatın yeniden dile döküldüğünü .

Bir de güzel ağlayanlar vardı . Onlara berbiçi denirdi. Ağlayıcılık yapan, düşmana dahi ağıt yakan berbiçiler, bir yakınları ölmüş gibi, De way, way, deyip , ellerini sallayarak ağıtlar yakarlardı. Kolsuz Musa’nın karısı Hece’nin bir berbiçi olduğunu ilk halamın kızının öldüğü o kış günü gördüm .
Artık nerede biri ölüm yatağına düşse, Hece’yi çağırıp hayata gözlerini yummadan kendi hayat hikayesini Hece’nin ağzından ağıda döktürerek dinlerdi. Biri ölmüşse ya da acılar içinde büyümüş bir genç kız evleniyorsa gene Hece berbiçi olarak çağrılıyordu .
Hece, iki seste , bazen birçok seste ağıt yakıyordu.

”Görüyor musun Gülüzar, insan da böyledir, kuru taş görse o taştan umut bekler. Aynı bu biçare dana gibi, emdikçe sanır ağzına verilen kuru parmaktan oluk oluk süt gelir.’
‘Annem, Ali Rızanın ölmesinden çok, o tepeye yapayalnız gömülmesine üzülürdü. Annem, Baki ile Ali Rıza’ nın hikayesini bana her anlattığında ardından Zazaca bir ağıt mırıldanırdı. Kızı Fecire’nin kaderini ise hiçbir zaman öğrenemedi.’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir