İçeriğe geç

Gavur Mahallesi Kitap Alıntıları – Mıgırdiç Margosyan

Mıgırdiç Margosyan kitaplarından Gavur Mahallesi kitap alıntıları sizlerle…

Gavur Mahallesi Kitap Alıntıları

Gerçi çayı görmeden paçaları sıvamışlardı ama, dereyi geçerken de at değiştirilemeyeceği açıktı.
Bin akıllının duasına karşılık, bir delinin duası kabul olur tanrının katında.
Kutsal bayramlarda ekmeklerimiz lavaşa dönüşürdü.
Yarın bayram, lavaş pişireceğiz.
Anamızın bu sözleri bizi son derece mutlu ederdi. Yiyeceğimiz kızarmış nefis lavaşları düşünerek ağzımızın suyu akardı. Papaz Arsen’in kilisede her yıl anlata anlata artık hepimizin gözleri kapalı ezberlediği çarmıha gerilmiş Isa’nın dirilerek göğe çıkışının hazin hikayesi, biz çocukların pek
umurunda değildi doğrusu. Bizim için bayram lavaşlar, kırmızı yumurtalar demekti. Hani Papaz Arsen’in kulağına gitmeyeceğinden emin olsak, bizi dürtükleyip duran şeytana uyup İsa peygamberimizin yeni bir mucize daha yaratarak, biz çocukları daha çok sevindirmesi için daha sık ölüp daha sık dirilerek, senede birkaç kez bayram yapmamıza neden yanaşmadığını soracaktık, ama şeytana uymanın ne kadar büyük bir günah olduğunu bilmeyecek kadar aptal değildik.
Ekmeği elimizle koparmaz, ısırırdık. Daha sonraları İstanbul’da ekmeğin ısırılarak yendiğinde ayıp olduğunu duyduk, hayretler içinde kaldık Oysa en lezzetli ekmek, ısırılarak yenen ekmektir.
Hino, anamdı. Asıl adı Hanım’dı. Babam Hino derdi. Onüç yaşında babamla evlendikten sonra, anamın Hanımlığı son bulmuş, Hinoluk devri başlamıştı.
Aslında bizim oralarda, kızların evlendikten sonra isimleri sanki kendiliğinden değişime uğrar: Haçer Hiçe’ye, Ar şaluys Erşo’ya, Yeğisapet Eğso’ya dönüşür, Nivart Nivo olurdu. Kızların isimlerinin kadınca isimlere dönüşmesiyle birlikte gö revleri de artardı. Kız isimleri kadınlaşıverince, bu dönüşümü izleyen kural da, doğal olarak tabiat kanunlarına uyup çoğalmaktı. Kadınların en azından iki yılda bir doğurmak gibi asli görevleri sürüp giderken, en uygun ve doğru olanı da kız yerine erkek doğurmaktı.
Hiçe, bu defaki de kız

Hatun, gözün kör ola, bu dördüncüsü de kız

Hanım, eh gözün aydın! Bu defaki karpuz kafalı bir oğlan

Bizim ellerde, bizim oralarda, gebe, hamile, yüklü ve iki canlı olmak için öyle uzun boylu uğraşılara, çabalara, hele ilaca, doktora hiç mi hiç gerek duyulmaz. Bütün karılar, avratlar, kocalarıyla yatacak bir yer buldular mı tamamdır!.. Dokuz ay on gün sonra yüklü yükünü dünyaya koyuverir. Kadın dediğin yılda bir, hadi bilemedin iki yılda bir göbeğini şişirip burnuna dikmemişse, sekiz on kez bu işi yap mamışsa kadınım diye ortaya çıkmasın! Yani kendini kısır bilsin!
Bizim oralarda samimiyetin sınırı şurada başlar, şurada biter diye bir kural yoktur.
Tanrı kimsenin küpünü boş bırakmasın. Halil İbrahim’in beti bereketi küplerimizden hiç eksik olmasın
Kötüsü gitsin, iyisi gelsin.
Dayım bana kızdığında, beni karşısında sadece şekilsiz bir demir parçası gibi görüyor, bu nedenle de kendince İncil’den sonra ikinci sıraya koyduğu, kutsal örsünün üstüne koyup, bir güzel çekiçleyip, benden faydalı, işe yarar bir şeyler yapmak istiyordu.
Birine Gel otur, yemek yiyelim demez Gel ekmek yiyelim derdik. Yemek yerken yanımıza gelen birine veya bir misafirimize, Yemek yedin mi? , Aç mısın? diye sormaz. Ekmek yedin mi? diye sorardık.
İyilik yap, iyilik bulursun , Tanrı daima fakirlerin yardımcısıdır , Ne mutlu o insanlara ki bu dünyada fakirdirler, sonsuz mutluluğa önce onlar ereceklerdir gibi sözler söyleyen İsa Peygamberimiz de ortalıkta gözükmüyordu.
Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür
Bin akıllının duasına karşılık, bir delinin duası kesinlikle daha geçerli olur Tanrı katında..
Aslında bizim oralarda, hamile kalmak kadar, kız çocuğu doğurmak da kolay ve sıradan bir işti. Hatta hatta, sıradan bir iş değil, sıradan bir şeydi. Çünkü kız doğurmak işten de sayılmazdı. Doğum sonrası gelen kız, savaş yenilgisi gibi bir mahluktu.
Öğrendim ve anladım ki, sevgi oyunları başlayıp bitiyorlardı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bedenim gibi aşkım da sarardı, bir sonbahar yaprağı gibi rüzgarın alıp savurduğu oyuncağa dönüştü.
Peki, biz neden fakirdik? Babamın bunca çalışıp çabalamasına rağmen biz neden yine de fakirdik?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kız doğuran dövünsün, erkek doğuran övünsün.
Kız “yüz karası ”, oğlan “paşa”dır.
Kış geceleri babam şarap içerdi. Biz şarabı satın almazdık. Şarabı anam hazırlardı. Siyah, küçük taneli, şiralı Siverek üzümünü, çıplak ayağıyla ezer, suyunu ‘katremis’ dediğimiz kocaman göbekli damacanaya doldurur ve kırk gün sayardı. Kırk gün sonra şarap içime hazırdı.
Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür ama geç ölür..
Bizim oralarda, Diyarbakır da ekmek çok yenir. Ekmeksiz yemek yemek ekmeksiz karın doyurmayı denemek, açlık denen şeyin ne olduğunu bilmemek demekti.
Peki, biz neden fakirdik? Babamın bunca çalışıp çabalamasına rağmen biz neden yine de fakirdik? Evet, evet bizim çok paramız maramız yoktu. Eğer zengin olursan evinin damının direkleri de kalın, sağlam ve çok olur. ( ) Zengin evlerinde ne duvarlarda delikler olur, ne de duvarlar kerpiçtendir. Peki evimizin duvarları neden bu kadar delik deşik? Bu deliklerde akrep kaynardı. Akreplerin sipsivri iğneleri olur, soktuklarında karnın şişer, hemen ölürsün. Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür.
Bizim oralarda, Diyarbakır’da, erkek ve kız çocukların yaşlarına göre oynadıkları türlü türlü oyun vardı.
Boyun iki veya üç yaşlarında ise, henüz donsuz ve sümüklü gezinip duruyorsan, avludaki çamurla, yağmur suyu birikintisiyle, renkli cam veya kağıt parçalarıyla oynayıp durursun. Anan kendi işinde mutfakta, çamaşır yıkamakta, hamur yoğurmakta, taş ekmeği pişirmektedir. Sen yerden, çamurların içinden bulup elinde aldığın paslı bir çiviyi ağzına götürüp tattıktan sonra, tam yutmaya çalışırken, birden ananın dikkatini çekersin. O, hamurlu elleriyle , ağzındaki çiviyi çekip çıkarır, ilk dersini verirdi:
Bu kığhtır!
Papaz Arsen’in İncil’inden her pazar günü İyilik yap, iyilik bulursun , Tanrı daima fakirlerin yardımcısıdır , Ne mutlu o insanlara ki bu dünyada fakirdirler, sonsuz mutluluğa önce onlar ereceklerdir gibi sözler söyleyen İsa Peygamberimiz de ortalıkta gözükmüyordu.
Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür.
“Ekmek ve soğan herhalde dünyanın her yerinde iyi bir ikili oluşturur.”
“Ekmeği elimizle koparmaz, ısırırdık. Daha sonraları İstanbul’da ekmeğin ısırılarak yendiğinde ayıp olduğunu duyduk, hayretler içinde kaldık Oysa en lezzetli ekmek, ısırılarak yenen ekmektir.”
“Bizim oralarda, Diyarbakır’da, ekmek çok yenir. Ekmeksiz yemek yemek, ekmeksiz karın doyurmayı denemek, açlık denen şeyin ne olduğunu bilmemek gibi bir şeydi. Ekmeği ne denli sevdiğimizi, ne kadar çok yediğimizi de günlük konuşmalarımızda dile getirirdik. Birine ‘Gel otur, yemek yiyelim.’ demez ‘Gel ekmek yiyelim.’ derdik. Yemek yerken yanımıza gelen birine veya bir misafirimize, ‘ Yemek yedin mi?’, ‘Aç mısın?’ diye sormazdık. ‘Ekmek yedin mi?’ diye sorardık ”
“Evimizde babamın kararları Tanrı buyruğu gibi bir şeydi. Değişmezdi.”
“ bizim oralarda erkeğin önüne atılan mendil veya üzerine boca edilen bir tas su, evlenmek için yapılan açık bir davet yerine geçerdi.”
“Bizim oralarda, büyüklerimiz bir araya gelip sohbete koyulduklarında, küçüklerin susup dinlemesi kuraldı. Aksi takdirde ensene inen bir tokatla kısacık boyunla yere yıkılır, toprağı öperdin.”
Şehre dört kapıdan girilirdi.Hani şu ‘Diyarbakır dört kapı/Git bak o yar ne yapi!’ türküsündeki kapılardan, Mardin Kapısı, Dağ Kapısı, Urfa Kapısı ve Yeni Kapı’dan.
Ekmeği elimizle koparmaz, ısırırdık. Daha sonlaraları İstanbul’da ekmeğin ısırılarak yendiğinde ayıp olduğunu duyduk, hayretler içinde kaldık Oysa en lezzetli ekmek, ısırılarak yenen ekmektir.
Bizim evde, babam Sıke ve anam Hıno, işlerini kolaylaştırmak ayrıca ilerde onların yokluğunda, biz kardeşler kendi aramızda miras kavgalarına düşüp birbirimizi yemeyelim diye evdeki bazı kap kacağı çocukların adlarıyla vaftiz etmişlerdi. Onun için eve yeni alınan bakır tencereye Apo’nun tenceresi, bakır siniye Ani’nin sinisi veya Sope’nin hamam tası diyerek işi kolaylaştırmışlardı.
Birine gel otur yemek yiyelim, demez. Gel otur, ekmek yiyelim, derdik.Yemek yerken yanımıza gelen birine ya da bir misafirimize Yemek yedin mi, aç mısın? diye sormaz, Ekmek yedin mi? diye sorardık.
Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür.
vere halo, beje çı duhazi?
Keyifle ve bitmeyen bir iştahımızla tahta kaşıklarımızla çalakaşık dalardık önümüzdeki pilava. Tahta kaşıkla yenen yemeğin lezzetini bilir misiniz?
Bizim Diyarbakır’da yazlar hep sıcaktır. Güneş, güneş olmaktan çıkar, başımıza bela kesilir, gökten ateş olur yağar. Gökten ateş yağmaya başlayınca da bizler, buz satan dükkanların önünde paramızla rezil olur, bir parçacık buz için adeta dilenci kesilirdik.
Anam, ne edip ettiyse nasıl becerdiyse becerdi; pirinç taneleri içerisine buğday, mercimek, yarma, nohut, bulgur, fasulye torbaları içinde Halil İbrahim bereketini de İstanbul’a taşımaya çalıştı. Getirdiğini de zannetti. Anam yanılmıştı. Bizim Anadolu’lu Halil İbrahim yeni evimizin küflü bodrum katına ayak uyduramadı.
Onlar bir deli ile işe koyulmanın zorluğunu geç de olsa anlamışlardı.Artık yapacak bir şey de yoktu.Geriye dönülemezdi. Gerçi çayı görmeden donlarını sıvamışlardı ama çayı geçerken de at değiştirilemeyeceği açıktı.
Diyarbakır’da yaşıyorsunuz,her sabah erkenden kalkıp işinize, yani sıvavıcılığa gidiyorsunuz. Yolda yürürken tanıdık,eş,dost,akraba bir sürü insana rastlıyorsunuz. Kimine Ermenice pariluys kimine Arapça selamünaleyküm diyorsunuz; akşam kireç,harç,badana,boya karışımı elbisenizle işten dönerken yine kimine Ermenice parirgun bazılarına Türkçe iyi akşamlar başkalarına da Kürtçe evarete kehr deyip omzunuzda taşıdığınız kocaman karpuzunuzla eve giriyorsunuz.
Bizim diyarlarda iki,üç çocukla yetinmek pek olağan değildi.Kadın dediğin hiç olmazsa beş, altı hatta yedi-sekiz kez göbeğini iri diyarbakır karpuzları gibi burnuna dikmeliydi. Aksi halde o tarlanın beti bereketi yok demekti. O, tarladan öte çorak bir arazi sayılırdı.
Aslında bizim oralarda, hamile kalmak kadar kız çocuğu doğurmak da kolay ve sıradan bir işti. Hatta hatta, sıradan bir iş değil sıradan bir şeydi. Çünkü kız doğurmak işten de sayılmazdı. Doğum sonrası gelen kız, savaş yenilgisi gibi bir mahluktu.
kötüsü gitmedi, iyisi de gelmedi.
Dünyaya ayak basan yeni misafir kız çocuğu ise, bu doğum boşa harcanmış zaman, boşa çekilmiş kürek demektir.
Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür.
Her şeyi de Tanrı’dan istemek biraz da ayıp oluyordu doğrusu.
Mide mide mide..Başka bir şey yok mu bu dünyada.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında, Papaz Morses’in dualarıyla anamı öte tarafa, öbür dünyaya yolculadığımızda, ben onun tekrar geri döneceğini zannediyordum. Olmadı. Gelmedi. İki satır da yazmadı. Zaten okuma yazması yoktu. Köylüydü anam, okuma yazma çağlarında, okulsuzluktan okula gidememişti ama kendince daha işe yarar, çok daha faydalı şeyler öğrenmişti. İyi hamur yoğururdu. Hamuru güzelce yoğurduktan sonra kalaylı bakır “testin” içinde ekşiyip mayalanması için üstünü kalınca bir bezle örtmeden önce de sağ elinin başparmağıyla hamurun üstüne küçük bir istavroz çizer, hamurun bu noktadan ekşiyip mayalanması için de “Halil İbrahim’in bereketi içine olsun” der dua ederdi.Sizler Halil İbrahim’i tanır mısınız? Ben Halil İbrahim’i bizim ekmek teknesinin içinde tanıdım.Sonra da yemek masamızın çevresinde.
Bizim oralarda , Diyarbakır’da , ekmek çok yenir . Ekmeksiz yemek yemek , ekmeksiz karın doyurmayı denemek , açlık denen şeyin ne olduğunu bilmemek gibi bir şeydir .
Zengin evlerinde ne duvarlarda delikler olur , ne de duvarları kerpiçtendir .
”Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında, Papaz Morses’in dualarıyla anamı öte tarafa, öbür dünyaya yolculadığımızda, ben onun tekrar geri döneceğini zannediyordum. Olmadı. Gelmedi. İki satır da yazmadı. Zaten okuma yazması yoktu. Köylüydü anam, okuma yazma çağlarında, okulsuzluktan okula gidememişti ama kendince daha işe yarar, çok daha faydalı şeyler öğrenmişti. İyi hamur yoğururdu. Hamuru güzelce yoğurduktan sonra kalaylı bakır “testin” içinde ekşiyip mayalanması için üstünü kalınca bir bezle örtmeden önce de sağ elinin başparmağıyla hamurun üstüne küçük bir istavroz çizer, hamurun bu noktadan ekşiyip mayalanması için de “Halil İbrahim’in bereketi içine olsun” der dua ederdi.Sizler Halil İbrahim’i tanır mısınız? Ben Halil İbrahim’i bizim ekmek teknesinin içinde tanıdım.Sonra da yemek masamızın çevresinde.”
Tanrı baba, söyle şu loğ taşına evimizi terk etsin!
Tanrı baba, söyle şu direklere kırılmasınlar!
Tanrı baba, söyle şu yılanlara evimize gelmesinler!
Tanrı baba, akrepleri kov evimizden!
Bize ekmek ver!
Üzüm ver, kuru üzüm ver, pestil ver, ceviz de ver!Bize dut kurusu ver! Yumurta ver!
Kavun karpuz da isterim!
Oyuncak topaç isterim!
Biz ekmeği ceviz içiyle yerdik. Kilerden, ceviz küpünden sekiz-on tane ceviz alır, çökerdik yere, bir taş parçasıyla cevizleri kırar, sonra ısırdığımız bir parça ekmeğimize katık edip yerdik. Ekmeği elimizle koparmaz, ısırırdık. Daha sonraları Istanbul’da ekmeğin ısırılarak yendiğinde ayıp olduğunu duyduk, hayretler içinde kaldık
Evvela aç karnını doyursun, sonra evlenmeye kalksın
Bizim oralarda, Diyarbakır’da, erkek ve kız çocukların yaşlarına göre oynadıkları türlü türlü oyun vardı.
Boyun iki veya üç yaşlarında ise, henüz donsuz ve sümüklü gezinip duruyorsan, avludaki çamurla, yağmur suyu birikintisiyle, renkli cam veya kağıt parçalarıyla oynayıp durursun. Anan kendi işinde mutfakta, çamaşır yıkamakta, hamur yoğurmakta, taş ekmeği pişirmektedir. Sen yerden, çamurların içinden bulup elinde aldığın paslı bir çiviyi ağzına götürüp tattıktan sonra, tam yutmaya çalışırken, birden ananın dikkatini çekersin. O, hamurlu elleriyle , ağzındaki çiviyi çekip çıkarır, ilk dersini verirdi:
Bu kığhtır!
Biz akıllılar pek bilemeyiz, ama deliler işlerini iyi bilirler
Yemek yerken hiç konuşmayız, sadece yeriz, konuşan aç kalır. Ayrıca, yemekte konuşmak zaten günahtır.
Hıno, anamdı. Asıl adı Hanım’dı. Babam Hıno derdi. On üç yaşımda babamla evlendikten sonra, anamın Hanımlığı son bulmuş, Hıno’luk devri başlamıştı. Aslında bizim oralarda, kızların evlendikten sonra isimleri sanki kendiliğinden değişime uğrar: Hacer Hıçe’ye, Arşaluys Erşo’ya, Yeğisapet Eğso’ya dönüşür, Nıvart Nıvo olurdu
Peki, biz neden fakirdik? Babamın bunca çalışıp çabalamasına rağmen biz neden yine de fakirdik? Evet, evet bizim çok paramız maramız yoktu. Eğer zengin olursan evinin damının direkleri de kalın, sağlam ve çok olur. ( ) Zengin evlerinde ne duvarlarda delikler olur, ne de duvarlar kerpiçtendir. Peki evimizin duvarları neden bu kadar delik deşik? Bu deliklerde akrep kaynardı. Akreplerin sipsivri iğneleri olur, soktuklarında karnın şişer, hemen ölürsün. Zengin çocukları da ölür mü? Onlar da ölür, onlar da ölür ama geç ölür.
Evimizin, damımızın tüm ağırlığını bu birkaç yorgun ve cılız direk taşıyordu. Nedendir bilemiyorum ama, toprak damımızın bütün yükünü taşıyan bu direklere cılız omuzlarımla destek verip yardımcı olmadığım ve yattığım yerden sadece seyirci kaldığım için kendimi hep günahkar hissetmişimdir.
Papaz Movses’in dualarıyla anamı öte tarafa, öbür dünyaya yolculadığımızda, ben onun tekrar geri döneceğini zannediyordum. Olmadı.
Bizim Diyarbakır’da onbir yaşlanndaki bir kız, eğer kendi yaşıtı bir delikanlıya vurulmuşsa, onu çeşmenin yanında veya kilisede görünce kızarır, alı al, moru mor, nar gibi olurdu. Ben Sato’yu sokakta her gördüğümde onun rengine bakar dururdum. Sato’nun rengi hep aynıydı. Yüzüme bakar, gülüp geçerdi. Ama renginde herhangi bir değişiklik olmazdı. ( ) Rüzgar benim onbir yaşımdaki aşkımı toparlayıp, Diyarbakır’daki Ermeni mezarlığına götürüp acımasızca gömünce, ben de oniki yaşına bastım.
Kan kusasın!..
Gidişin olsun dönüşün olmasın!..
Gözün kör olsun!
( ) Muradına ermiyesin!..
Kokuşup kurtlarla dolasın!..
İn oradan! Düşüp gebereceksin!..
Evlerimizin sokak kapılarında adına şakşak dediğimiz demir tokmaklar asılıydı. Zil mil, elektrik melektrik Tanrı’ya çok yakarmasına rağmen henüz Papaz Arsen’in evinde bile yoktu.
Bizim oralarda büyüklerimiz bir araya gelip sohbete koyulduklarında, küçüklerin susup dinlemesi kuraldı. Aksi takdirde ensene inen bir tokatla kısacık boyunla yere yıkılır, toprağı öperdin.
laf uzadı mı, kabak tadı verir, kokuşur.
Seni köpoğlusu, kabak kafalı seni! Kure Mama’nın canını çıkardın, beni ifrit ettin. Doğrusu bunca zamandır bu işi yapanm, böylesini görmedim, ağzım açık kaldı, lal oldum ulan! Sen ne geri zekalı, kabak kafalı köpoğlusun ulan! Dünyaya adam gibi başınla geleceğine neden kıçınla gelmeye kalkışıyorsun?
Papaz Arsen’ in incil’inden her pazar günü
Tann daima fakirlerin yardımcısıdır ‘ Ne mutlu o insanlara ki bu dünyada fakirdirler, sonsuz
mutluluğa önce onlar ereceklerdir gibi sözler söyleyen İsa Peygaberimiz de ortalıkta gözükmüyordu.
Papaz Movses’in dualarıyla anamı öte tarafa, öbür dünyaya yolculadığımızda, ben onun tekrar geri döneceğini zannediyordum. Olmadı. Gelmedi. İki satır da yazmadı. Zaten yazamazdı, okuma yazması yoktu. Köylüydü anam, okuma yazma çağlarında, okulsuzluktan okula gidememişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir