Erich Maria Remarque kitaplarından Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitap alıntıları sizlerle…
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok Kitap Alıntıları
&“&”
Karşımıza bir duvar çıkıyor, yolun kenarına düşen bir evin duvarı. Birden kulak kabartıyorum. Yanlış mı duydum? Tekrar ve açıkça kaz gaklamaları işitiyorum. Ben Katczinsky’ye bakıyorum, o bana bakıyor, anlaşıyoruz.
«Kat, tencereye talip çıktı, sesleniyor.»
«Kat, tencereye talip çıktı, sesleniyor.»
Harika bir sahneydi bu: Yerde Himmelstoss, üzerinde iki büklüm Himmelstoss’un başını dizlerine sıkıştırmış, yüzünde şeytanca bir gülüş, keyfinden ağzı kulaklarında Haie; sonra çarpık hacaklarla titreyen, çizgili don; aşağı sıyrılmış pantalonun içinde her vuruşta en orijinal hareketleri yapan bacaklar; hacakların üzerinde bir odun kırıcı gibi yorulmak nedir bilmez Tjaden. Sonunda, sıra bize de gelsin diye Tjaden’i adeta zorla çekip almamız gerekti.
Böyledir Kat. Bir yerde bir yılda yalnız bir saat için biraz yiyecek bulunacaksa tam o saatte Kat, sanki bir ilhamla dürtülerek kasketini başına geçirir, çıkar gider, elinde puslası varmış gibi, dosdoğru varır, o yiyeceği bulur."
Selam duruş, esas vaziyet, merasim geçişi, tüfek as, sağa dön, sola dön topuk vur, küfür, azar, binlerce eziyet!
Biz görevimizi başka türlü düşünmüştük;
Bir de baktık ki, kahramanlığa, sirk atları gibi yetiştiriliyoruz. Ama çabuk alıştık. Hatta bu şeylerin bir kısmının çok lüzumlu, ama bir kısmının da pek lüzumsuz olduğunu öğrendik.
Asker milleti, bitirimdir bunları anlamakta.
Biz görevimizi başka türlü düşünmüştük;
Bir de baktık ki, kahramanlığa, sirk atları gibi yetiştiriliyoruz. Ama çabuk alıştık. Hatta bu şeylerin bir kısmının çok lüzumlu, ama bir kısmının da pek lüzumsuz olduğunu öğrendik.
Asker milleti, bitirimdir bunları anlamakta.
Genç, uyanık gözlerimizle, öğretmenlerimizin öğrettikleri klasik vatan kavramının burada şimdiki halde gerçeklere uyduğunu, insanın en değersiz uşaklardan bile beklenıniyecek derecede kişiliğinden vazgeçtiğini gördük.
Bölük komutanı kafasına koymuş bir kere! Çünkü bu onun kudreti dahilinde. Kimse ona kusur bulmaz, aksine sıkı adam derler ona…..
Bu sadece küçük bir misal.
Bu sadece küçük bir misal.
Şimdi sorarım size: Bir sivil her istediğini hodri meydan yapabilir mi, hangi meslekte olur böyle şeyler? Çenesini dağıtıverirler adamın. İnsan bunu askerlikte yapabilir yalnız! Görüyorsunuz ya, insanın başına vuruyor! Sivilken, borusu, ne kadar az ötmüşse asker oldu mu o kadar azıtıyor insan.
Asker dediğin budur: Daima biri ötekine diş geçirir. Kötülük onların fazla güçlü olmasındadır sadece. Bir çavuş, bir neferin, bir teğmen bir çavuşun, bir yüzbaşı da bir teğmenin o derece iflahını kesebilir ki, adam çıldırır sonunda.
Yalnız Himmelstoss değil ki, daha birçokları böyle. Bir şerit taktılar, yahut bir kılıç kuşandılar mı, beton yutmuş gibi değişiveriyolar….
Ey demir karyolalı, kareli yataklı, önleri dolaplı, tabureli loş, rütubetli koğuşlar, siz bile dileklerimizin amacı olabiliyorsunuz! Bu Allahın kırlarında hayat yemek, uyku, tütün, elbise kokuları dolu köşe bucaklarınızla siz bile yurdu hatırlatan masalımsı bir parıltı oldunuz!
Katczinsky, büyük bir heyecanla, renklendirerek tasvir ediyor o koğuşları. Onlara dönebilmek için neler vermeyiz ki! Hayalimiz onlardan ötelere geçmeye cesaret edemiyor zira …
Katczinsky, büyük bir heyecanla, renklendirerek tasvir ediyor o koğuşları. Onlara dönebilmek için neler vermeyiz ki! Hayalimiz onlardan ötelere geçmeye cesaret edemiyor zira …
Bütün dünyayı şu yatağın başına toplamalı, demeli ki : – İşte Franz Kemmerich, on dokuz buçuk yaşında, ölmek istemiyor, kurtarın onu !"
Sert, itimatsız, merhametsiz, kinci, kaba olduk. Fakat isabet, çünkü bizde de bu nitelikler eksikti zaten. Bizi bu talim devresinden geçirmeden siperlere yollasalardı çoğumuz aklımızı oynatırdık garanti."
Gelecek için kesin planlarımız yoktu; bir hayat tarzı denebilecek şekilde pratik bir meslek düşüncesi pek azımızda belirmiş bulunuyordu; buna karşılık, hayata da, savaşa da idealize eden, adeta romantik bir karakter katan müphem birtakım fikirlerle doluydu kafamız."
Biz henüz kök salmamıştık; savaş selleri söktü, sürüdü bizi."
Evet, işte böyle düşünüyorlar, yüz binlerce Kantorek böyle düşünüyor ! Demir gibi gençler ! Gençler ! Bizler yirmiden yukarı değiliz. Ama genç miyiz ? Genç, ha ? Gençlik gerilerde kalalı hanidir. Bizler, yaşlanmış kimseleriz."
Ama şimdi ayırdediyoruz; birdenbire görmeyi öğrendik, onların dünyalanndan hiç birşey kalmadığını gördük. Ansızın, korkunç bir şekilde yapayalnız bulduk kendimizi; ve bu işi bir başımıza halletmek zorunda kaldık."
Onlar onsekiz yaşındaki bizleri yetişkinler dünyasına; çalışma, vazife, kültür, ilerleme dünyasına; geleceğin dünyasına ileten yol göstericiler olmalıydılar. Biz zaman zaman, onları alaya aldık, onlara ufak tefek oyunlar oynadık, ama temelde inanıyor duk onlara. Daha geniş bir anlayİş, daha insanca bir bilgi, düşüncelerimizde, temsilcileri oldukları otorite kavramiyle birleşiyordu. Şu var ki, gördüğümüz ilk ölü, bizdeki bu inancı paramparça etti. Yaşımızın onların yaşından daha saygıdeğer bir yaş olduğunu anladık; onlar bizden sadece laf ebeliğinde becerikli oluşta üstündüler. ilk yaylım ateş, bize onların yanlışını gösterdi; onların bize öğrettikleri dünya görüşü, bu bombardıman karşısında yıkılıverdi."
Katczinsky, bunun okumuşluktan ileri geldiğini iddia eder; tahsil, insanı aptallaştırır, der."
Düşünceden, kaygıdan uzak, güzelim saatlerdir bu saatler. Başımızın üstünde mavi gök. Ufukta ışıl ışıl san, bağlı balonlar; uçaksavar mermilerinin beyaz beyaz bulutları. Bir uçağın peşine düştükleri vakit, zaman zaman bir demet gibi yükseklere fırlamaktalar. Cephenin boğuk uğultusunu, sadece, çok uzaklarda bir gök gürültüsü gibi duyuyoruz."
lk yaylım ateş, bize onların yanlışını gösterdi: onların bize öğrettikleri dünya görüşü bu bombardıman karşısında yıkılıverdi
Parlatılış bir düğmenin dört ciltilk bir Schopenhauer dan daha önemli olduğunu öğrendik
Burada zekanın değil, ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin,hürriyetin değil talimin sözünün geçtiğini anladık
Gelecek için kesin planlarımız yoktu; bir hayat tarzı denebilecek şekilde pratik bir meslek düşüncesi pek azımızda belirmiş bulunuyordu; buna karşılık, hayata da, savaşa da idealize eden, adeta romantik bir karakter katan müphem birtakım fikirlerle doluydu kafamız.
Biz henüz kök salmamıştık; savaş selleri söktü, sürüdü bizi.
Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece."
Hemen hepimiz böyle şeylerle uğraşmışızdır; ama bu, benim için öyle uzak bir hayal haline geldi ki, artık gözlerimin önünde canlandıramıyorum bile
Düşünceden, kaygıdan uzak, güzelim saatlerdir bu saatler.
Herkesten çok askerler, mide ve hazım işleriyle canciğerdirler. Askerin kelime hazinesinin dörtte üçü mide ve hazım terimleridir.
okul kitaplarını hala yanında taşıyan, hususi imtihanların hayaliyle yaşıyan, yaylım ateşlerinde fizik problemleri çözmeye çalışan Müller"
Müller qədər fizikaya həvəsli olmaq istərdim….
Müller qədər fizikaya həvəsli olmaq istərdim….
İnsan gözü denilen bir çift küçük noktada bazen ne büyük acılar birikebiliyor."
On sekiz yaşındaydık. Tam yaşamayı ve dünyayı sevmeye başlamıştık. Bizi bu dünyayı felakete sürüklemekle görevlendirdiler. İlk bomba bizim kalbimizde patladı. Çalışma, emek, ilerleme dünyasıyla ilgimiz kesildi. Böyle şeylere inanmaz olduk. Biz sadece savaşa inanıyoruz artık!"
Batı cephesinde yeni bir şey yok…
Bu derece delik deşik vücutların üzerinde, hayatın her günkü seyrine devam eden insan çehreleri bulunabileceğini aklım almıyor. Hem sonra, bu yalnız bir hastane, yalnız bir kısım. Almanya’da yüz binlerce, Rusya’da yüz binlerce. Bu böyle olunca, şimdiye kadar yazılmış, yapılmış, düşünülmüş şeyler ne kadar saçma! Binlerce senenin medeniyeti, bu kan sellerinin akmasına bile mâni olamadıktan, bu yüz binlerce işkence zindanını kapatamadıktan sonra, bütün o yazılanlar, hepsi boş, hepsi yalan olsa gerek. Harbin ne olduğunu önce hastane gösterir.
Albert haklı. Biz genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.
Kitapların sırtı dizi dizi duruyor. Onları ezbere biliyorum. Raflara böyle sırayla dizişimi hala hatırlıyorum. Gözlerimle yalvarıyorum onlara:
Bana bir şeyler anlatın! Konuşun benimle! Ey aylak, güzel dünya, beni tekrar kendine çek! "
Bekliyorum, bekliyorum…,Gözümün önünden hayaller uçuşuyor fakat beni tutamıyorlar… gölgeden ve anıdan oluşan şeyler.
Bana bir şeyler anlatın! Konuşun benimle! Ey aylak, güzel dünya, beni tekrar kendine çek! "
Bekliyorum, bekliyorum…,Gözümün önünden hayaller uçuşuyor fakat beni tutamıyorlar… gölgeden ve anıdan oluşan şeyler.
Işte Franz Kemmerich, on dokuzunda… Ölmek istemiyor… Ölmesin!
Yaylım, baraj, perde ateşleri; mayınlar, gazlar, tanklar, makineli tüfekler, el bombaları. Kelimeler, kelimeler, fakat dünyanın dehşetlerini içlerine alan kelimeler.
“Harb dediğin, halk şenliklerine benzemeli bir nevi. Boğa güreşlerindeki gibi çalgılı, biletli olmalı. İki memleketin bakanları, generalleri banyo donlarıyla, ellerinde sopalar, sahaya çıkıp birbirlerine saldırmalılar. Sağ kalan hangi memlekettense, o millet galip sayılmalı. Bu, hem daha basit, hem de daha iyi. Burada onların yerine bizler dövüşüyoruz.”
Kelimeler, kelimeler, kelimeler.. erişemiyorlar bana.
“Hayvanları harbe sokmak, alçaklığın daniskası.”
Onlar on sekiz yaşındaki bizleri yetişkinler dünyasına; çalışma, vazife, kültür, ilerleme dünyasına; geleceğin dünyasına ileten yol göstericiler olmalıydılar.
Çizmelerime baktım. Kocaman, kütük gibi. Pantolon paçaları girmiş içlerine; ayakta dururken, bu geniş boruların içinde insan iriyarı, güçlü görünür. Ama yıkanmaya gidip de soyunduk mu, birdenbire çöp gibi bacaklarımız, dar omuzlarımız meydana çıkıveriyor. Biz o zaman asker değiliz artık, adeta çocuk gibi kalırız, arka çantası taşıyabileceğimize inanmaz kimse.
Onlar konuşup nutuk atarak yazılar yazadursunlar, biz yaralananlarla ölenlerin arasındaydık. Onlar vatan borcunun dünyada her şeyin önünden geldiğini söylemişlerdi. Oysa biz can çekişmenin acısının daha da güçlü olduğunu öğrenmiştik bile! Fakat sanılmasın ki bizler isyancıydık, başkaldıran, tabansız, vatan hainleriydik (onlar bu kelimeleri epey bonkörce harcıyorlardı!). Hayır, vatanımızı biz de onlar kadar seviyorduk. Ama yapmacıkla sahiciliği de ayırt edebiliyorduk."
Mənimlə danış, məni qəbul et, ey qayğısız, gözəl keçmişim. Yenə məni qəbul et..
Ara vermədən yağan müdhiş atəş, səpələnən atəş, mərmi, qaz, tank, pulemyot, el bombaları – bütün bunlar sadə sözlərdir. Lakin bu sözlərdə dünyanın bütün dəhşətləri saxlanmışdır…
hem yetimler gibi kimsesiz, boynumuz bükük, hem de görmüş, geçirmiş kimseler kadar tecrübeliyiz. hem üzgün hem kabayız. o kadar ıstırap çektik ki maddi ve sathi olup çıktık. elden gitmiş, yitirilmiş olduğumuza inanıyorum.
Hər əsgər yalnız minlərlə təsadüf üzündən sağ qalır. Hər əsgər də təsadüfə inanır…
Yangınlarda kavruk tarlalardan esip gelen ümit rüzgârı; sabırsızlığın, hayal kırıklığının çılgın sıtması, ölümün en azaplı ürpertisi, anlaşılmaz soru: Niçin? Niçin bitirmiyorlar? Biteceği söylentileri ne diye dolaşıyor ortalıkta?
Hayat bize vahşi hayvanların vurdum duymazlığını verdi. Bu sayede görüp geçirdiğimiz her şeye karşın her anın olumlu yanlarını görüyoruz. Ve bu olumlu şeyleri, hiçliğin saldırısına karşı yedek bir güç olarak içimizde saklıyoruz."
.
Düşüncelerimle yalnız kalmak benim için zor. Onlar düzgün düşünceler değiller; zayıflığımda beni rahatsız eden ve garip bir şekilde beni harekete geçiren anılardır.
Düşüncelerimle yalnız kalmak benim için zor. Onlar düzgün düşünceler değiller; zayıflığımda beni rahatsız eden ve garip bir şekilde beni harekete geçiren anılardır.
…
Ayağa kalkıyorum.
Çok sakinim. İsterse aylar, yıllar gelsin daha; hiç bir şey vermem artık;artık benden hiç bir şey alamazlar. Öylesine yalnızım, öylesine bir beklediğim yok ki, karşılarına pervasızca çıkabilirim. Beni bu yılların içinden geçiren hayat, ellerimde, gözlerimde hala. O hayatı yenebildim mi, bilmiyorum. Ama var oldukça, içimdeki o “ben” diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.
Çok sakinim. İsterse aylar, yıllar gelsin daha; hiç bir şey vermem artık;artık benden hiç bir şey alamazlar. Öylesine yalnızım, öylesine bir beklediğim yok ki, karşılarına pervasızca çıkabilirim. Beni bu yılların içinden geçiren hayat, ellerimde, gözlerimde hala. O hayatı yenebildim mi, bilmiyorum. Ama var oldukça, içimdeki o “ben” diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.
1918 Ekiminde vurulup öldü. Vurulduğu gün bütün cephe sessiz sakindi gayet; öyle ki, resmi tebliğler, batı cephesinde kayda değer yeni bir hadise olmadığı cümlesiyle yetindiler.
Yüzükoyun düşmüştü, toprakta uyur gibi yatıyordu; tersine çevirdikleri vakit fazla acı çekmeden ölmüş olduğunu gördüler.. Yüzünde öyle sakin bir ifade vardı ki, kaderine memnundu adeta.
Yüzükoyun düşmüştü, toprakta uyur gibi yatıyordu; tersine çevirdikleri vakit fazla acı çekmeden ölmüş olduğunu gördüler.. Yüzünde öyle sakin bir ifade vardı ki, kaderine memnundu adeta.
Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten, ölümden, korkudan, bomboş bir sathiliği ıstırap uçurumlarına zincirlemekten başka bir şey bildiğim yok. Milletlerin birbirlerine karşı itildiklerini; susarak, cahilce, delice, uysal ve masum, birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki kafalarının, silahları ve sözleri, bu işleri daha ustaca yapmak, daha devamlı kılabilmek için icadetmiş olduklarını görüyorum. Bunu hurda, karşı tarafta yaşımın bütün insanları, bütün dünya da benimle birlikte görüyor; benim neslim bunu benimle birlikte yaşıyor. Günün birinde karşılarına dikilsek de hesap sorsak, ne derler babalarımız? Bir gün gelir de harb biterse, bizden ne beklerler? Yıllar yılı bizim işimiz öldürmek oldu.. hayatta ilk mesleğimiz bu oldu. Hayat namına bildiğimiz şey ölümden ibaret. Bundan sonra artık ne olabilir? Bizim halimiz nice olacak?
Ben miyim bu yürüyen? Ayaklarım var mı hala? Başımı kaldırıyor, etrafıma göz gezdiriyorum; gözlerimle birlikte ben de dönüyor, dönüyor, derken duruyorum. Her şey eskisi gibi. Yalnız, yedek Stanislaus Katczinsky öldü. Sonra artık hiç bir şey bilmiyorum.
Fakat harb devam ediyor.. ölmek devam ediyor, 1918 yazı. Hayat bize hiçbir zaman, şimdiki bu daracık şekilde olduğu kadar özlenmeye değer gelmemişti.
hayat, ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret.
Peşin kanaatlerin canı cehenneme!
… həmçinin insana bir parça hökmranlıq versən, o da eynilə belə edərək ondan möhkəm yapışacaqdır, bu adamın özündən asılı deyil. Insan hər şeydən əvvəl bir vəhşidir, ədəb və tərbiyəni isə kökə yağı çəkən kimi sonradan əldə edir.
Ne diye bize boyuna söylemezler, sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu, sizin annelerinizin de bizimkiler kadar endişe ettiğini, hepimizin ölüm karşısında hep aynı acıları yaşadığımızı ne diye söylemezler?.. Affet beni arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin, Kat gibi, Albert gibi. Al ömrümden yirmi seneyi arkadaş, al da kalk! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü.
Eee, o halde harb neden oluyor?”
“Bazı adamlar var ki harb onların işine yarar.”
“Bazı adamlar var ki harb onların işine yarar.”
Devlet, devlet, devlet! Jandarma, polis, vergi, işte sizin devletiniz!
Sen bu kadar salak mısın, yoksa numara mı yapıyorsun?
Ne kadar zavallı insancıklarız biz!
“Siz çocuklar, neden dünyaya geldiniz, ölmek için mi?
İnsan düşününce saatler daha çabuk geçiyor.
Anlıyorlar tabii, haklısın diyorlar, onlar da böyle düşünüyorlar, ama yalnız lafta, sadece lafta.
Üsten, kimimiz şen, kimimiz tasalı askerler olarak yola çıkıyoruz. Cephenin başladığı bölgeye varır varmaz ise insan denilen birer hayvan olup çıkıyoruz."
Bizler kendimiz in bile faydasız; büyüyeceğiz; bazımız devrana uyacak, bazımız kadere boyun eğecek, çoğumuz da perişan olacağız; yıllar geçip gider, eninde sonunda mahvoluruz.
Mermiler, zehirli gazlar, tank filotillâları. Ezilmek, parçalanmak, ölüm.
Dizanteri, grip, tifüs…
Boğulmak, yanmak, ölüm.
Siper, hastane, toptan gömülme…
Dahası yok bunun.
Dizanteri, grip, tifüs…
Boğulmak, yanmak, ölüm.
Siper, hastane, toptan gömülme…
Dahası yok bunun.
Biz kafataslarının çoğu gitmiş insanların yaşadıklarını görüyoruz, iki ayağı da kopuk askerlerin koştuklarını görüyoruz, kırık, çentik çentik kemik artıkları üzerinde en yakın çukura doğru sekiyorlar. Bir onbaşı şöyle böyle bir kilometre mesafeyi avuçları üzerinde süründü, paramparça dizlerini peşi sıra sürüdü. Bir başkası sargı yerine gidiyordu, kenetli ellerinden bağırsakları sarkıyordu. Biz ağızsız, alt çenesi uçmuş, yüzü gitmiş adamlar görüyoruz, boşanan kanı durdurmak için kolundaki atardamarı dişleriyle sıkan biriyle karşılaşıyoruz. Güneş doğuyor, gece olu yor, mermiler vınlıyor, hayat sona eriyor.
Ah anne, anne! Seni bırakıp da nasıl gideceğim, aklım almıyor; benim üzerimde senden gayrı kimin hakkı var ki? Ben henüz şurada oturuyorum, sen oracıkta yatıyorsun; birbirimize söyleyecek ne çok şeyimiz var, ama asla söyleyemeyeceğiz.
Titreyen, hıçkıran bu kadın; beni tartaklayan, bana bağıran: O öldü de sen neden yaşıyorsun?", beni göz yaşlarıyla ıslatan, haykıran: "Siz çocuklar neden dünyaya geldiniz, ölmek için mi…", bir iskemleye yığılıp kalan, ağlayan bu kadın: "Sen onu gördün mü? Ölürken gördün mü? Nasıl öldü?
Diyelim köpeğini sen hep patatesle büyütüyorsun. Bir gün getirip önüne bir et parçası koyar koymaz hemen atılır, kapar. Çünkü doğası gereğidir. İnsanoğluna da günün birinde biraz otorite ver, hemen atılır kapar. Onun da doğası gereğidir, çünkü. İnsan dediğin de aslında bir hayvandan ibarettir."