İçeriğe geç

Fuzuli Ne Demek İstedi? Kitap Alıntıları – İhsan Fazlıoğlu

İhsan Fazlıoğlu kitaplarından Fuzuli Ne Demek İstedi? kitap alıntıları sizlerle…

Fuzuli Ne Demek İstedi? Kitap Alıntıları

nazar: aklın bilinen ile bilinmeyen arasında hareketidir
Işk imiş her ne var Alem’de
İlim bir kil ü kal imiş ancak
Onunla buluşmak için kendinden ayrılmak gerek.
Ya ışk gerektir ki kadrimi bilsin ya akıl gerektir ki beni zapt edebilsin.
Varlık’ta hiçbir şey yoktur ki, ışk ve mahabbetsiz olsun; çünkü her şeyin kemali, sevdiğidir.
İnsanlar, tür olarak bir’dir; türselliklerinden kaynaklanan gereksinimler konusunda da ortaktır; bu nedenle aralarında bilgiden başka fark yoktur.
Her kültür kendi gök-yüzüne bakar; ve her bakış kendi gök-yüzünü yaratır.
Yorum, doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır.
Evren’de her şey kendi yolundadır; insan ise kendi yolunu kurar.
Ateist, gün-görmüş bir bilim adamı, Artvin’de bir toplantıda “öldüğümde beni bu dağlara gömün; bu dağlarda dolaşıyor olayım” dediğinde, kendisine “öldüğünüzde bu dağlarda bir şey dolaşıyor olacak; ama bunun işaret edilebilecek bir ‘siz’ olduğundan şüpheliyim” diye yanıt verince, büyük bir bilgelikle “Evet! Her şey tamam da dostum, bana en ağır gelen yetmiş yılda oluşturduğum bu benlikten vazgeçmek, bu benliği kaybetmek; hiç olmak; gerçekten nedir bu benlik ki kaybolmak istemiyor” demişti. Benlik üzerine düşünmek, bir iğneyi kendi deliğinden geçirmeye çalışmak gibi bir şey.
faal akıl öldü, saâdet gitti; insanlar da ışk’a sığındı, selâmete yöneldi
ancak kendini yolcu olarak kabul eden yola koyulur.
bilgisiz şiir, temeli olmayan duvar gibidir; temelsiz duvar da değersizdir.
İnsanlar, tür olarak bir’dir; türselliklerimden kaynaklanan gereksinimler konusunda da ortaktır; bu nedenle aralarında bilgiden başka fark yoktur.
Yorum, doğru anlamaktan çok yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır.
İnsanoğlunun en önemli kaygısı yer sorunudur; bu nedenle de insan, yerini bilmek ister.
Akıl, taş kadar maddî; taş da, akıl kadar manevîdir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Taşköprülüzâde, Miftâh’ında, mü’min bir insan için, tercih edilebilecek üç makam olduğunu belirtir: Birincisi nübüvvettir, ki kesbî olmayıp vehbîdir; üçüncüsü şehadettir, ki bir nasiptir. İkincisi ise âlim olmaktır, ki niyet, hayret ve gayrete bağlıdır.
Öte yandan, insana en ağır gelen yine kendidir; başka bir deyişle insan en zor kendine katlanır. Kendine katlanmanın, teemmül/refleksiyon anlamında düşünmeyi imlediğini anımsayalım: Ancak ve ancak kendi içine düşenler düşünürler. Bu özellikle tabiat ve hayat ağında şahsiyetini kazanıp hüviyet aşamasına ulaşan kişi için geçerlidir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Halbuki, yalnızca aklı ile yaşayan kendini sokaktan toplar
Denilebilir ki, Tanrı’ya iman taabbüd ile; Tanrı’yı idrak tefekkür ile; Tanrı’yı fark ise tezekkür iledir.
Aşıklığa mazhar da sensin, mâşukluğa zîver de sen. Marifet âşnâlık sürmesindedir.
Ilahî! Tubtu min kullî meâsî
Ve-lakinne hubbe Leyla la-etubû

Ya Rabbî, tövbe ettim tüm günahlarıma/ Tövbe etmek mi, Leyla’ya olan sevgime? Asla!
( Leyla vü Mecnun )

İnsan, aklı ile yaratılışının sınırlarını aşar; insan olmaklığına
zarar verir. İşte din bu anlamda aklımızı sınırda tutarak, in-
sanlığımızı korumaya çalışır. Heidegger’in deyişiyle “sınır bir
kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz.” Sonuç
açıktır, insanlığını -sınırını- bir kere çiğneyen kişi, her şeyi
çiğner, çiğneyebilir. İşte bu nedenle süfi, sınırında/insanlığın-
da kalarak, her şeyiyle Evren’i kendinden korur, korumaya
çalışır; çünkü aklıyla zarar veren, zulm eden, yaratılışına karşı
iş yapabilme gücüne sahip, sınırlarına isyan edebilen tek canlı, insandır. Çünkü insan kebed üzere yaratılmıştır (Beled 4);
.. sufi geleneğimizde hakiki müslüman,
kendini dışarıdan, ötekinden koruyan değil,
dışarıyı, ötekini kendinden koruyan kişidir.
Eflatun’un matematik ve müzik eğitimi,
sûfi kültürde nefsin terbiye ve tezkiyesi,
meşai gelenekte nazari ve ameli yetilerin tehzibi
ve faal akılla ittisal ederek kemâle erilmesi gibi pek çok kavram, bu nefsi tekâmülün sonucu katedilecek aşamalarla ilgilidir. Ancak, her halükârda nefsi tekâmül için, bir yola girilmesi, yola çıkılması, yola revan olunulması kaçınılmazdır. Çünkü ancak kendini yolcu olarak kabul eden yola koyulur.
insanoğlunun en önemli kaygısı yer sorunudur;
bu nedenle de insan, yerini bilmek ister.
Tanrı, Evren’e varlık, ışk, iyilik yanında bilgi de teklif ettiğinden, insanın sahip olduğu nefs ile Tanrı’nın bu teklifine muhatab olabilmesi için hem nazarî hem de amelî açıdan Tanrı’dan sürekli tecelli eden bilgiye kendini hazır hâle getirmesi gerekir. Bu ilişkinin amacı kişisel değildir; tersine Tanrı’dan sürekli tecelli edenleri, hads yoluyla, faal akıl aracılığıyla almaya, insanın hazır olmasıdır ki böylece insan, Akılların yaşadığı mutluluğun bir benzerini yaşar ve Tanrısal ışk’la bir tür birliktelik hâlini deneyimler.
İbn Sînâ için en önemli amaç, aklın nazarî ve amelî güçlerinin kemâle erdirilip, nefsin maddî dünya’dan kurtularak İlâhî dünyaya dönmesidir; ebedî mutluluk budur. Nefsin ebedî olarak yaşayacağı bu dünya, bilgi ve ışk ile elde edilir. Köklerini Tanrı’da bulan bilgi ile ışk, tecelli süreciyle Yukarı’dan Aşağı’ya iner ve insanda yoğunlaşır; işte insan nefsi bu iki ilâhî kökenli bineği kullanarak tekrar Aşağı’dan Yukarı’ya, ebedî saâdete yolculuk eder (tekâmül).
Her şeyden önce, din, sanat, felsefe ve bilim birer insanî duyuştur; bunların tezahürleri, kurumsal yapıları yasaklanabilir, ancak duyuşun bizatihi kendisi yasaklanamaz; çünkü insanî-doğal duyuş bir biçimde kendisini ifade etmenin yolunu bulur. Bunun için insan bu hâliyle varolduğu sürece, din de, sanat da, felsefe de, bilim de varolmaya devam edecektir. Bu dört temel insanî duyuşun çatışması denge içindir; çatışmadan korkmamak gerekir; yalnızca dinin, yalnızca sanatın, yalnızca felsefenin ya da yalnızca bilimin olduğu bir hayatın istikâmeti muhkem olamaz. Bu dört duyuştan biri kendi varlığını ötekinin yokluğuna bağlamadığı sürece, çatışmalarında hiçbir beis yoktur; tersine çatışmaları hayatın sıhhat alâmetidir; tıpkı duman çıkan yerde ateşin varlığına istidlâl edilmesi gibi, bu demektir ki orada hâlâ insan vardır.

Bu durumun en güzel örneği irfanî-sûfî gelenektir; örnek olarak Mehmed Fenârî’yi ele alalım; büyük ârif, aynı zamanda önemli bir mantıkçı, usûlcü, hukukçudur.

Osmanlı medreselerinde dil bilimleri ve şiir için ders kitabı
olarak okutulan https://1000kitap.com/yazar/sekkaki ‘nin Miftah el-ulum’unu anımsayalım. Her şeyden önce eserin adında kullanılan miftah, mantık’ın öteki adı mizan’a naziredir; ve bundan kasıt: Tüm bilimlerin anahtarı dil bilimleridir. Özellikle eserin şiir bölümüne bakıldığında şaşırıp kalmamak elde değildir; çünkü, şiir nazariyesi bile şiiri kıyas üzerine kurulmaya çalışılır.
Tıpkı, Ölü Ozanlar Derneği adlı filmde, şiirin analitik yöntemle incelenmesine benzer biçimde
Denilebilir ki,
Tanrı’ya iman taabbüd ile;
Tanrı’yı idrak tefekkür ile,
Tanrı’yı fark ise tezekkür iledir.
IŞK, mumdan kayıkla ateş denizinden geçmektir
– ( ) Her dönem, kendi lügati ile okundukta anlaşılabilir
Fuzuli, insanlar arasındaki EŞİTSİZLİĞİN KAYNAĞInı bilgiye bağlayarak şu vurguyu yapar:

insanlar, tür olarak bir’dir; türselliklerinden kaynaklanan gereksinimler konusunda da ortaktır; bu nedenle aralarında bilgiden başka fark yoktur.

Bilgi konusundaki tüm tartışmalar ise bilginin akla raci olduğunu gösterir.

Doğru olan, akıl sahibi kişinin,
yaratılışı konusunda düşünmesi;
fıtratının kökenini araştırması;
mebde/geliş ve mead/dönüşteki durumunu/halini idrak etmesi (idrak=ilim eşitliği anımsanmalıdır);
iyi ve kötü yolu birbirinden ayırmasıdır
Konya ve civarında, hepsi aynı dönemde yaşamış,
Siraceddin Urmevi’nin nazari,
Sadreddin Konevi’nin irfani,
Kutbuddin Şirazi’nin işraki
ve Celaleddin Rumi’nin sufi/ışki tavrıdr.

Bu durumu şöyle dillendirebiliriz:
Alim ve arif, varlık’ı ibare ile dillendirirken, sufi işaret ile ihsas ettirirdi. Gerçi, arifin tahsil aşamasında elde ettiği öyle bilgiler vardır ki, ibareye dökülemez; bu bilgiler de ya şiir diliyle (ibn Arabi’nin eserlerinde olduğu gibi) ya da mecaz ve temsillerle anlatılabilir. Nitekim, Davud Kayseri, alimin her daim ibareyle yetinirken, arif’in sıkça işarete başvurduğunu belirtir (Hamriyye, s.13).

Thomas Aquinas’rn dediği gibi,
aynadaki yansımada olduğu gibi,
mahillerden (effects) illetleri (causes) bilmek amaçtır.

Başka bir deyişle, kadim nazar, dil’in gektiği varlık fotoğrafının tahlilidir.

Sorunu derinden yakalamak için daha da temele inerek bu arayışı şu biçimde dile getirebiliriz: Şey vardır dediğimizde -ki bu en genel anlamıyla bizim kendisine vardığımız, bir biçimde insan olarak değdiğimiz, kısaca muhatab olduğumuz şeydir-, sahneye birden çok’a giden varolanlar dökülür.

Burada ikinci bir soru ortaya çıkar, Şey var ise onu nasıl bilebilirim?

Birinci durum VARLIK-BİLİMini /ontoloji’yi yaratırken, ikinci soru, BİLGİ BİLİMini / epistemoloji’yi devreye sokar: İnsan nasıl bilir, yetileri nelerdir, vb

Son sorun daha ciddidir: Var-olan benim bildiğim şeyi,
ben-olmayan hemcinslerime nasıl anlatabilirim?

Bu sorun, bilginin kesinlik’ini sağlayacak yapıyı inşa etmeyi zorunlu kılar; buna DÜŞÜNCE BİLİMi /mantık, dil ya da yöntem denilmesi içeriği değiştirmez. Burada önemli olan, bilgi’nin ötekini ikna edecek, paylaşmayı olanaklı kılacak, hatta ilzâm edecek bir doğa kazanabilmesi için, insan bireyleri arasındaki en ortak zemine işaret etmektir. İlginçtir, bu biçimdeki bilginin kesinliğinin kaynağı, tarihî dönemlerdeki güçlü eleştiriler nedeniyle, büyük oranda, dışarıda bulunduğu varsayılan bir üst- dile (Tanrı’nın ilmi, faal akıl, idealar dünyası, tümel, vb ) onaylatılarak sağlanmaya çalışılmıştır. Çünkü, tekrar etmekte yarar var, bu tür bir bilgi sırf kendisi için değil, bizatihi kendisine göre eylemek, yaşamak için talep edilir;

işte felsefe’nin/philosophia’nın kadîm gelenekteki anlamı budur: Belirli bir tür bilgi elde etmek ve ona göre eylemek.

Ilm’in ulaşabileceği en ama en son sınır, ancak ve ancak Işk’ın kıyısıdır. Bu nedenle, kıyıda olan, Okyanus hakkında ancak ve ancak bir zann’a, bir kanaate sahip olabilir; kendisine değil. Işk ise tersidir; çünkü, ışk, Ilim gibi kıyıda durup Okyanus’u betimlemez, tanımlamaz, açıklamaz, kavramaz; Okyanus’a dalar, O’nu yaşar. Kısaca, hâlde olur; kâl etmez.
İnsan, aklı ile yaratılışının sınırlarını aşar; insan olmaklığına zarar verir. İşte din bu anlamda aklımızı sınırda tutarak, insanlığımızı korumaya çalışır.
Kadim metinler, örüldükleri kavram yumağının, yazarının kastettiği doğal mısdaklarına uygun olarak değil, işkenceden geçirilerek , modern okuyucunun kasdına göre anlaşılmaya çalışılıyor.
Bugünün bilimi, yarının efsanesidir.
Bohr
İnsanın en önemli korkusu var-olma, var-oluş korkusu değildir; yok-olma, yok-oluş korkusudur; çünkü insan ölüme doğru yaşar.
Işk, herkesin maskesini yırtıp atan bir güç gibidir; bu nedenle ışk’tan kaçanlar, hayattaki maskelerini korumak isteyenlerdir.
İnsan, anlamını keşfetmek, yalnızlığını gidermek için ışk’ın tutsağıdır; ama ne yazık ki ışk da başka tür bir yalnızlıktır.
İnsan kebed üzere yaratılmıştır; yani İbn Abbas’ın tefsiriyle insan, dik duran ve ufka bakan bir varlıktır; bu nedenle yolunu bulma meşakkatine maruzdur.
İnsan, doğası gereği uçamaz ama aklıyla uçak yaparak uçar; aslında uçak, uçan insanın aklıdır; çünkü uçak, insan aklının cisimleşmiş hâlidir. Bu durum atom bombası için de geçerlidir; patlayan atom bombası değil, insan aklının bizatihi kendisidir.
Başkasına zarar vermek, kendini güvende hissetmeyen insanın korkusundan kaynaklanır; bu tür kişiler bizatihi kendilerinden korkarlar; kendi varlıklarını başkalarının yokluğuna bağlarlar.
Farkındalık(awareness) anlamındaki bilinç tüm canlılarda ortak iken, ben-idrâki(self-awareness) anlamındaki bilinç insana mahsustur.
Öte yandan, insana en ağır gelen yine kendidir; başka bir deyişle insan en zor kendine katlanır.
Öyle ki yol, yol-cu ve yol-almak; hepsi insanı, insanın anlamını belirler.
Işk, Tanrı’nın özünün gerçek/hakikî bir sıfatı olduğu gibi, her bir var-olan’ın da varlık nedenlerinden biridir; bu nedenle ışk’sız hiçbir var-olan yok-tur.
Şiir ışk’ın ibaresi iken, mûsıkî ışk’ın ifadesi dir.
Halbuki, yalnızca aklı ile yaşayanlar kendini sokaktan toplar.
Yalnızca dinin, yalnızca sanatın, yalnızca felsefenin ya da yalnızca bilimin olduğu bir hayatın istikâmeti muhkem olamaz.
Her şeyden önce din, sanat, felsefe ve bilim birer insanî duyuş tur; bunların tezahürleri, kurumsal yapıları yasaklanabilir, ancak duyuşun bizatihi kendisi yasaklanamaz; çünkü insanî-doğal duyuş bir biçimde kendini ifade etmenin yolunu bulur.
Varlık, ölçülebilir ile ölçülemezin; sınırlı ile sınırsızın; oranlanabilir ile oranlanamazın harmanıdır. Bundan dolayı sûfî, her daim haddini aşmak, köpürmek, taşmak ister. Bunu da ancak ya şiir ya da mûsıkî ile yapar; bedenini de ruhunun hareketine katar(raks, sema).
Bilinmeyen bir-şey’e varlık verilemez; dolayısıyla bir-şey’in bilgisi, zorunlu olarak, varlık’ından önce hasıl olur.
Fuzulî, insanlar arasındaki ‘eşitsizliğin kaynağı’nı bilgiye bağlayarak şu vurguyu yapar: İnsanlar, tür olarak bir’dir; türselliklerinden kaynaklanan gereksinimler konusunda da ortaktır; bu nedenle aralarında bilgiden başka fark yoktur.
Ya bugünün kavramları geçmişe taşınarak, ya geçmiş kavramlar bugünü verecek biçimde örgütlenerek yürütülen anlama etkinlikleri ‘denileni’ değil de ‘dedirtilmek isteneni’ verir. Aslında yapılan, zürafayı işkenceden geçirerek tavşan olduğuna ikna eden hemşehrim, büyük halk filozofumuz Temel’in fıkrasındaki duruma benziyor.
Geçmişinden bile geri kalmış bir kültürün çocukları için çözüm şikayet değil, yalnızca yüzleşmektir.
Yorum, doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır.
“Her dönem, kendi sözlüğü ile okundukça anlaşılabilir.”
Ancak kendine saygı duyan bir şey kendisiyle barışıktır kendisiyle barışık kişi de başkasına zarar vermez başkasına zarar verme kendini güvende hissetmeyen insanın korkusundan kaynaklanır bu tür kişiler bizatihi kendilerinden korkarlar kendi varlıkların başkalarının yokluğuna bağlarlar kanımızca bugün insanın en büyük sorunu insanı insandan korumak insanı insan ile barışık olmaktır insanı ile barışık olmayan kişi önce kendisine sonra da çevresine zarar verir çünkü insanlığı ile barışık olmayan kişi kendisini tahammül edemiyor kendi varlığını katlanamıyor kendini güven içinde hissedemiyor demektir nitekim bu çerçevede mümin sözcüğünün en iyi doğru güzel çevirisi kanımızca kendinden emin kişidir kısaca emindir yani ne kendine ne de başkalarına zarar veren güven içre olan kişidir
Metinlere yönelince, kudemanın,
aklın, bilinenden bilinmeyene hareketini
üç aşamalı bir yapı olarak değerlendirdiğini gördüm:

Bilinmeyenlerle karşılaşan akıl, önce kendisinde mevcut bilinenlere yönelir (birinci hareket); bilinmeyeni verecek (yani çözecek) biçimde bilinenler arasındaki tertibi/telifi araştırır (ikinci hareket) ve elde ettiği teliften/terkipten çözüme (matlûba) geçer (üçüncü hareket).

Nazar, aklın bu üç hareketinin toplamıydı ve tertibi telif, merkezî bir yere sahip olduğundan buna aynı zamanda, bir yönüyle, tefekkür deniliyordu; çünkü tefekkür, tertip etmek demekti; sonuç da fikir adını alıyordu.

Küçük bir dikkat, nazarın bu tanımının aslında kıyas sürecinin bir betimlemesi olduğunu gösterdi; öyle ki, tanımda kullanılan kavramlar bile kıyasta kullanılanların aynıydı.

Eh! Ne olduğunu az çok anladım; sorunu çözdüm derken, aslında bu tanımın nazarın birinci anlamı olduğu, bir de ikinci bir anlama sahip bulunduğu uyarısını aldım; üstelik bu ikinci anlam, asıl nazar demekti kudema için.

Tekrar yoğunlaşınca metinlere, üst seviyede nazarın, aklın, yukarıda özetlenen üç hareketini, yani bizzat kendisini, mütalaa ve müzâkere etmesi demek olduğunu öğrendim. Artık bu noktada nazar’ın formel mantıkin bir tasviri olduğu, nazar edilenin dışarısı değil bizatihi aklın kendi içeriği olduğu ortaya çıkmıştı.

nazar: aklın bilinen ile bilinmeyen arasında hareketidir
her kültür kendi gök-yüzüne bakar;
ve her bakış kendi gök-yüzünü yaratır
Doğru olan, akıl sahibi kişinin yaratılışı konusunda düşünmesi, fıtratının kökenini araştırması, mebde/geliş ve mead/dönüşteki hâlini idrâk etmesi, iyi ve kötü yolu birbirinden ayırmasıdır.
Herşey varolduğu kadar gerçek, gerçek olduğu kadar iyi, iyi olduğu kadar güzel ve güzel olduğu kadar sevilendir.
İnsan bedelini ödemek koşuluyla tercihte bulunabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir