İçeriğe geç

Fusus’ül Hikem Kitap Alıntıları – Muhyiddin İbn Arabi

Muhyiddin İbn Arabi kitaplarından Fusus’ül Hikem kitap alıntıları sizlerle…

Fusus’ül Hikem Kitap Alıntıları

&“&”

Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı?
Sabrın asıl tanımı, Allah’a değil, Allah’tan başkasına şikayetten nefsini engellemektir. Şikayet edenin, bu davranışıyla kadere rıza göstermemiş olduğunu sanması, bazı kişileri gaflete düşürdü. Oysa iş böyle değil. Kadere razı olmakla Allah’a ve ondan başkalarına şikayeti bir zarar vermez, ancak kazanın gerekli kıldığı sonuca razı olmamakta zarar vardır.
… Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi/halifesidir. Ancak yaratılış olarak her insan Allah’ın halifesidir; ama ferdi olarak her insan halife değildir. Böyle bir pâyeyi elde edebilmesi insanın kendi çalışmasına ve gayretine bırakılmıştır.
“Anladım ki tüm yolculuk, kendimden kendime imiş.”
Ayn, ayn, ayn.
Ayna, ayna, ayna.
Aynı, aynı, aynı.
Allah, ‘Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır’ buyurmuştur. Bir yönü diğer yönden farklı göstermedi. Allah yüzünün her yerde olduğunu andı. Bir şeyin yüzü, onun gerçeğidir. Yani Cenab-ı Hak, bu sözle müminlerin yüreklerine uyarı gönderdi. Ta ki dünya yaşamındaki geçici şeyler, onları Allah’ı aramaktan alıkoymasın. Çünkü kul, hangi solukta canının alınacağını bilemez. Kimileyin gaflet anında ölür. Bir kul, yüreğinde ilahi huzur olduğu halde can veren kimseyle birlikte olamaz.
Mutlak varlıkta ve kayıtlı varlıkta tek bir hakikat (yani, kader sırrı) hükmeder; ve (bu kader sırrının) hükmü doğrudan veya dolaylı olarak genel olduğundan, bundan (yani, kader sırrının hakikatından) daha kusursuz, daha güçlü ve büyük bir şeyin olması olanaksızdır.
Belirtilerinin çokluğu yüzünden de algılanan şeyler âlemdir. Bu açıklamaya göre, anlatmak istediğimi iyi dinle: Durum sana söz ettiğim gibi olunca, âlem mevhumdur, vehmedilmektedir. Gerçek bir
varlığı yoktur. Bu, hayalin bir anlamıdır. Yani sen düşünde sandın ki, âlem gereksiz bir şeydir. Kendisi için var olmuştur. Allah’tan hariç bir varlıktır. Oysa kendi nefsinde böyle değildir. Gölge, sahibiyle var olur ve ona bitişik olduğu halde, görünüşte sahibinden ayrılması imkânsızdır. Öyleyse varlığını bil. Sen kimsin? Aslın nedir? Allah’a bağın neredendir? Hangi nedenle gerçeksin, neden dolayı âlemsin, niçin Allah’ın gayrısın ve Hak’tan ayrısın, iyi düşün.
En sağlam direniş; Kalbi temiz tutmaktır..
Bil ki, sen bir hayalsin. İdrak edip, “başkadır” “ben değilim” dediğin ne varsa hayaldir. Bütün bir varlık (Hakk’ın gölgesi olan ayan-ı sabitenin gölgesi olduğundan), hayal içinde hayaldir. Ve gerçek varlık -Zat’ı ve ayn’ı dolayısıyla- ancak Allah’ın varlığıdır.
İmdi, O, nefsini görebilmen için sana bir aynadır ve sen de O’nun ta kendisi olan İsimleri’nin hükümlerinin zuhurunu görmesinde O’na bir aynasın.
Anladım ki tüm yolculuk, kendimden kendime imiş..
İnsanlar zanneder ki, ben mahlûka âşıkım; velâkin benim aşkım mahlûkun görünme yerinde açığa çıkmış olan ve tecellî etmiş olan Hakk’adır. Ancak, onlar benim aşkımın kime olduğunu bilmediler.
Kadınlarda Yaratıcıyı en mükemmel şekilde görebilmek, her kişinin başarabileceği bir şey değildir. Sâdece libidosal hazlarını tatmin için kadına kölelik eden câhiller bu ilahi sırdan yoksundur.
Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti”

"Sûret"ten kasıt, bütün isimler ve ilâhi sıfatlar toplamının sûretidir; ve "âdem"den kasıt, insan-ı kâmildir. Çünkü bütün isimler ve ilâhi sıfatlar ile vasıflanmış ve tahakkuk etmiş olup o ilâhi sûrete görünme yeri olan ancak insan-ı kâmildir.

Hakkın rahmeti bizim günahlarımızdan büyüktür..
.. En sağlam direniş ;Kalbi temiz tutmaktır."
….
Allah insanı kul olarak yarattı. İnsan ise, Rabbine karşı kibirlendi.
Allah’tan başka her şey geçicidir.
O inançsızlar, benliklerinin tutsağı olduktan sonra kendi nefislerini Rab’leri gibi görürler.
Her namaz kılan muhakkak imamdır; çünkü melekler kulun arkasında namaz kılar.
Bundan dolayı insanın kendi nefsini bilmesi Rabb’ini bilmesi için bir başlangıçtır. Çünkü insanın Rabb’ini bilmesi de kendi nefsini bilmesinin neticesidir.
Çünkü o, bu insan nevi icinde varlığın en mükemmel örneğidir. Bunun içindir ki iş onunla başladı ve onunla sona erdi. Âdem henüz su ile toprak arasında iken o nebi idi.
Bundan anlaşılıyor ki emir hayrettir. Hayret ise ıstırap ve harekettir. Hareket de hayattır. Şu halde sükün yoktur. Demek ki ölüm de yoktur. Asıl olan ancak varlıktır. Binaenaleyh yokluk da yoktur. Bu hakikat suda da böyledir. Çünkü toprağın hayatı ancak onun sebebiyledir. Suyun hareketi ise Allah’ın “titreşti” (Hac, 5) sözünün delâlet ettiği şeydir. Toprağın gebe kalması ayetteki “arttı ve kabardı” (Hac, 5)sözüdür.
Bil ki, hayatın sırrı suda yayıldı. Bundan dolayı su erkân ve unsurların aslıdır, İşte bu sebeple Allah “Canlı olan her şeyi sudan yarattı”
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Ateş demiri yumuşatır. Demiri yumuşatmak güç değildir Ancak katılıkta taştan beter olan kalblere yumuşaklık vermek zordur. Çünkü ateş taşı çatlatır, kireç haline getirir. Fakat kalbleri yumuşatmaz.
İsa Aleyhisselâm’da ölüyü diriltme ve hastalara şifa verme hususunda sabit olan kudret, insan şeklinde görünen Cebrail Aleyhisselâm’ın üflemesi cihetinden idi.
Eşyaya yayılan hayattan bu miktarına “lâhut” derler. Nâsut ise bu ruhun kendisinde bulunduğu yerdir. Şu halde İsa ile birlikte olan nâsutun adına “ruh” denilir.
Ümmetlerin farklılığı nedeniyle dinler ve mezhepler farklı farklı da olsa, hikmetleri en kadim makamdan tek ve en yakın yolla kelimelerin kalplerine indiren Allah’a hamd olsun!
…Hz. Musa, pek çok ruhun toplamı ve etkin güçlerin bileşimi olarak doğdu; çünkü küçük, büyükte etkindir.

…yetişkin farkında olmadan çocuğa boyun eğmiştir. Sonra onun terbiyesiyle, korunmasıyla, ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ve gönlü daralmasın diye onu ısındırmakla ilgilenir.

Yağmur peygamberi hal diliyle kendisine çağırmış, o da yağmurun Rabbinin katından getirdiği şey kendisine temas etsin diye, yağmura çıkmıştı.
Habîr kelimesinin kökü olan hıbra, zevk; zevk ise tecelli demektir. Tecelli ise suretlerde gerçekleşir. Suretler kaçınılmazdır.
Şu halde anlarsan hevâsıyla onu gören kimsenin O’na ibadet etmesi gerekir. Doğru yola ulaştırmak Allah’ın işidir.
Birbirlerinin benzerleri oldukları için hayvanlar arasındaki karmaşayı görmez misin? Bu nedenle Allah, Bir kısmınızı diğerinin üstüne yükseltti" [43:32] buyurdu.
Böylece konum bakımından daha üstün olan, malıyla ve makamıyla diğerini insanlığı yönünden emri altına alırken emri altına giren de ya korkarak ya da bir şey umarak hayvanlığı yönünden -insanlığı yönünden değil- onun emri altına girer. Dolayısıyla ona benzeri olan kimse boyun eğmemiştir.
O halde insan, kendisi gibi başka bir insana insanlığı" yönünden değil, yalnızca canlılığı yönünden boyun eğer; çünkü iki benzer, birbirinin zıddıdır.
Bismillâhirrahmânirrahîm

Hak Teâlâ kendisine yakın olan kullarını bütün hallerinde görücü olmakla berâber Hakk’ın onlara şevki sâbittir.

Bundan dolayı perde olan bu maddesel kesîf bedenin taayyünü ortadan kalkmakla, Hak Teâlâ bu yakın olanların kendisini perdesiz müşâhede etmelerine muhabbet eder.

Ve dünyâ makâmı çokluğu gerektirdiğinden bu görüşü engeller. Çünkü bu kesîf bedende tabîat ve beşeriyyet perdesi vardır.

Ve (S.a.v.) Efendimiz’in “ene beşerun mislüküm” (Kehf, 18/110) ya’nî Ben de sizin gibi beşerim" ve hadîs-i şerîfte "Ben beşerin gazab ettiği gibi gazab ederim" buyurmaları, bu inceliğe işârettir.

Şu halde Hak Teâlâ’nın "Yâ Dâvûd benim de onlara (ya’nî kendisine iştiyâkı olanlara) şevkim daha şiddetlidir" kerîm sözü “Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mücâhidîne minküm ves sâbirîne” ya’nî “Ve sizin aranızdan mücâhitler ve sabredenler Bize belli oluncaya kadar sizi mutlaka imtihan ederiz” (Muhammed, 47/31) yüce sözüne benzer.

Ya’nî Hak Teâlâ zâtında bulunan bütün işlerini zatî ve ezelî ilmi ile bilip dururken "Sizden sâbreden ve mücâhit olanlar kimlerdir? Bilmek için sizi imtihan ederiz" buyurdu.

Ve yakın olanlar ise ilâhî işlerden olduğu ve ilâhî işler ise, zâtının gayrı olmadığı halde "Benim onlara şevkim daha şiddetlidir" buyurdu.

İşte gerek ilâhî imtihân ve gerek ilâhî iştiyâk, Hakk’ın mutlak vûcûdunun imkân dâhilinde olanlar mertebesine tenezzül ederek bu mertebede açığa çıkmasına bağlanmakla, her iki ifâde birdiğerine benzer.

Çünkü latîf bir şeyin kesîflik mertebesine tenezzülü hâlinde, onun geçici sıfatlarından ibâret olan bu kesîflik, o latîf şeyin perdesi olur.

Bundan dolayı bu kesîflik ortadan kalkmalı ki, o kesîf şeyde mevcût olan latîf, aslına dönebîlsin.

Bundan dolayı Allah Teâlâ, kendisine iştiyâk gösteren yakın olanlarda oluşan görme dediğimiz hâs sıfata iştiyâklı olur.

Ve bu rü’yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfat dahi, ancak ölüm vaktinde, kulun kulluk vasfını taşıyan kesîf madde bedensel vücûdun hükümleri kalktığında hâsıl olur.

Ve o yakın olanların dünyâda yaşadıkları müddetçe, Hakk’a olan iştiyâkları, ölümleri vaktinde hâsıl olan bu rü’yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfatıyla sâkin olur.

Fakat ölüm indinde olan bu görme dediğimiz hâs sıfat, dünyâ hayâtında ancak maddesel bedeninden başka perdesi kalmamış olanlara göredir.

Yoksa bu dünyevî hayâtta kalbinde imkân dâhilinde olanların bağlantısı bulunan, ya’nî âlem sûretlerinden birtakım sûretlere muhabbeti bulunanlara göre, bu rü’yet ya’nî görme dediğimiz hâs sıfat gerçekleşmez.

Onların rûhlarının gözüne bu bağlantılar perde olur.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ” (İsrâ, 17/72) ya’nî "Bu dünyevî hayâtta a’mâ olan kimseler âhirette de a’mâdırlar."

Bundan dolayı bu âlemde iken kalb gözünden imkân dâhilinde olanlara âit perdeleri ve beşerî sıfatların örtülerini atmak ve ölüm ânında da beden perdesinin kalkmasıyla Hakk’ı rü’yet dediğimiz hâs sıfatla müşerref olmak gerekir.

Nitekim Hak Teâlâ, tereddüde dâir olan hadîs-i kudsîde: "Ben ölümü çirkin gören mü’min kulumun rûhunun kabzedilmesinde tereddüt ettiğim gibi, fâil olduğum bir şeyde tereddüt etmedim. Ve ben onun ölümü fenâ görüşünü çirkin görürüm. Oysa ona benim kavuşmam kaçınılmazdır" buyurdu.

Ve bu hadîs-i kudsî ilâhî kavuşmaya iştiyâklı olan yakınlaşmış olan kullarda husûle gelen rü’yet hâs sıfatına Hakk’ın iştiyâkını gösterir.

Çünkü Hak Teâlâ hazretleri, kendine kavuşmaya sebep olan ölümü fenâ gören mü’min kulunun, Hakk’a kavuşmaya iştiyâklı olduğu halde rûhunu kabzetmek istediği için, o kulun ölümü çirkin gördüğü esnâda rûhunu kabzetmekte tereddüt buyuruyor.

Bundan dolayı işin aslında her bir nefs ölümü çirkin gördüğü için ve ölüm bahis konusu olduğu zaman kederlendiği için Hak Teâlâ hazretleri bu hadîs-i kudsîde "Oysa ölüm kaçınılmazdır" demeyip "Benim kavuşmam kaçınılmazdır" sözü ile kulunu hâs kavuşma ile müjdeledi.

Ve bunu da ölümü zikrederek kulunu kederlendirmemek için böyle buyurdu:

Soru:
—————-
Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Küllü nefsin zâikatül mevti” (Ankebût, 29/57) ya’nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır" buyurdu ve "ölüm"ü zikretti. Kulları bundan kederlenmez mi?

Cevap:
—————
İlk olarak bu âyet-i kerîme genele dönük olarak indi. Bundan dolayı mü’min ve mü’min olmayan bununla muhâtaptır.

Oysa emmârelik mertebesinde nefs hayvâniyyetle vasıflanmıştır. Ve onun dikbaşlılığını ölümü zikretmekle kederlendirip kırmak gerekir.

Ve perdeli nefislere ölümden daha etkili bir söylem ve nasîhat yoktur.

Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz’den nasîhat istediğinde, bu hakîkate işâret olarak buyurdular ki: "Yâ Ömer, sana vaaz ve nasîhat olarak ölüm yeter."

İkinci olarak Hak Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmede yalnız ölümün zikriyle yetinmeyip onun netîcesini de devâmında “sümme ileynâ turceûn” ya’nî “sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût, 29/57) sözüyle beyân buyurdu.

Ya’nî "Her bir nefis ölümü tadacaktır. Daha sonra bizim tarafımıza döndürüleceklerdir" dedi.

Şu halde ölüm dönüş sebebidir ve dönüş ise kavuşma sebebidir.

Bundan dolayı âyet-i-kerîme hem ölümün zikrini ve hem de hâs kavuşmanın müjdesini toplamış olur.

Hadîs-i kudsîde ise “mü’min kulum” buyrulduğuna bakılınca bu hitâp, hâs hitâptır. Çünkü yakınlaşmış olanların nefslerinin dikbaşlılığı, şerîat dâhilinde yapılan çalışmalarla yok olup gitmiş ve arada ancak hakîkî vücûd ile izâfî vücûddan kaynaklanan bir ikilik zevki ya’nî yaşantısı kalmış olduğundan, mü’min kul yalnız hâs kavuşma ile müjdelenmiştir.

Çünkü ilim, malûma tabîdir.
Hak, büyük, küçük, saf, renksiz olan hususi mazharlara nispetle cam kandil içindeki nur gibidir ki bakan kimseye o camın rengiyle görünür.
Her şey birbirine bağlı, kaçacak yer yok
Öyleyse anlayıver sözlerimi…
Kokunun en güzeli sevgiliyle kucaklaşmadadır."
Her şey hem bizden, hem onlardandır.
Kabul etmek de bizden ve onlardandır,
Eğer onlar bizden değilse
Şüphe yok ki biz onlardanız.
Nerede olursanız olun, O sizinle birliktedir."
Hadid Sûresi
İçinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına dek götürülür, öyle ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelir."
Hac Sûresi
De ki : Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? " Zümer Sûresi
Cahillikten sana sığınırım."
Hz. Peygamber kudsi bir hadiste “Hak, kulağın, gözün, elin, ayağın ve dilin aynıdır. Yani hislerin kendisidir” diye buyurdu.
“Demiri yumuşatmak güç değildir. Ancak katılıkta taştan beter olan kalblere yumuşaklık vermek zordur.”
Şu halde sen varlığını bil; Sen kimsin? Aslın nedir? Hakk’a nispetin nedir? Sen hangi sebeple Hak’sın? Neden dolayı alemsin?
Görmez misin ki gölge, siyahlığa maildir. Bu ise onun gölgenin sahibi ile kendi arasındaki münasebetin uzaklığından dolayı zâtında gizlendiğine işarettir. Gölge sahibi beyaz bile olsa düşen gölgesi yine koyudur. Dağları görmez misin ki gözden uzaklaştıkça siyah görünür. Halbuki dağların rengi histe göründükleri gibi değildir. Bunların böyle görünmelerine uzaklıktan başka sebep yoktur. Gökyüzünün mavi görünmesi de bunun gibidir. Bu hâl, histe uzaklığın ışıklı olmayan cisimlerde yarattığı bir neticedir. Mümkün âlemindeki cisimler de ışıklı değildirler, çünkü onlar yok hükmündedirler.
Allah rızasına uygun olan her şey sevgidir. Sevgilinin rızasına uygun olan her şey sevgidir. Sevgilinin her işlediği şey de sevimlidir.
O halde sen Rabb’ın kulu ol, O’nun kulunun Rabb’ı olmaya bakma;
Sonra bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeğe mahküm olursun.
Bu konunun ruhu ve özü, özet olarak şudur: Vücud aleminde, biri yaratan diğeri yaratılan olmak üzere, iki varlık düşünülmektedir. Bunlar birer kavramdır; ancak varlık tektir, o da Hakk’ın varlığıdır.
Tenzihte teşbihi hayal ile, teşbihte tenzihi akıl ile yaptı. Böylece ikisini birbirine bağladı.
Çünkü her an ve her yerde Allah’ın hükmü yürürlüktedir ve alemdeki her şey Allah’ın iradesiyle gerçekleşir.
Bütün bunlar nedeniyle sen, bir yaratılmış gördüğünde Evvel-Ahir ve Zahir-Batını da görmüş olursun.
Kendisine ait bir vücudu olmayanın nesi olabilir ki?
Öyleyse sen, insan sıfatıyla perdelenme
Sana delil gösterildi
İster Hakk ol (hakikatinle, ruhunla)
İster halk ol (dış görünüşünle)
Allah ile Rahman olursun
Ondan aldıklarını
O’nun yarattıklarıyla paylaş
Böylece rahatlık verici ve güzel koku saçıcı olursun
Ve biz, O’ nunla bizde açığa çıkanı
O’ na verdik. Ve İlahi emir
O’ nunla bizler arasında taksim edildi
Ve O bize hayat verdiğinde
Kalbimi bilen isim ile hayat bulduk
Şu halde Hakk’ı gerçek manada bilenler; Hakk’ı Hakk’tan, Hakk’ın gözü ile gören kimselerdir. Bunlar da ariflerdir.
Ve bizler, ilahi isimlerin açığa çıkmış görüntüleriyiz. Bu ilahi isimler, alemin ihtiyaç duyduğu isimlerdir. Ve alem ihtiyaç duyduğu isimleri ister.
Hakk’ın tecellilerinin çokluğu, sizi Hakk’ın zatından perdelemesin.
Demek oluyor ki kendi yeteneklerini bilen kişi, alacağı ikramın ne olduğunu da bilir; bazı kişilerde alacağını aldıktan sonra nasıl bir yeteneğe sahip olduğunu anlar
Şu halde Adem hem Hakk" hemde "halktır".
Allah’a mutlak biçimde hamdetmek ancak sözle gerçekleşir. Anlamca da onu hal dilinin desteklemesi gerektir.
Allah û Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ve sahhare mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” (Câsiye, 45/13) ya’nî Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size itâatkâr kıldı" buyurdu.
Hak Teâlâ’nın “ve lir ricâli aleyhinne derecetün” ya’nî Erkekler için
kadınlar üzerine bir derece sâbittir" (Bakara, 2/228) sözüyle kadın, erkek derecesinden inmiş olduğu gibi, Hakk’ın sûreti üzerine olmakla berâber, sûret
üzerine mahlûk olan insan dahi onu kendi sûreti üzerine inşâ eden Hakk’ın
derecesinden inmiş oldu. Şimdi bu derece ki, Hak erkekten onunla üstün
oldu, Hak onunla âlemlerden ganî ve ilk fâil oldu. Çünkü sûret ikinci fâildir. Bundan dolayı Hak için olan ilklik, onun için yoktur. Böyle olunca
ayn’lar, mertebeler ile birbirlerine üstünlük eyledi. Şu halde her bir ârif, her bir Hak sâhibine hakkını verdi. İşte bunun için kadına muhabbet, Hz.Muhammed (s.a.v.)e ilâhî muhabbet ettirmeden-sevdirmeden oldu. Ve muhakkak Allah û Teâlâ “Her şeye hálkını verdi” (Tâhâ, 20/50). O da, onun hakkının
ayn’ıdır. Bundan dolayı onu ancak hakediş ile verdi ki, o şey, ona isimlendirileni ile, ya’nî bu hakedilen, zâtıyla hakedilen oldu…
Ve delîller ile ilim, günün sonrasında uyuyan kimseye mahsûstur. Şimdi o kimse benim dediğimi, nefese yoracak, rü’yâ görür
Ya’nî sen ahadiyye zâtına mâ’nevî göz ile bakmaz mısın ki, o mertebede
onun mutlak vücûdu tecellîden ve zâhire çıkmaktan ve zâhire çıkarmaktan
nasıl ganîdir. Ve onun hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl “innallâhe le
ganiyyun anil âlemîn” ya’nî “Allah Teâlâ hazretleri âlemlerin vücûdundan
ganîdir” (Ankebût, 29/6) âyet-i kerîmesi ulaştı.
Şimdi nefes-i rahmânî’nin nefeslendirmesinde, her bir ayn o nefeste
“Kün(Ol)” emrine uyarak kendi isti’dâd ve kābiliyyeti çerçevesinde kendi
kendini var etmiş ve ona o sûrette var olması için zorlama olmamış olduğundan, Hak “Lâ yüs’elü ammâ yef’al” ya’nî “Yaptığından soru sorulmaz”dır
(Enbiya, 21/23). Çünkü Hakk’ın fiili onları nefeslendirmek ve onlara vücûttan
feyz vermektir. Bu ise zâti lütuftur. Hiç zâti lütfundan dolayı Hakk’a soru sorulur mu? Belki soru yüksek isti’dâd dururken, düşük isti’dâdı beğenip, o isti’dâd çerçevesinde var olanlara sorulur. “Ve hüm yüs’elûn” ya’nî “Onlar
sorgulanır”(Enbiyâ, 21/23) onlar hakkındadır. Cenâb-ı Hak, Zeyd’i zorla
saâdet tarafına ve Amr’ı da zorla şekâvete sevk etmekten münezzehtir.
Hakk’ın irâdesi ancak isti’dâd ve kābiliyyete dair olur. Çünkü Hak Teâlâ ilminde mevcût olan şeyi murâd eder ve murâd ettiği şeyi işler.
Tercüme: “O taş gibi katı kalbin çâresi bir değiştiricinin lütfudur; onun
lütfu için kābiliyyet şart değildir. Belki kābiliyyetin şartı onun lütfudur. Çünkü lütuf iç ve kābiliyyet kabuktur.”
Olmak ve olmamak arasında iki tarafta eşittir.
“Mutlak velâyet feleği” derler. Çünkü “ilk cevher”den ibâret olan ilk taayyünün zâhiri ve bâtını vardır. Onun bâtınına “mutlak velâyet” derler.
“Hunâlikel velâyetü lillâhil hakk” ya’nî “İşte burada velâyet Hak olan Allah’a âittir” (Kehf, 18/44) bu velâyetten dolayı söylenmiştir. Ve onun zâhirine
“mutlak nübüvvet” derler. Çünkü o, ahadiyyet ile vâhidiyyet vücûdu arasında
geçiş yeridir. Ahadiyyet mertebesinden dalga dalga gelen akdes feyzini
vâsıtasız kabûl eder ki, adı “mutlak velâyet”tir. Ve vâhidiyyet dalgaları ile
mukaddes feyzleri alarak halk edilmişlere eriştirir; adına “mutlak nübüvvet”
derler. “Âdem ruh ile ceset arasında iken ben nebî idim” bu nübüvvete
işârettir. Bütün velîlerin velâyeti ve nebîlerin nübüvveti ondan kaynağını alırlar ve açığa çıkarlar. Bundan dolayı ona “sabitler feleği” ifadesi ile dolaylı anlatımda bulunurlar ki, bütün hareketli ve sabit gök cisimleri nasıl uzayda var
iseler, nebîlerin ve evliyânın nübüvvet ve velâyetleri bütün olarak ve parçalar
halinde öylece “mutlak velâyet”te mevcûtturlar.
Allah’tan bağış dileyenler de iki kısımdır. Biri, dilerken acelecidir. Çünkü insan aceleci olarak yaratılmıştır. Bir kısmı da dileklerini Allah’ın her şeyi kuşatan ilmine bağlı kılarlar. Allah katında ancak bilinmiş olan açığa çıkar, bu gerçeği bilirler. Kul, dileğine ancak istedikten sonra kavuşur. O halde bunlar der ki, Allah’tan istediğimiz şey, bu tür dileklerden olsun. Yani onların dileği, imkâna bağlı bir itiyat olur. Allah’ın ilminde var olan şeyle, onun istidadının kabulü için uygun olan zaman bilinmez. Herhangi bir zamanda herkesin yeteneğini bilmek bilginin en çetin türüdür. Eğer dileyen kişinin yeteneği bu isteği gerektirmeseydi, o da talep etmezdi. Bunun içyüzünü bilmeyen huzur ehli olanların amacı, içinde bulundukları zamanda bilmektir. Sürekli huzurda bulunmaları nedeniyle Allah’ın kendilerine bağışladığı şeyi bilir ve bu bilgiye ancak yetenekleri dolayısıyla erişebildiklerini ararlar.
Allah’ın Elçisi, &‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar’ buyurmuştu.
Lâkin Hakk’ın tam kendisi olan zat’î varlığın vâcip oluşunca âlem için nasip yoktur. Bundan dolayı onu ebediyen kavrayamaz. Şu halde Hak bu cihetten zevk ve şuhud bilgisiyle bilinmezlikten de asla zâil olmaz. Çünkü bunda hâdis için kıdem yoktur. Allah Âdem’i ancak şereflendirmek için iki eli arasında birleştirdi. İşte bunun için Allah, İblis’e sordu: “İki elimle yarattığım [Cemal ve Celâl sıfatımla halk ettiğim] mahlûka secde etmekten seni men eden şey nedir?” [Sâd, 75]. Halbuki o mahlûk [yani Âdem] âlemin suretiyle Hakk’ın suretinden ibaret olan iki suret arasında ancak onun birleşmesinin aynıdır. Bu suretle de Hakk’ın elidir, İblis ise âlemden bir parçadır. İblis için bu birleşme keyfiyeti hâsıl olmadı ve bundan dolayı halifelik Âdem’e verildi.
Hazret-i Peygamber buyurur ki: Allah, Muhakkak benim ümmetlerimi nefislerinin söylediği şeyden yargıladı” Şu halde nefis kendi sözünü söyler ve dinler. Nefis kendi söylediği şeyi bilir. Hükümler her ne kadar değişik olsa da Ayn birdir. Bunun benzerinin bilinmemesine imkân yoktur. Çünkü her insan kendi nefsinden bunu anlar. İnsan ise Hakk’ın suretidir.
Âlem, Hakk’ın vecihlerinden bir vecih, lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsinden bahsederken de “Muhakkak Allah’ı bilmek, ancak onu zıdlar arasında birleştirmekle ve onun üzerine yine onunla hükmetmekle mümkündür” Böyle olunca Hak, başlangıçtır, sondur, âşikârdır, gizlidir. Şu halde O, zâhir olan şeyin kendisidir ve belirmesi halinde bâtın=gizli olan şeyin aynıdır. Varlıkta onu gören ondan başkası değildir. Varlıktan ondan gizli kalan kimse yoktur. Demek ki O, kendi nefsine zahir ve nefsinden batındır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir