İçeriğe geç

Furuğ’un Öyküsü Kitap Alıntıları – Celal Hosrovşahi

Celal Hosrovşahi kitaplarından Furuğ’un Öyküsü kitap alıntıları sizlerle…

Furuğ’un Öyküsü Kitap Alıntıları

İçimde bir şeyin düşüp kırıldığını duydum
++ İnsan arıyorum ben.
Dedim ki: Bulunmaz o. Biz çok aradık.
++ İşte tam da onu arıyorum, dedi Şeyh, o ‘bulunmazı
Elinde bir mumla kenti dün dolaşıyordu Şeyh.

Kederliyim, diyordu. Bu adam kılığındaki yaratıklardan. İnsan arıyorum ben.

Dedim ki; Bulunmaz o. Biz çok aradık.

İşte tam da onu arıyordum, dedi şeyh. O bulunmaz ı ..

Yolun iki kıyısındaki çınar ve kavak ağaçları, henüz dökülmemiş yapraklarından karanlığı silkeliyorlardı.
Sen hiç bulut uçurdun mu? diye sordu, birden.

Ne? Bulut uçurmak mı?..

Sanki bir mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü,bir şey bekliyorduk;
mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını.
Furuğ hayat doluydu. Ve ondaki bu canlılıktan keyiflenirdim. Çevresindeki her şey ondaki merak duygusunu uyandırırdı. İnsanları ve doğayı severdi, denize ise âşıktı.
Yaşamak belki bir kadının her gün filesiyle geçtiği uzun bir caddedir
Elinde bir mumla kenti dün dolaşıyordu Şeyh.
Kederliyim, diyordu, bu adam kılığındaki yaratıklardan.
İnsan arıyorum ben.
Dedim ki: Bulunmaz o. Biz çok aradık.
İşte tam da onu arıyorum, dedi Şeyh, o bulunmazı

Mevlâna / Şems-i Tebrizî Divanı

Furuğ o gece mutlu, hoşnut, neşeli ve dingindi. Odanın havasında o dinginlik kokusu elle tutulur gibiydi. O kokuyla sarhoştuk. Ve açık pencerelerden gelen bahar çiçeklerinin kokusuyla. Bir şey vardı bahçenin havasında, bir şey. Tenimize işliyordu bir şey. Ve içimizi güzelleştiriyordu. Sanki bir mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü, bir şey bekliyorduk; mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını.
Baharın ortalarında olmalıydı. Şimran bahçesi çiçeğe boğulmuştu. O ve birkaç yakın dost bir araya gelmiştik. Sohrab da aramızdaydı. Furuğ’un çok sevdiği bir dostuydu. Hepimizin. Konuşunca sadece şiir konuşurdu Sohrab, ya da susardı. Aramızda olması bile yeterdi bize. Sohrab’ın bir yerde bulunmasıyla sanki tanımadığımız bir çiçeğin kokusu yayılırdı ortalığa. Bir dinginlik kokusu. Gözlerinde bir elmas pırıltısı, bakışlarında sürekli araştıran bir keskinlik, ağzının kıyısında sevecen, sevimli ve güven verici bir gülümseme. Aynı zamanda çok iyi şair ve çok iyi ressamdı. Şiirlerinde resmin, resimlerinde şiirin esintileri sezdirdi.
Yeniden göz göze geldik ve birbirimize gülümsedik. İşte o anda bir şey oldu. Evet bir şey oldu. Öylesine elle tutulabilir bir şeydi ki bu, dokundum ona. Sanki bilinmedik bir çiçek açtı, her yeri güzel ve okşayıcı kokusuyla sararak. Sanki yüzlerce beyaz güvercin geçti yanımızdan, ipek kanatlarıyla Sanki ‘yeniden doğuş’ anıydı
Baktım, başını omzuma yaslamış, uyumuştu Furuğ. Saçlarından bir tutam, rüzgârla uçuşuyor, yüzüme dokunuyordu. Sarhoş edici bir şey vardı havada. Yüreğime işleyen, huzur verici bir şey. Kaygısız ve korkusuz, sevecen ve sevgi dolu bir şey. Furuğ’un sabah uykusu gibi
Ne kadar sokak geçtim bilmiyorum. Sessiz ve birbirinin aynı sokaklar. Nefes nefeseydim. Adım gibi biliyordum. Bir alan olmalıydı buralarda. Küçük bir alan. Durdum. O koyu sessizlikte düşünmeye çalıştım. Neredeydi o alan?.. Birden iki otomobilin birbiriyle çarpışmasından doğan o boğuk ses yankılandı havada. Dehşetle çakıldım olduğum yere. Sağır sessizlik yeniden çöktü. Bir an bir kuşun kanat seslerini duydum. Usulca uzaklaştı.
-Nereye gidiyorsun?
-Hiç. Bir uzun ‘şiir’in caddesinde yürüyordum.
Gülerken tüm yüzü ve gövdesiyle gülerdi. Gülüşü içten, yürektendi.
Onu ve onun her şeyini seviyordum.
Sanki bir mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü, bir şey bekliyorduk; mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını
Kederliyim, diyordu, bu adam kılığındaki yaratıklardan. İnsan arıyorum ben.
Sizin fantezi sandığınız şey bizim gerçeğimizdir
Bütün bunları gerçekten yaşadım mı, yoksa bir karabasan mıydı, bilmiyorum.
Dışarıda hep gece mi?.. Biri gelsin Işığı yaksınlar
Hüseyin Ağanın hayatta tek bir sevinci vardı: Güvercinleri!..
‘Sen hanımın söylediklerine aldırma, aslında kalbi iyidir,’ der, yumuşatırdı beni Vallahi ben bir iyiliğini görmedim. Neyse, sen bana bakma. Ne de olsa, o senin annen
Annene çok söyledim: ‘Bu hastalık, bu ailenin kaderidir,’
Annem durmadan ağlar, söylenir, beddua ederdi.
Toprağın hoş kokusu yükselirdi, sulandıkça.
Annemin eskimiş bir kilim gibi, bilinmez bir hastalıktan ötürü yere uzanmış yattığı odadan dışarı çıktım.
Çocuk hep çabaladı durdu, bütün bunların ‘ne anlama geldiğini kavramak’ için. Çünkü seziyordu, bir başka okul mutlaka vardı. Sobası tütmeyen, çocukların öksürmediği, üşümediği, öğretmenleri hasta ve yoksul olmayan bir okul. Onu keşfedip bulmak istiyordu. Umutlu bir çocuktu.
Evet, avlumuzun tek ağacı Mevsimlerin aynasıydı. Çıplak dalları kışın titrerdi sanki soğuktan. Ve somurtkan, acımasız gökyüzünden bir parça günışığı dilenirdi.
Annem daha önceleri de çok ağlardı. Tanıyordum onun ağlayışını. Kesik hıçkırıklarla sarsılır, arada ağzından bir ağıta benzeyen anlaşılmaz sözcükler dökülürdü. O gece de aynı biçimde ağlıyordu. Ama sanki ağıt sesine ‘pat pat ’ sesleri de karıştı. İçimde bir şeyin düşüp kırıldığını duydum. Onlar ‘pat pat ’ düşüyorlardı ve annem ağlıyordu.
Sen hiç bulut uçurdun mu?
Başı önde, dünyaya ilgisiz, yürüyordu.
Kuş dedi:
Ne güzel koku bu, ne güzel güneş!
Bahar gelmiş bile!
Eşimi aramaya gidiyorum ben!
İshak kuşu ötüyordu uzaklarda: Hak! Hak! Hak!..
Furuğ o gece mutlu, hoşnut, neşeli ve dingindi. Odanın havasında o dinginlik kokusu elle tutulur gibiydi. O kokuyla sarhoştuk. Ve açık pencerelerden gelen bahar çiçeklerinin kokusuyla. Bir şey vardı bahçenin havasında, bir şey. Tenimize işliyordu bir şey. Ve içimizi güzelleştiriyordu.
Birbirini kaybetmiş ve sonra buluşmuş iki yavru hayvan gibi koklaştık.
Görüyor musun, yıllar geçip gitmiş. Oysa sanki dün gibi
Elinde bir mumla kenti dün dolaşıyordu Şeyh.

Kederliyim, diyordu,
bu adam kılığındaki yaratıklardan. İnsan arıyorum ben.
Dedim ki: Bulunmaz o. Biz çok aradık.
İşte tam da onu arıyorum, dedi Şeyh,
o ‘bulunmaz ı

Mevlâna / Şems-i Tebrizî Divanı

Bütün bunları gerçekten yaşadım mı, yoksa bir karabasan mıydı, bilmiyorum.
Kimi zaman böyle kaybolurdu. Bir yerlere gider, gizlerdi kendisini ve kimse o yeri bulamazdı. Günler sonra çıkardı ortalığa. Kimseye bir açıklama yapma gereğini duymazdı.
Küçük sular, büyük balıklara göre değil!
Konuşunca sadece şiir konuşurdu Sohrab, ya da susardı. Aramızda olması bile yeterdi bize. Sohrab’ın bir yerde bulunmasıyla sanki tanımadığımız bir çiçeğin kokusu yayılırdı ortalığa.
Sizin fantezi sandığınız şey bizim gerçeğimizdir, demişti Garcı’ Marquez
Dışarıda hep gece mi?..
Biri gelsin
Işığı yaksınlar
İnsanlar az güler, çok ağlardı. Herkes birbirine kuşkuyla bakardı; sürekli kollayarak.
Görüyor musun, yıllar geçip gitmiş. Oysa sanki dün gibi
Bir gün bir bulutu gösterdi bana:
Bak! Üç çocuk aslında bunlar. El ele tutuşmuş gidiyorlar
Nereye gidiyorlar, peki?
Annelerine gidiyorlar, elbette. Anneleri de deniz. Ona kavuşacaklar
Hayır. Olur mu öyle şey!.. Bulut olarak giderlerse anneleri kabul etmez onları. Yağmur olup yağacaklar. Ağaçları, bitkileri, çiçekleri sulayacaklar. İnsanların susuzluğunu giderecekler. Sonra küçük dereler olacaklar, sonra ırmak, soma da deniz ana’ya kavuşacaklar Deniz ana’ya ulaşmak için değişmek gerek
Elinde bir mumla kenti dün dolaşıyordu Şeyh.
Kederliyim, diyordu, bu adam kılığındaki yaratıklardan. İnsan arıyorum ben.
Dedim ki: Bulunmaz o. Biz çok aradık.
İşte tam da onu arıyorum, dedi Şeyh, o ‘bulunmazı
Küçük sular, büyük balıklara göre değil!
Sen misin? dedi.
Elbette. Nereye gidiyorsun?
Hiç. Bir uzun ‘şiir’in caddesinde yürüyordum Çok üşüyorum. Bir yerden bir soğuk geliyor
Dinle bak, yeryüzünün en uzak kuşu ötüyor
Sen hiç bulut uçurdun mu?
Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü, bir şey bekliyorduk; mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını
Baharın ortalarında olmalıydı. Şimran bahçesi çiçeğe boğulmuştu. O ve birkaç yakın dost bir araya gelmiştik. Sohrab da aramızdaydı. Furuğ’un çok sevdiği bir dostuydu. Hepimizin. Konuşunca sadece şiir konuşurdu Sohrab, ya da susardı. Aramızda olması bile yeterdi bize. Sohrab’m bir yerde bulunmasıyla sanki tanımadığımız bir çiçeğin kokuşu yayılırdı ortalığa. Bir dinginlik kokusu. Gözlerinde bir elmas pırıltısı, bakışlarında sürekli araştıran bir keskinlik, ağzının kıyısında sevecen, sevimli ve güven verici bir gülümseme. Aynı zamanda çok iyi şair ve çok iyi ressamdı. Şiirlerinde resmin, resimlerinde şiirin esintileri sezdirdi. O gece Sohrab aramızdaydı. Hindistan’ı anlatıyordu. Bemares’i, Buda’mn altında oturduğu bilgelik ağacını, geceyarısı öten o bilinmez kuşu. Bir şiirine o kuşun ötüşüyle başlamıştı: “Dinle bak, yeryüzünün en uzak kuşu ötüyor ”
Furuğ o gece mutlu, hoşnut, neşeli ve dingindi. Odanın havasında o dinginlik kokusu elle tutulur gibiydi. O kokuyla sarhoştuk. Ve açık pencerelerden gelen bahar çiçeklerinin kokusuyla. Bir şey vardı bahçenin havasında, bir şey. Tenimize işliyordu bir şey. Ve içimizi güzelleştiriyordu. İshak kuşu ötüyordu uzaklarda: Hak! Hak! Hak!.. Sesi bahar gecesinin derinliklerinde öylesine yumuşak süzülüyordu ki çiçekleri uyandırmıyordu bile. Sanki bir mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlar, çimenler ve yeryüzü, bir şey bekliyorduk; mutluluğun bir şehrayin gibi gökyüzünü sarmasını.
Furuğ şiir okuyordu: “Kuş dedi: ‘Ne güzel koku bu, ne güzel güneş! Bahar gelmiş bile! Eşimi aramaya gidiyorum ben!” Gece sona ermek üzereydi. Herkes gitmişti. Sadece Furuğ ve ben. Bir köşeye uzanmış, yaklaşan sabahın ayak seslerini dinliyorduk. Bahçenin karanlığı soluyordu. Buğu, tütsü ve süt rengine dönüşüyordu hava. Kalktım, dışarı çıktım. Çeşitli renklerde birkaç gül kopardım, içeri girdim. Furuğ uyuyordu. Güllerin taçyapraklarını kopardım ve onu uyandırmadan usulca üstüne serptim Ses kesildi Cafe’nin kapısı hızla açıldı. Başında yün bir takke bulunan, ayak bileklerine kadar uzayan kaim bir palto giymiş yaşlıca bir adam, çizmelerini döşemeye vura vura içeri girdi. Birkaç günlük tıraşlı yüzünde yağmur taneleri parlıyordu. Onunla birlikte müthiş bir soğuk girdi kapıdan. Adam avuçlarını birbirine sürttü. Ve ortalığa konuştu: “Hava dehşet soğudu. Oysa sabah, tatlı bir sonbahar güneşi vardı. Kar yağdı yağacak. Buz gibi bir yağmur var şimdi dışarıda.” Tezgâha doğru yürüdü. Aynaya baktım. Adamın görüntüsü saf, net ve yakındı. Dudakları hafif aralıktı, gözlerini bilinmeyen bir noktaya dikmişti. Birdenbire müthiş üşüdüm. Sanki bir buz parçası göğsümü sıkıştırıyordu. Soğuk ve dondurucu rüzgâr gittikçe şiddetleniyordu. Esintiden gözlerim yaşardı. Gözyaşlarımın ardından yaşlıca adamın ağladığını görüyordum. Ve ayna usulca ince bir buz tabakasıyla örtülüyordu Furuğ hayat doluydu. Ve ondaki bu canlılıktan keyiflenirdim. Çevresindeki her şey ondaki merak duygusunu uyandırırdı. İnsanları ve doğayı severdi, denize ise âşıktı. Gülerek espriler yapardı: “Küçük sular, büyük balıklara göre değil!” Gülerken tüm yüzü ve gövdesiyle gülerdi. Gülüşü içten, yürektendi. Ağlaması da Hep aynanın önünde ağlardı. Bir şeye üzüldüğünde, bunaldığında gider aynasını alır gelir ve ona bakarak ağlardı: “Bütün gün aynada ağladım.” Doğru söylüyordu. Aynada ağlardı ve ağlayışı gerçekti Bir gece, bir arkadaşımla onun evine uğradık. Yoktu. Başka yerlerde de aramıştım. Kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Gerçi bilirdim, kimi zaman böyle kaybolurdu. Bir yerlere gider, gizlerdi kendisini ve kimse o yeri bulamazdı. Günler sonra çıkardı ortalığa. Kimseye bir açıklama yapma gereğini duymazdı.
Gülerken tüm yüzü ve gövdesiyle gülerdi. Gülüşü içten, yürektendi.
“Annemi son kez görüşümü hatırlıyorum. Eskimiş bir kilim gibi uzanmış yatıyordu.
Bilinmez bir hastalıktan ötürü.
Kumral saçları çocuksu ve soluk yüzüne dağılmıştı. Kahverengi gözleri kapalıydı.
Annem ölmüş. Çoktan ölmüş. O güzel masallarıyla birlikte ölüp gitmiş.
Ben çoktandır geceleri düş görmüyorum. Eskiden düşlerde hep bir kilise görürdüm. Alacakaranlık bir kilise. Ve iki mumun aydınlattığı bir tabut. Kapağı bir yana düşmüş.
Ve içinde bir kadın, çocuksu yüzüyle, kumral saçlarıyla uzanmış ”
Bir gece, pencere kıyısında otururken annemin ağladığını duydum.
Annem daha önceleri de çok ağlardı. Tanıyordum onun ağlayışını. Kesik hıçkırıklarla sarsılır, arada ağzından bir ağıta benzeyen anlaşılmaz sözcükler dökülürdü.
O gece de aynı biçimde ağlıyordu. Ama sanki ağıt sesine ‘pat pat ’ sesleri de karıştı. İçimde bir şeyin düşüp kırıldığını duydum.
Onlar ‘pat  pat ’ düşüyorlardı ve annem ağlıyordu.
“Sen hiç bulut uçurdun mu?”
İshak kuşu ötüyordu uzaklarda: Hak! Hak! Hak!..

Sesi bahar gecesinin derinliklerinde öylesine yumuşak süzülüyordu ki çiçekleri uyandırmıyordu bile.

Kalbe dokunmasını biliyorlar, Ama kırarak
Ellerimin yardımıyla pencereye doğru sürüklendim. Bacaklarım ölmüştü. Halının üzerinde, arkamdan iki ayrı ceseti çekiyor gibiydim. Ellerime baktım. Onlar, benimdi Onlar, gövdemin ve iki ölü bacağımın ağırlığını yükleniyor, bizi oraya buraya taşıyorlardı. Birden gözüm, sol elimin küçük parmağındaki eski yüzüğe takıldı. Hayatım boyunca yüzüğüm olduğunu hatırlamıyorum. Hayretle, nereden geldiğini düşündüm.
Düşen bir yapraktan bile daha yalnızım
Başı önde, dünyaya ilgisiz, yürüyordu. Seslendim, duymadı. Arabadan inip yanma gittim, kolunu tuttum hafifçe. Birden sarsılarak
derin bir düşten uyandı.
Sen misin? dedi.
Elbette. Nereye gidiyorsun?
Hiç. Bir uzun ‘şiir’in caddesinde yürüyordum Çok üşüyorum. Bir yerden bir soğuk geliyor
Gel, dedim, bin arabaya. Evine götüreyim seni.
O ve birkaç yakın dost bir araya gelmiştik. Sohrab da aramızdaydı. Furuğ’un çok sevdiği bir dostuydu. Hepimizin. Konuşunca sadece şiir konuşurdu Sohrab, ya da susardı. Aramızda olması bile yeterdi bize. Sohrab’m bir yerde bulunmasıyla sanki tanımadığımız bir çiçeğin kokuşu yayılırdı ortalığa. Bir dinginlik kokusu. Gözlerinde bir elmas pırıltısı, bakışlarında sürekli araştıran bir keskinlik, ağzının kıyısında sevecen, sevimli ve güven verici bir gülümseme. Aynı zamanda çok iyi şair ve çok iyi ressamdı. Şiirlerinde resmin, resimlerinde şiirin esintileri sezdirdi
Serin sabah esintisi, arabanın penceresinden süzülüyor, yüzümüzü okşuyordu. Baktım, başım omzuma yaslamış, uyumuştu Furuğ. Saçlarından bir tutam, rüzgârla uçuşuyor, yüzüme dokunuyordu. Sarhoş edici bir şey vardı havada. Yüreğime işleyen, huzur verici bir şey. Kaygısız ve korkusuz, sevecen ve sevgi dolu bir şey. Furuğ’un sabah uykusu gibi
Yeniden göz göze geldik ve birbirimize gülümsedik. İşte o anda bir şey oldu. Evet bir şey oldu. Öylesine elle tutulabilir bir şeydi ki bu, dokundum ona. Sanki bilinmedik bir çiçek açtı, her yeri güzel ve okşayıcı kokusuyla sararak. Sanki yüzlerce beyaz güvercin geçti yanımızdan, ipek kanatlarıyla Sanki ‘yeniden doğuş’ anıydı
Elinde bir mumla kenti dün dolaşıyordu Şeyh.
Kederliyim, diyordu, bu adam kılığındaki yaratıklardan. İnsan arıyorum ben.
Dedim ki: Bulunmaz o. Biz çok aradık.
İşte tam da onu arıyorum, dedi Şeyh, o ‘bulunmaz ı Mevlâna / Şems-i Tebrizî Divanı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir