Hannah Arendt kitaplarından Formasyon, Sürgün, Totalitarizm kitap alıntıları sizlerle…
Formasyon, Sürgün, Totalitarizm Kitap Alıntıları
&“&”
Devletin ulus tarafından zaptı ulus egemenliğinin deklarasyonuyla başladı. Devleti ulusun bir enstrümanına dönüştürmenin ilk adımıydı bu; sonunda da ulusçuluğun devletin bütün yasalarıyla yasal kurumlarının ulusun refahı için kullanılacak birer araç olarak yorumlandığı totaliter biçimlere evrildi.
GAUS: Anlıyorum. Şimdi, kadının özgürleşmesi sorununa dönelim. Bu sizin için bir sorun mu?
ARENDT: Elbette. Bu sorun hep var. Ben gerçekte biraz geçmişte kalmış biriydim. Bazı mesleklerin kadınlar için uygun olmadığını, ya da şöyle diyeyim, onlara yakışmadığını düşünürdüm hep.
ARENDT: Elbette. Bu sorun hep var. Ben gerçekte biraz geçmişte kalmış biriydim. Bazı mesleklerin kadınlar için uygun olmadığını, ya da şöyle diyeyim, onlara yakışmadığını düşünürdüm hep.
Eğer kişi Yahudi olarak saldırıya maruz kalıyorsa, kendisini Yahudi olarak savunmalıdır. Alman ya da dünya vatandaşı ya da İnsan Hakları savunucusu (ya da her neyse) olarak değil.
O kişi bundan böyle benimle ilişki kurmak zorunda değildir, çünkü benim için artık yaşamıyordur. Bu kadar açık.
Hayatımda hiçbir halka ya da kolektif gruba, bu ister Alman halkı olsun ister Fransız ister Amerikan ister işçi sınıfı ya da herhangi bir sınıf, ‘sevdalanmadım’. Gerçekte ben sadece dostlarımı seviyorum, ve benim bildiğim ve inandığım biricik sevgi, kişilere duyduğum sevgidir.
Yaşadıkları şokun bir sonucu olarak dillerini unutan insanlar gördüm.
zamanımızın kötülüklerini devletin tanrılaştırılmasında aramak oldukça hatalı bir tutumdur. Tanrı ile dinin o geleneksel yerini gaspeden şey ulustur.
Heidegger, Freiburg Üniversitesi’nin rektörü olarak sahip olduğu yetkiyle, hocası ve dostu Husserl’in (kürsüsünü devraldığı insanın) fakülteye girmesini yasakladı, çünkü Husserl bir Yahudiydi.
Eğer kişi tek başınalığa katlanabiliyor, kendisiyle bir arada olmaya dayanabiliyorsa, o kişinin diğerlerinin arkadaşlığına dayanabilme ve buna hazırlıklı olabilme şansı yüksek demektir
totaliter yönetimler ile tiranlıkların her ikisi de bütün iktidarı tek kişinin elinde toplar, bu kişi de bu iktidarı diğer bütün insanları mutlak ve köklü anlamda aciz hale getirecek bir biçimde kullanır.
Kişi, kendi halkını çok seviyor gözükmek için onları her zaman göklere çıkarıyorsa tarafsızlığı kaybetmiştir ve bu durumda yapacak bir şey yoktur. Bu tür insanların yurtsever olduğuna inanmıyorum.
Bilimsel açıdan biz Tanrı’nın varlığını ne kanıtlayabiliriz ne de çürütebiliriz. Böylesi önermelerde bulunabileceğine inanan “bilimsel bir tutum”, eleştirisiz benimsenen batıl inanca özgü bir tutumdur.
bütün batıl inanışların içeriği bilimsel keşiflerin içeriğinden daha hızlı değişmektedir.
“iyi niyetli bir insan olmak (Kant’ın iyi insan tanımı budur) mevcut yasalara itaat etmek değil, yasama etkinliğine sürekli bir biçimde ilgi duymak anlamına gelir.
özgürlük tehdit altındayken harekete geçirilemeyen bir kimse hiçbir surette harekete geçirilemez.
Cennete olan inançlarını kaybetmiş olan insanların onu yeryüzünde kuramayacak olmaları epey aşikâr bir şey gibi görünüyor
Yasa kişisel yaşamın sınırlarını belirler, fakat bu sınırlar içinde ne olup bittiğine dokunamaz.
Dindar insanlar genelde dindar olmayanlardan daha fazla zulme uğruyorlarsa, bu onları “ikna etmenin” daha güç olmasından ötürüdür.
Ulusların çöküşü yasalara uymamakla başlar
Kral Süleyman’ın Tanrı’ya ettiği dua –“anlayan bir yüreğe” sahip olmayı, bir insanın alabileceği ve arzu edebileceği en büyük ihsan olarak görmek- bizim için hâlâ geçerli olabilir.
Modern varoluşçu felsefe Kierkegaard’la başlar. Onun etkisi altında kalmamış tek bir varoluşçu filozof bile yoktur.
Sırf kadınları gözeten bir kadın hareketi de aynı derecede soyut kaçmaktadır.
Heidegger insanın varlığını Dasein diye anar. Bu onun “insan” terimini kullanmaktan kaçınmasına izin verir ve hiç de rastgele seçilen bir terim değildir.
Günümüzde yaşanan “dinsel canlanışın” önemini olduğundan büyük göstermemeniz konusunda sizi uyarmak istiyorum.
Genç kuşak taşlaşmış, meramını anlatamayan, tutarlı düşünceler oluşturmaktan aciz bir kuşak görüntüsü vermektedir.
düşünme zahmetine hemen hiç girmeyen kitleler, neredeyse her şeye inanmaya oldukça yatkınlık göstermektedirler. Bu, düpedüz kendini safsataya kaptırmaktır
Ben anlamak istiyorum. Eğer diğerleri de anlarsa -benim anladığım anlamda anlarsa- bu bana bir tatmin duygusu verir, kendimi sanki evimdeymiş gibi hissederim
Bir kadının emirler vermesi hiç de hoş bir şey değil. Kadın, feminen kalmak istiyorsa böyle bir duruma düşmemeye gayret etmelidir. Bu konuda haklı mıyım, değil miyim, bilmiyorum.
Eserim üzerinde çalışırken onun insanları nasıl etkileyeceğiyle ilgilenmem.
Siyasal eylemin tarih yapmakla karıştırılmasının kökü Marx’a kadar uzanır.
Marx, Hegel’in insanlık tarihini yorumlamasından sonra, “dünyayı değiştirebileceğini” yani insanlığın geleceğini şekillendirebileceğini ümit etti.
Marksizm, siyasal eylemi tarih yapmak olarak yozlaştırdığı ya da yanlış anladığı için totaliter bir ideolojiye evrilebilir.
Marx, tarih yapmayı imal edilen bir şey olarak görmüştür; tarihsel insan ona göre esas itibariyle Homo faber’di.
Yakın tarihimizde önemli sayılabilecek hemen hiçbir olay yoktur ki Montesquieu’nun endişelerini doğrulamasın.
Klişelerin gündelik dile ve tartışmalara sızma derecesi sadece kendimizi konuşma yetisinden ne derece yoksun bıraktığımızın değil, aynı zamanda girdiğimiz münakaşaları çözüme kavuşturmakta yararlandığımız kötü kitaplardan (ve ancak kötü kitaplar iyi birer silah olabilir) daha etkili şiddet araçlarını kullanmaya hazır olduğumuzun da bir göstergesi olabilir.
Hitler’in “küçük bir köydeki bir adamın bütün kıtaları ilgilendiren hayati meseleleri değerlendiremeyeceği” yolundaki savı
geçmişten ne bir şeyler öğrenmiş ne de geçmişi unutabilmişlerdir; tersine delalet eden zengin deneyimlere rağmen
Hâlâ üzerimize kapanmış olan kapıları vuruyormuşçasına yaşıyoruz.
Ulusçuluk, esas itibariyle, devletin ulus tarafından zaptını gösterir. Ulusal devletin anlamı budur.
Kant, insanı insanın efendisi ve ölçüsü yaptığında, onu aynı zamanda Varlığın kölesi de yaptı.
şimdilik kadınların bağımsızlığı demek, onların erkeklerden ekonomik bağımsızlıklarını kazanmaları demektir.
Androcini* insanın kusursuz insan olduğu yolundaki düşünce (Lucinde’den aşina olduğumuz bir düşüncedir bu)
*Cinsiyet rollerini reddeden
*Cinsiyet rollerini reddeden
Kişisel deneyimlerimizden hepimiz biliyoruz ki dostluk eşitliği içerir.
Bizler becerebildiğimiz her yerde dostluklar kurma derdindeyiz
Faşizm hiç kuşkusuz yenilgiye uğratıldı; zamanımızın bu baş kötülüğünü henüz bütünüyle yok edemedik. Çünkü faşizmin -anti semitizm, ırkçılık, emperyalizm – güçlüdür.
Kavga amacıyla kullanılan sözcükler konuşma edimiyle ilgili olma niteliğini yitirir, birer klişeye dönüşürler.
görünürde dehalara özgü davranışlarda bulunmak, diğer insanlarda, bu kişinin gerçekten bir deha olduğu kanaati yaratır.
kişi neyi niçin yaptığını bilmeksizin olgusal temelden asla sapmamalıdır.
“İlginç zamanlarda yaşamak bir lanettir.” Eski bir Çin atasözü böyle der.
Jerome Kohn
Benim için önemli olan, anlamaktır. Bana göre yazmak bir anlama arayışıdır, anlama sürecinin bir parçasıdır.
Benim için önemli olan, anlamaktır. Bana göre yazmak bir anlama arayışıdır, anlama sürecinin bir parçasıdır.
Buradaki analiz birimi birey değil, aile olmalıdır; bir örnekte proleter bir kadın prenses gibi muamele görürken, bir başka örnekte bir burjuva evkadınının köle gibi muamele görmesinden bağımsız olarak.
Kadının erkeğe bağımlılığını işçinin iş verene bağımlılığıyla özdeşleştirmek proleterin aşırı ölçüde birey yönelimli biri olarak tanımlanmasından kaynaklanmaktadır.
Tipik bir evkadını ancak ve ancak evliliği dağıldığı zaman mülksüz bir çalışan haline gelir.
Yazar, kadınların çağdaş toplumdaki pozisyonunu iki misli karmaşık bir durum olarak görmektedir.
Yaptığı işe ek olarak evini çekip çevirmek ve çocuklarını yetiştirmek zorundadır. Dolayısıyla kadının kendi geçimini sağlama özgürlüğü ya kendi evinde bir tür köleliği ya da ailesinin dağılmasını imlemektedir .
Çalışan kadın iktisadi bir olgudur, kadın hareketinin ideolojisi bu olgunun yanıbaşında yürümektedir.
Zira günümüzde kadınlar yasal olarak erkeklerle aynı haklara sahip olsalar da, toplum tarafından eşit değerde görülmemektedir.
Kişinin dünyada bir yer bulmayı başarıp başaramayacağı erken dönem Romantizminin ortaya koyduğu temel sorulardan biridir.
İnsanlar topluluktaki varoluşlarını artık verili birşey olarak görmediklerinde, fakat ekonomik ilerleme sonucunda ortaya çıkan birşey olarak gördüklerinde ancak, birey kendini birden bire farklı bir topluluğa ait bulur: ideolojinin kişinin kendi pozisyonunu başkalarının pozisyonuna karşı haklılaştırmasından türetmesi gibi.
Kendi varoluşumuzu anlama yönünde yaptığımız her hangi bir girişimde sürekli değişen ontik âleme gerisin geri fırlatılırız; bu âlem filozofların kuramlarına" karşı gerçek gerçekliği temsil etmektedir.
Filozofun sorularının bittiği yerde sosyolojik problem başlar.
Biz, kendimizi her zaman başkalarına kanıtlamak zorunda olduğumuz şimdiden ve buradadan kopup özgürleştirdiğimizde, sınır durumlarının" mutlak tek başınalığı deneyimledigimizde ancak, sahici anlamda kendimiz oluruz
Benim için önemli olan, anlamaktır. Bana göre yazmak bir anlama arayışıdır, anlama sürecinin bir parçasıdır…Belli şeylerin formüle edildiği bir süreçtir.
İnsanlar topluluktaki varoluşlarını artık verili birşey olarak görmediklerinde, fakat ekonomik ilerleme sonucunda ortaya çıkan birşey olarak gördüklerinde ancak, birey kendini birden bire farklı bir topluluğa ait bulur: ideolojinin kişinin kendi pozisyonunu başkalarının pozisyonuna karşı haklılaştırmasından türetmesi gibi.