İçeriğe geç

Fındık Kabuğu Kitap Alıntıları – Ian McEwan

Ian McEwan kitaplarından Fındık Kabuğu kitap alıntıları sizlerle…

Fındık Kabuğu Kitap Alıntıları

“Beden yalan söyleyemez ama zihin başka bir ülkedir…”
“Ama işte hayatın en sınırlayıcı gerçeği- hep şimdidir,hep burasıdır,asla o zaman ve orası değildir.”
Bu aşkın sonu geldi. Alışkanlığa dönüşmedi ya da yaşlılığa karşı bir önleme. Hızla öldü, acıklı bir biçimde, zaten büyük aşklar böyle ölür.
Ama bu dünya, iç gözün önündeki bir ekrana oyulmuş, gerçek kadar keskin ve parlak bir yalan.
İnsan ne dilediğine dikkat etmeli.
Dökülen sütü bardağa koyamazsın.
Tanrı, ‘acı olsun’ dedi. Ve şiir oldu. Nihayetinde.
Masumları öldüren nefret değildi, inançtı, en yumuşak huyluların bile hâlâ saygı gösterdiği o aç kalmış hayalet. Uzun zaman önce, temelsiz inancın bir erdem olduğunu söylemişti biri. Şimdi, en nazik insanlar söylüyorlar böyle olduğunu. Pazar sabahları katedrallerden yaptıkları radyo yayınlarını dinledim. Avrupa’nın en erdemli hortlakları, din ve -din tökezlediğinde- bilimsel kanıtlarla dolup taşan tanrısız ütopyalar bir oldular, yeryüzünü yakıp kavurarak dünyayı onuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla sürüklediler. İşte yine geliyorlar, Doğu’dan yükselerek, kendi binyıllarını izleyerek, küçük bebeklere, oyuncak ayılarının gırtlağını kesmelerini öğreterek. Ben de, kendi içimde büyüttüğüm, öteki dünyaya olan inancımla buradayım işte. Bir radyo programından daha fazlası olduğunu biliyorum. Duyduğum sesler benim kafamın içinde değil, ya da sadece benim kafamın içinde değil. Benim zamanımın da geleceğine inanıyorum. Ben de erdemliyim.
Eğer okulum beni kutsamazsa, beni onaylamazsa ve ihtiyacım olan şeyi vermezse, yüzümü başkan yardımcısının ceketinin yakasına bastırıp ağlayacağım. Sonra da istifa etmesini isteyeceğim.
Beyni öldürmek demek, beyni öldürme isteğini öldürmek demektir. Kendimden geçmeye başladığım anda ellerim gevşiyor, hayata dönüyorum.
Bir fındık kabuğunun içinde tıkılı kalmak ve beş santimlik fildişinin ya da bir kum taneciğinin içinde dünyayı görmek. Edebiyatın tamamı, sanatın tamamı, insanların bütün girişimleri, mümkün olabileceklerin evreninde sadece birer noktacıksa, neden olmasın? Belki bu evren bile sayısız gerçek ve olası evren içinde bir noktacıktır. O zaman neden baykuşları yazan bir şair olunmasın?
Çok uzun zaman önce bilincin ağrıdan doğduğu konusunda bir tartışma duymuştum. Ciddi bir hasardan kaçınmak için basit bir yaratık, öznel bir döngünün, hissedilen bir deneyimin kırbacına ve kışkırtmasına ihtiyaç duyar. Sadece kafanın içinde kırmızı bir tehlike sinyali değil -kim görecek ki orada onu?- ama bir batma, bir ağrı, acıtan bir zonklama. Felaketler bizi bilinçli olmaya zorladı, ve işe yarıyor da, ateşe fazla yaklaştığımızda, çok derin sevdiğimizde bizi ısırıyor. Bu hissedilen duygular insanın kendini icat etmesinin başlangıcı. Ve eğer bu işe yarıyorsa, o zaman neden pislikten iğrenmeyelim, uçurumun kenarından ve yabancılardan korkmayalım, hakaretleri ve iyilikleri hatırlamayalım, cinsellikten ve yiyeceklerden hoşlanmayalım? Tanrı, ‘acı olsun’ dedi. Ve şiir oldu. Nihayetinde.
Hayatın en sınırlayıcı gerçeği hep şimdidir, hep burasıdır, asla o zaman ve orası değildir.
Babasının rakibinin penisini burnunun dibinde bulmanın ne demek olduğunu herkes bilmez. Doğum bu kadar yakınken beni düşünerek bundan kaçınmaları gerekirdi. Tıbbi zorunluluktan değilse de nezaket icabı yapmalılardı bunu. Gözlerimi kapıyor, damaklarımı gıcırdatıyorum, rahmin duvarlarına iyice dayanıyorum. Bu sallantı bir Boeing’in kanatlarını bile koparırdı. Annem sevgilisini tahrik ediyor, pazar yerine yakışır çığlıklarıyla onu kamçılıyor. Ölüm Duvarı! Her seferinde, pistonun her vuruşunda Claude’un duvarı deleceğinden ve benim yumuşak kemikli kafatasıma girip düşüncelerime kendi özünün tohumlarını saçacağından, adiliğinin kremini boşaltacağından korkuyorum. Beynim hasar görecek, ben de onun gibi düşünüp konuşacağım. Claude’un oğlu olacağım.
Silahlı mücadele, haklı olsun olmasın, cezbediyormuş psikopatları.
Bilinçli hayatın başlangıcı, yanılsamaların sonuydu, olmama yanılsamasının sonu ve gerçeğin fışkırmasıydı.
Aşk biterse ve bir evlilik çökerse, ilk kaybedilen, içtenlikli anılardır, geçmişi dürüstçe, tarafsızca hatırlamaktır.
Karamsarlık çok kolay, hatta zevkli, her yerde entelektüellerin madalyası ve tacı. Düşünen sınıfları çözüm aramaktan kurtarıyor. Tiyatro oyunlarındaki, şiirlerdeki, romanlardaki, sinemalardaki karanlık düşüncelere bakıp heyecanlanıyoruz. Şimdi de radyodaki yorumları dinleyip. İnsanlık şimdiye kadar asla bu kadar zengin, bu kadar sağlıklı, bu kadar uzun ömürlü olmadığına göre bu anlatılana neden güvenelim? Eğer savaşlarda ve doğum yaparken şimdiye kadar olduğundan çok daha az insan ölüyorsa ve hiçbirimiz bundan önce bilim yoluyla daha fazla bilgiye, daha faza gerçeğe bu kadar kolay ulaşamamış isek, neden güvenelim? Şefkat duygularımız- çocuklara, hayvanlara, başka dinlere, tanımadığımız uzak yabancılara- her gün kabarıyorsa? Yüz milyonlarca insan sefil bir yaşamdan kurtarılmışsa? Batı’da, yoksul sınıflar bile düzgün şehirlerarası yollarda dörtnala giden bir attan dört kat daha hızlı araba kullanırken müziğin büyüsüne kapılarak koltuklarına yaslanıyorsa? Suçiçeği, çocuk felci, kolera, kızamık, yüksek sayıdaki çocuk ölümleri, okuma-yazma bilmemek, idamlar ve devletin rutin hâle gelmiş işkencesi birçok ülkede yasaklanmışken? Yakın zamana kadar bu belalar her yerde görülüyordu. Güneç panelleri ve rüzgâr enerjisiyle çalışan çiftlikler, nükleer enerji ve henüz bilmediğimiz icatlar bizi karbondioksitin pisliğinden, GM ürünleri bizi kimyasal tarımın tahribatından ve en yoksulları da açlıktan kurtaracaksa? Bütün dünyada görülen şehirlere göç geniş arazileri çoraklaştıracaksa, doğum oranlarını düşürüp kadınları cahil köy eşrafının elinden kurtaracaksa? Caesear Agustus’u bir el işçisini kıskanacak duruma getirecek sıradan mucizelere ne demeli: Acısız diş hekimliği, elektrik ışığı, sevdiklerimizle anında temas, dünyada görüp görebileceği en iyi müzik, bir düzine kültürün mutfağı? Ayrıcalıklarla, tattığımız zevklerle gururlanıp duruyoruz ama yine de yakınıyoruz, şimdiye kadar yakınmayanlar da yakında başlar. Ruslara gelince, aynı şey Katolik İspanya için de söylenmişti. Ordularını sahillerimizde bekliyorduk. Çoğu şey gibi bu da olmadı. Birkaç kundaklama gemisi ve onların donanmasını İskoçya’nın kuzey ucundan dolaşmaya mecbur eden yararlı bir fırtına sayesinde mesele halloldu. İşlerin gidişatı bizi hep kaygılandıracak – bu da bilinçli olmanın ağır yeteneğine dâhil.
“Can sıkıntısıyla mutluluk arasında fazla bir mesafe yoktur; insan, sevincin sahillerinden bakar can sıkıntısına.” Monsieur Barthes
Aşk biterse ve bir evlilik çökerse, ilk kaybedilen, içtenlikli anılardır, geçmişi dürüstçe, tarafsızca hatırlamaktır.
Bir arada olabilmek için ayrılmak, kucaklaşabilmek için birbirine sırtını dönmek, âşık olabilmek için birbirini sevmekten vazgeçmek. O inandı buna. Ne kadar budala !
Bir yalan, golftaki usta işi vuruş gibidir, ancak bilerek söylenmediğinde inandırıcıdır.  
Hayat yaşanırken bile ne kadar büyük bir kısmının unutulduğunu çoktan anladım.
Hiç kimse,Bir insan! diye bağırmaz.Bunun yerine,Bir kız! Bir erkek! diye bağırır.
Varolmanın kalın zinciri bizim boynumuza da geçilirmiş.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Nedir doğada onları birbirine bağlayan? Bir anlık gözükara bir azgınlık.
Hissedeceğim, öyleyse var olacağım. Yoksulluk gidip dinlensin, iklim değişikliği cehennemde kaynasın. Toplumsal adalet mürekkepte boğulsun. Duyguların aktivisti olacağım ben, gözyaşı dökerek, inleyerek, kurumları kendi savunmasız varlığıma uygun hale getirmek için mücadele eden, bağıra çağıra uğraşan biri olacağım. Kimliğim benim değerli, tek gerçek malım olacak.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Beden yalan söyleyemez, ama zihin bambaşka bir ülkedir.
İnsanların bedenleri, zihinleri, kederleri bu kadar karmaşıksa, başka hiçbir memelinin olmadığı kadar özgürsek, o zaman türler neden sınırlansın ki?
Biz gözleri kamaştırarak ortaya çıkarken hiç kimse, Bir İnsan! diye bağırmaz. Bunun yerine, Bir kız! Bir erkek! diye bağırır. Pembe ya da mavi.
Hissedeceğim, öyleyse var olacağım.
Felaketler bizi bilinçli olmaya zorladı, ve işe yarıyor da, ateşe fazla yaklaştığımızda, çok derin sevdiğimizde bizi ısırıyor. Bu hissedilen duygular insanın kendini icat etmesinin başlangıcı. Ve eğer bu işe yarıyorsa, o zaman neden pislikten iğrenmeyelim, uçurumun kenarından ve yabancılardan korkmayalım, hakaretleri ve iyilikleri hatırlamayalım, cinsellikten ve yiyeceklerden hoşlanmayalım? Tanrı, acı olsun dedi. Ve şiir oldu. Nihayetinde.
Ama işte hayatın en sınırlayıcı gerçeği -hep şimdidir, hep burasıdır, asla o zaman ve orası değildir.
‘Ölü erkek diye yazıyorlar ve onlar için hiçbir anlamı yok. Sadece kelimeler. Öylesine yazılmış. Ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikirleri yok. ‘
Olmaktan ve büyümekten başka yapacak bir şey yok, ama büyümek bilinçli bir hareket sayılmaz. Saf varoluşun verdiği keyif, birbirinden farksız günlerin verdiği bezginlik. Bitmeyen mutluluk, varoluşsal türden bir can sıkıntısıdır.
Aşk biterse ve bir evlilik çökerse, ilk kaybedilen, içtenlikli anılardır, geçmişi dürüstçe, tarafsızca hatırlamaktır. Pek rahatsız edicidir bu, yaşadığımız günü lanetlemektir. Başarısızlığın ve perişanlığın tadını çıkarmaktadır eski mutluluğun hayaleti.
Gerçekler. Hayattan alıyorum yazdıklarımı. Ama okur, bilirsiniz, simgeler katar onlara, bağlantılar kurar. Bunları engelleyemem. Şiir böyle işler.
Aşk biterse ve bir evlilik çökerse, ilk kaybedilen, içtenlikli anılardır, geçmişi dürüstçe, tarafsızca hatırlamaktır. Pek rahatsiz edicidir bu, yaşadığımız günü lanetlemektir.
Bazı sanatçılar, ressamlar olsun, yazarlar olsun, doğmamış bebekler gibi, sınırlı alanlarda daha iyi gelişirler.
Önemli olan beklemektir. Ve düşünmek!
Sunt lacrimae rerum.
Göz yaşları vardır.
Tanrı, ‘ acı olsun ‘ dedi. Ve şiir oldu. Nihayetinde.
Ama makul kuşkum, yoksulluğun her açıdan yoksunluk olduğu.
Ama işte hayatın en sınırlayıcı gerçeği – hep şimdidir, hep burasıdır, asla o zaman ve orası değildir.
Tanrı, ‘acı olsun’ dedi. Ve şiir oldu..
Ama işte hayatın en sınırlayıcı gerçeği – hep şimdidir, hep burasıdır, asla o zaman ve orası değildir.
Bir arada olabilmek için ayrılmak, kucaklaşabilmek için birbirine sırtını dönmek, aşık olabilmek için birbirini sevmekten vazgeçmek. O inandı buna. Ne kadar budala!
Kavgacı tabiatımızın yönetemeyeceği kadar karmaşık ve tehlikeli bir dünya kurduk.
Bana karşı çıkacak ya da beni kınayacak kimse yok burada, ne bir adım ya da eski bir adresim var, ne dinim, ne borçlarım ne de düşmanlarım.
Masumlar arasında sayıyorum kendimi, sırtımda sadakatlerin ve yükümlüklerin yükü yok, yaşama alanımın yetersizliğine rağmen özgür bir ruhum ben.
hayatın güneşli tarafında dolaşmaya alışık değildi
ama işte hayatın en sınırlayıcı gerçeği hep şimdidir, hep burasıdır asla o zaman ve orası değildir
bunaltıcı bir alacakaranlıkta sabırsızca hayaller kuruyorum
Bir arada olabilmek için ayrılmak, kucaklaşabilmek için birbirine sırtını dönmek, aşık olabilmek için birbirini sevmekten vazgeçmek.
katlanılamayacak kadar fazla, gerçek olamayacak kadar zalimce. dünya neden kendisini bu kadar insafsızca yapılandırsın
hepimiz yalnızız, ben bile. her birimiz ıssız bir caddede yürüyoruz, omzumuza attığımız bir sopanın ucundaki bohçada bilinçsizce yol almanın planlarını, akış çizeceklerini taşıyoruz 
bu felaketler bizim çift mizaçlı olmamız yüzünden. hem zekiyiz hem çocuksu. kavgacı tabiatımızın yönetemeyeceği kadar karmaşık ve tehlikeli bir dünya kurduk. böyle bir umutsuzluk içinde herkesin oyu doğaüstüne gidecek
günden güne büyüyen, büyürken kendi kendine üzerini yazıyla dolduran ve böylece boş yerleri azalan bir levhayım
Umut etmek dışında tutunabileceğim bir şey yok.
Insan, sevincin sahillerinden bakar can sıkıntısına.
Hayatın en sınırlayıcı gerçeği şimdidir.
Sevmeyeceğim diyorsam, asla sevmemişimdir. Ama sevdim, sevdim. Seviyorum.
Ah, Tanrım, kötü rüyalar görmeyecek olsam; bir fındık kabuğuna bile sığar ve yine de kendimi kâinatın kralı sayabilirim.
“Bitmeyen mutluluklar varoluşsal türden bir can sıkıntısıdır.”
“Beden yalan söyleyemez, ama zihin başka bir ülkedir.”
”Can sıkıntısyla, diyordu şu Monsieur Barthes, mutluluk arasında fazla bir mesafe yoktur; insan, sevincin sahillerinden bakar can sıkıntısına. ”
Ve kusursuzluk insani bir şey sayılmaz.
Beden yalan söyleyemez, ama zihin başka bir ülkedir
Karamsarlık çok kolay, hatta zevkli
Can sıkıntısıyla,diyordu şu Monsieur Barthes,mutluluk arasında fazla bir mesafe yoktur;insan,sevincin sahillerinden bakar can sıkıntısına.
Başkalarına ne kadar yakınlaşırsanız yakınlaşın, asla onların içine giremezsiniz , hatta onların içindeyken bile .
Tanrı, ‘acı olsun’ dedi. Ve şiir oldu.

Fındık Kabuğu

Zevkler, anlaşmazlıklar, deneyimler, fikirler ve kendi yargılarım kişiliğimi biçimlendirecekti, tıpkı yağmurun, rüzgârın ve zamanın kayaları ve ağaçları biçimlendirmesi gibi.
Aşkın sürüp sürmemesinin önemi yok. Önemli olan onun var olması.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir