İçeriğe geç

Felsefe Tarihi Kitap Alıntıları – Macit Gökberk

Macit Gökberk kitaplarından Felsefe Tarihi kitap alıntıları sizlerle…

Felsefe Tarihi Kitap Alıntıları

İnsanın ahlakça değerinin ölçüsü, düşünüşüdür.
Dogma din duygusunun objektiflestirilmesidir.( )Dogmalar genel-geçer simgeler ve kurallar yapılmakla, gerçek din hayatı zedelenmistir.Bu her dinde böyledir.
Din, Tanrı ‘nın düşünce ve isteklerini açması demek olan vahiyde degildir. Gercekte biz Tanrı’nın ne vahyini ne de başka bir yönünü bilebiliriz.Ne kutsal gelenekten ne Tanrı ‘nın bir yaratması olan bu dünyanın varlığından ne de ahlâkî ödevimizden Tanrı’nın ne oldugunu öğrenebiliriz. Tanrı ‘bilinmez’dir;onunla ilgili her bilgi gerçek değil,ancak görünürde bir bilgidir.Onun için din felsefesine düşen iş, bilinmeyenin ardına düşmek değil, yalnız din duygusunda kapsanmış olanı,bu duygunun içinde bulunanı çözümleyip gün ışığına çıkarmaktır. Buna göre din felsefesi , Tanrı üzerinde bir öğreti olmayıp din duygusu üzerine bir öğretidir.
Tarih boyunca bir sürü devletler birbiri ardından ortaya çıkmış,misyonlarını yerine getirdikten sonra göçüp gitmislerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat,din ve felsefe ölümsüzdürler. Çünkü bugün biz ,aradan 2000 şu kadar yıl geçtiği halde bir Platon’un,bir Aristotales’in düşünmüş olduğu aynı problemleri düşünüyor,bir Homeros’un yaratmış olduğu aynı guzellikten tat alıyoruz.
Gerçi büyük kişiler tarihin gidişini sezmiş olan tarihin istediğini kavramış olan kimselerdir.Ama tarih onları kendi amaçları emrinde bir araç olarak kullanır; onları kendi tutkuları ardından koştururken bu arada kendi istediğini gerçekleştirir; buna erişince de onları birer boş kabuk gibi kenara atar. Bu da Aklın hilesi dir.(List der Vernunft)
Bir yerde ve bir zamanda öyle bir an gelir ki, bu yanıtlar insanı artık kandıramaz olurlar. İnsan, son sorular üzerinde artık kendisi de düşünmeye başlar; din ile geleneğin verdiği yanıtlarla yetinmeyip bilmek, anlamak istediğine kendi aklı ile kendi görgüleriyle ulaşmaya çalışır. İşte o zaman, insanın kendi bulduklarıyla dinin, geleneğin sunduğu tasarım arasında bir çatışma başlar; o zaman insan dinin açıklamaları karşısında eleştirici bir duruş alır; bunlara gözü kapalı inanmaz olun bunların doğrusunu, eğrisini ayırmaya, eleştirmeye koyulur.
Dışarıdan duyularla edinilen duyumlar , iç duyunun (kendimizi yaşamamızın) en aşağı basamaklarıdır; maddi ruhun tasarımlarından başka bir sey degildir.Dış duyu sensüalizmi kolaylikla materyalizme vardirabilir; iç duyu sensüalizmi de spritüalizme yol açabilir.Bu doğrultulardan ilkinin tipik temsilcisi Condillac’tır, ikincisininki de Berkeley’dir.
Hobbes için gerçek olan , yalnız bir bağ ile bağlı olmayan ‘doğa insanı’ ve aslında kendisinin koymuş olduğu belli yasalarla eylemleri daraltılıp sınırlanmış olan ‘yurttaş’ tır.
Sokrates( )erdeme,mutluluga bilgi yoluyla varilabilir.
Platon ( )Erdeme götüren bilgi idealarin bilgisidir.
Gerek Sokrates gerekse Platon bilgiyi ‘ sağlam bir temele baglamak’ istemelerinde ( ) savaşmalarinda, Sofistlerin boş tartışmaları, rölativist bilgileri, parlak söylevleri yerine bilim bakimindan gercek bilgiyi koymaya çalışmışlardı. Aynı sorun Aristotales felsefesi icin de çıkış noktasıdır ve bu sorunu sistematik olarak işlemesi Aristotales’i mantığın kurucusu yapmistir.
Sofistlerin dünya görüşü yarara, hazza dayanıyordu.Platon bu anlayışın karşısına,tam bir Sokratesçi olarak , iyi kavramıyla çıkar. Ona göre ‘iyi’ doğru bir yaşayışın kesin ölçüsü,biricik ereğidir. (telos)
«On representative Government» («Temsili Hükümet Üzerine») adlı yapıtında Stuart Mili demokrasiyi savunur; ama orta halliliğin ağır basmaması için, genel oy hakkı yanında kuvvetli kişilerin de sözünün geçmesini, etkilerinin olmasını ister. Çünkü, ona göre, siyasî özgürlük gerçek bir özgürlük ve bağımsızlığı sağlayamaz. Bu ortamda yavaş yavaş ortadan kalkan kaba kuvvet yerine bir çeşit ahlâk zabıtası olan kamuoyu kolaylıkla geçer, kamuoyunun zorbalığı da siyasî istibdattan daha tehlikelidir, çünkü daha az açık kapı bırakır; bütün günlük hayata sokulur, ruhları bile köleleştirir. Burada büyük bir tehlike ile, yığının egemen olması, orta halliliğin ağır basması tehlikesi ile karşı karşıyayızdır. Gerçi yığını hep tek tek itişler yönetir, ama yığın hep kendinden öyle pek yüksek olmayan kimselere yönelir, onların ardından gider. Oysa bütün iyi, akıllıca, soylu itişler, uyarmalar daima büyük insanlardan gelir. Bu az sayıdaki özgün kişiler yeryüzünün tuzudurlar. Bu düşünceleriyle Stuart Mili bir büyük adamlar istibdadını istiyor değil; onun istediği, büyük, yaratıcı kişilerin yeni düşünceleri özgür olarak ortaya koyabilmeleridir, yoksa zor kullanmak büyük adamların kendisini de yok eder. Halk oyunun istibdadı, yığının egemen olması yüzünden seviyenin düşmesini önlemenin tek çaresi de, yine özgürlüktür. Özgürlük, ilerlemenin hep sürüp giden, hiç kurumayan kaynağıdır; çünkü özgürlük biteviye reformlara, toplumun yenileşmesine yol açan bağımsız kişileri yaratır.
Hegelciliğin çözülmesine yol açan gelişmelerden biri de, politik-sosyal konulardaki anlaşmazlıklardır. Hegel’in kendi sistemi bu konularda tutucuydu; filozofun günündeki devlet ve toplum düzenini haklı göstermek, bunu felsefe ile bir kanıtlama denemesiydi. Buna karşılık «Genç Hegelciler» varolan düzenin aşılması gerektiğine, bunun için de felsefenin devrimci ışık tutması, dünyanın değişmesine önayak olması zorunda olduğuna inanıyorlardı. Bu inançta olanların en önemlisi de Karl Marx’tır. O da, Ludwig Feuerbach gibi, ilkin Hegelcidir; sonra o da idealizmden materializme geçiren adımı atmıştır — ama Hegel felsefesinin başlıca bir düşüncesini, «dialektik gelişme» kavramını bırakmadan.
19. yüzyılın ortaları, Fransa ve İngiltere’de olduğu gibi, Almanya için de positivist bir düşünüşün belirmeye başladığı bir dönemdir. Artık ilgi başlıca «olgularda yönelmişti; şimdi olguların kendileri ele alınıp nedenleri araştırılmak isteniyordu. Bu tutumla yeni bir gelişmeye doğru giden matematik-deneysel-doğa bilimi artık Schelling ile Hegel’in spekülatif doğa felsefesi ile uzlaşmazdı. Öbür yandan, «Tarihî Okul» —«Historische Schule»— çerçevesinde geliştirilen tarih yöntemi ve anlayışı da Hegel’in tarih felsefesi ile çatışıyordu: Bu okul Hegel’in tarih teleolojisini zorlanmış bir yorum diye anlar; bu öğretide tarihteki «olgular» karşısında gereken saygının gösterilmediğine inanır.
değerce bundan üstün olan bir davranış daha var Schopenhauer için: İçimizde ve çevremizde oluşan yaşama istencini kesin olarak reddetmek. Bu davranışın gerekçesi de, ona göre, şu: «Hayatın kendisi», «istenç» ardı arası kesilmeyen bir acıdır. Çünkü istenç bütün görünüşlerinde bir iştah, bir istek olarak kendini gösterir. İsteğin olması da, eksikliğin, dolayısıyla acının olması demektir. Ama bir istek hiç bir zaman tam ve sürekli olarak doyurulamaz; şöyle biraz doyurulunca hemen bir yenisi ortada beliriverir ve bu böyle sonsuzluğa kadar gider: Acının ne sonu, ne sınırı vardır. Hayat, sefalet ile can sıkıntısı arasında bir rakkas gibi gidip gelir. İsteklerin yerine getirilmemiş olması sefaleti doğurur; yerine getirilir gibi olması da bunalıma düşürür. Açlık, sefalet halkın, can sıkıntısı da kibarların çektiği azaptır. Kibarların dünyasında pazar günü can sıkıntısının, halk için de öteki günler sefaletin temsilcisidir. Zekâ olgunlaştıkça acı da artar; en çok bilgili insanın acı duyması da bu yüzden. Bu dünyayı iyi ya da dünyaların en iyisi saymak yalnız aptallık değil, bir küfürdür de. Çünkü istenç bile kendi görünüşlerinde kendisini beğenmemektedir. Dünya, düşünülebilecek dünyaların en kötüsüdür; şöyle azıcık daha kötü olsaydı, varolamazdı artık. Bu dünyayı oluşturan istenç kördür, öyle zekâsı, bilinci falan yoktur.
Schopenhauer felsefesine Hegel’inkinin tam karşıtı olan bir anlayışla girer. Ona göre dünya anlamlı bir dünya değildir; bundan dolayı felsefeye düşen iş de, anlam yorumları olmayıp, bu anlamsız dünya içinde insanoğluna bir şekilde yolunu buldurmaktır. İçinde anlam bulunmayan dünya bütünüyle kötüdür ve varolmamak yeğdir. Bu, karamsar bir dünya görüşü. Schopenhauer pessimizmi bir metafizik sistem olarak geliştirmiştir.
İdealist-romantik açı, Alman İdealizmi filozoflarının bir özelliğidir. Bunların hepsinin romantizm ile az ya da çok yakın ilgileri var: Berlin’deki Romantikler Çevresi ile sıkı ilişkileri olan Fichte’nin son dönemi romantik dünya görüşünün etkisi altındadır. Schelling ise doğrudan doğruya romantizmin filozofudur. Hegel’in de tarih ve kültür öğretisi pek çok romantik renkler taşır. Örneğin «ulus» kavramı Hegel’in tarih felsefesinde önemli bir yer alır. Kendine göre bir bireyliği, bir kişiliği olan bir insan topluluğu anlamındaki «ulus» kavramı romantik dünya görüşünün bir ürünüdür. Scheleiermacher’in din anlayışı da yine bu romantik dünya görüşünden beslenmiştir. Schleiermacher için din bilinci, estetik bilince en yakın olanıdır; çünkü her ikisinde de esas olan duygudur. Duygu da romantiklerin en çok güvendikleri, bağlandıkları bilgi yetisidir. Aydınlanma’nın tek yanlı rasyonelizmine bir tepki olarak ortaya çıkan, insan ruhunun duygu, içgüdü, hayal gücü, esin vb. akıldan başka yönlerini de değerlendirip insanın bütünlüğünü arayan romantizm bir irrasyonelizmdir.
Fichte için karakteristik olan bir yöntemi, dialektik yöntemi de belirtmektedirler. Dialektik Kant’ta bir «yanlış düşünme mantığı», bir «yanlış sonuç çıkarmalar öğretisi» idi. Oysa dialektiği Fichte verimli bir düşünmenin yöntemi yapmıştır. Bundan sonra Schelling dialektiği yalnız bilmenin değil, doğanın gelişmesinin de formu yapacak, en sonunda Hegel’de dialektik, bilgi ve evrenin gelişmesinin evrensel yolu olacaktır.
Bir toplum çerçevesinde gerçekleştirilmesi gereken hak düzeni, bütün uluslar arasında da kurulmalıdır; ulusların kendi özgür kararları ile içinde birleşecekleri bir «Uluslar Derneği», kendisine yönelecek bir ide olmalıdır. Bu düşüncesi ile Kant, «Birleşmiş Milletler» idealini- ortaya koyanların başında yer almıştır.
Burada Kant’ın gönlünde iki ilke çarpışmaktadır: Teorik yönü ile Kant, «doğanın sıkı bir nedensel bağlantısı olmalıdır, yoksa sağlam bir doğa bilimi olamaz» derken, ahlâkçı yönü ile de «insan özgür olarak yaratılmıştır, doğaya bağlı olan bir yanı olsa bile yine özgürdür; çünkü insanın karşısına bir gereklilik çıkıyor, ona birtakım ahlâkî istekler yöneliyor; o bunları yerine getirecek durumda olmalıdır; bunun için de özgür olmalıdır, insana (şunu yapmalısın, bunu yapmalısın) derken elinin kolunun bağlı olmaması gerekir» demektedir. Görülüyor ki, doğa üstüne yükseliş, Kant’ta özgürlük ile oluyor. Burası Kant felsefesinin ekseni gibidir; salt «akılla kavranan»a, numen’e açılan yol buradan başlamaktadır. Nitekim insanın özgürlüğe dayanan ahlâkî yönü artık fenomenler dünyası içinde değildi. Özgürlük ile artık «akılla kavranan» bir dünyaya, dolayısıyla duyulur-üstü olana, yani metafiziğin dünyasına girilmiştir.
Rousseau, yalnız eğitimde değil, her alanda duygulara doğal haklarının tanınmamasında, doğanın bu içten gelen sesinin artık dinlenmeyip onu zihne bağımlı kılmada bulur. Bu düşüncesiyle o, her şeyi akla bağlamak, soyut ilkelerle düzenlemek isteyen Aydınlanma’nın rasyonalist tutumuna karşı çıkmaktadır. Onun istediği, gününün soğuk, yavan entelektualizminden kurtulmaktır. Bunun da çaresini, kuru akılcılık yerine canlı duyguyu koymada, duygunun hakkını ve değerini belirtmede bulur.
Tarihe baktığımızda, mutlu ve güçlü olmayı ancak bilimler ile sanatların ağır basıp üstünlük kazanmadıkları yerlerde buluruz. Eski Atina’nın parlak bilimi ve sanatı, onu korkunç bir ahlâksızlığa sürüklemiştir. Buna karşılık bilginler ile sanatçılara yüz vermeyen İsparta ahlâkça dinç kalmıştır. Eski bir Mısır efsanesine göre, bilimleri bulan bir şeytandır (daimon). Gerçekten de bilimler ile sanatlar hiç bir yararı olmayan bir amaca yönelmişlerdir; üstelik tehlikeli olan sonuçlar da yaratmaktadırlar; bunların kökü işsizlik-güçsüzlük, sonuçları da zaman ve kuvvet kaybıdır. Yeniçağın hayran olunan buluşları koskoca bilgisi olmasaydı, daha mı kötü durumda, daha mı az mutlu olurduk? Bugün ortalığı lüks kaplamış, karakterler bozulmuş, ahlâk dizginsiz olmuşsa, bütün bunlar bilimler ile sanatlar yüzünden olmuştur. Toplumun bugünkü hasta durumunun kökü, yeteneğin erdemden üstün tutulmasından doğan eşitsizliktedir.
Materializme, bu çığrın atheist görüşü dolayısıyla karşı koyan Voltaire, gerçi Hıristiyanlığın inançlarına ağır şekilde hücum eder, ama, bir deist olarak, bir akıl dininin zorunlu olduğuna da inanır. Ona göre, sırf teorik bakımdan Tanrı’nın varlığına inanmak gerekir. Başlangıçta o, tıpkı Newton gibi, evrenin her bakımdan yetkin olan mekanizminin bir «yaradanı» kabule zorunlulukla götürdüğünü düşünür. Ama
sonraları evren yapısının ereğe uygun olduğundan şüpheye düşerek, «Candide»inde Leibniz’in «bu dünyanın olabilecek dünyaların en iyisi olduğu» düşüncesiyle alay eder. Voltaire için deist bir Tanrı kavramının asıl önemi, ahlâk bakımından bir ağırlık merkezi, ahlâk için biricik güvenilir destek olmasındandır; dinî inancın değeri, ahlâkî hayata temel oluşundandır. Voltaire’in ün salmış bir sözü var: «Tanrı olmasaydı da, biz onu icat etmek zorunda kalacaktık. Ama bütün doğa onun var olduğunu bize haykırmaktadır». Tanrı’ya ve ölümsüzlüğe inanma olmasaydı, insan toplumu dağılırdı. Voltaire bu düşüncelerini Hıristiyanlığı göz önünde bulundurmadan ileri sürmekte, Tanrı’nın varlığına ve ruhun ölümsüzlüğüne bir deist olarak inanmaktadır.
Fransız Aydınlanmasının asıl önderi, yazar ve filozof Voltaire’dir. Fransız Aydınlanmasına gelişmesini sağlayan, hızını kazandıran İngiliz felsefesini Fransa’ya getiren, büyük yazarlığı ile bu felsefenin düşüncelerini memleketine benimseten, başlıca Voltaire olmuştur. O, «İngilizler Üzerine Mektuplarında (Lettres sur les Anglais) yurttaşlarının önüne yeni bir doğa felsefesini, yeni bir toplum düzenini sermiştir. Kara Avrupasına İngiliz düşüncelerini aşılayan, Newton’un mekanist doğa sistemini, Locke’un empirist felsefesi ile İngiliz deizmini yakından tanıtan bu mektuplar, Avrupa’nın kültür tarihinde bir dönüm noktasıdırlar.
Locke 18. yüzyıl Aydınlanmasının gerçek kurucusu sayılır. Onun ömrü boyunca savunduğu ilkeler, klasik Aydınlanmaya özgü olan düşüncelerdir: Birey özgür olmalıdır; akıl hayatın kılavuzu yapılmalıdır; kültürün her alanında —bilimde, dinde, devlet ve eğitimde— gelenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalıdır. Nitekim onun devlet felsefesi siyasî liberalizmi hazırlamıştır; Hıristiyanlığın akla uygun olduğunu göstermeye çalışan yapıtı «doğal dine» yol açmıştır; eğitim üzerindeki düşünceleri rasyonel doğal olan bir eğitim çığrını açmıştır. Bütün bunlar da —siyasî liberalizm, doğal din, rasyonel eğitim —gelenek şemalarından kurtaran adımlardır. Tipik bir aydınlanmacı olan Locke’un yapıtları da düşünceleri gibi çok açık, çok anlaşılırdırlar; bunlar, bilimsel olmaktan çok yetiştirici-eğitici bir nitelik taşırlar (bu, bütün aydınlanmacıların bir özelliği); okuyanı bilime dayanan bir hayat görüşü üzerinde aydınlatmak isterler, bu bakımdan onda belli birtakım kanıları yerleştirmek isterler; her türlü construction’dan kaçman çözümleyici-betimleyici bir yöntemle okuyucunun kuruntularını, önyargılarını sarsıp onu olguları sade ve objektif bir şekilde görmeye alıştırmayı göz önünde bulundururlar.
Leibniz’e göre Tanrı bu evreni yaratırken, bir sürü olabilir dünyaları tasarlamıştır. Onun bu dünyalar arasından bu şimdikini seçip gerçekleştirmesi, onun olabilir dünyalar arasında en iyisi olmasındandır. Gerçi bu dünya da yetkin değil, ama ötekilerin daha da az yetkin olduğunu kabul etmek gerektir. Bu da, yetkin olan bir dünyanın olamayacağı demektir. Leibniz için «yetkin olmayış» dünya kavramında zorunlu olarak bulunan bir öğedir.
Leibniz mezhepler arasındaki ayrılıkları uzlaştırmak ister, bir akademiler birliği kurarak bütün bilimsel çalışmayı tek bir örgüt içinde toplayıp uyumlaştırmağa çalışır; dil ayrılıklarını ortadan kaldıracak evrensel bir dil kurmaya uğraşır; bilimsel görüş ile din duygusunu barıştırmağı dener. Felsefede de kendisine kadar gelmiş olan öğretilerin doğru yönlerini birleştiren, bunların karşıtlıklarını gideren bir sisteme varmayı göz önünde bulundurur, çünkü ona göre, her felsefe sisteminin haklı olan bir yönü vardır. Leibniz’in sisteminde matematik-mekanist doğa görüşü ile Descartes ve Spinoza’nın reddetmiş oldukları organik (teleolojik) doğa görüşü yan yana bulunacaklardır.
Spinoza’ya göre, düşünce attributumu (ruh) içindeki olaylar da oluşlarında sıkı bir zorunluluğa bağlıdırlar. Ruhta olup bitenler de matematik bir zorunlulukla birbirinden çıkarlar; burada da hiç bir olay —bir tasarım ya da istençli bir karar— yoktur ki, kendisinden önceki bir olay tarafından belirlenmemiş olsun. Bu düşüncesi de Spinoza’yı, doğal olarak, istenç özgürlüğünü tamamıyla redde götürmüştür. İstenç özgürlüğünü onun gibi hiç bir kimsenin böylesine sert ve kesin biçimiyle reddetmemiş olduğu söylenebilir. Spinoza «özgürlük» denilen şeyi bir kuruntu sayar. Bu kuruntuya eylemlerimizin gerçek nedenlerini bilmememiz yüzünden kapılırız. Havaya fırlatılmış olan bir taş düşünebilseydi, kendi özgür istenciyle yere düşmekte olduğunu sanırdı. Ayrıca, kararlarımız pek çok da hatırlamalarımıza bağlıdır; hatırlama da kendisine öyle pek kesin olarak egemen olabildiğimiz bir şey değil. Gerçek özgürlük, Spinoza’ya göre, kendi doğamızın zorunluluğuna ayak uydurmaktır.
Hobbes’un sisteminin en tanınmış, etkisi en büyük olmuş olan bölümü devlet felsefesidir. Renaissance’tan beri tipik bir gelişme olan «Skolastikle her türlü bağlantıyı kesmek» bakımından alınırsa, onun bu alanda başardığını Kopernikus’un astronomide, Galilei’nin fizikte, Harvey’in fizyolojide yapmış olduğuna benzetenler olmuştur. Hobbes’un kendisi de, «devlet felsefesinin ‘De cive’ («Yurttaş üzerine») adlı yapıtından daha eski olmadığını» söylemekle, kendini bunların yanına koyar. Gerçekten de Hobbes, ahlâkı ve devleti naturalist bir görüşle temellendirmesiyle öyle bir akım yaratmıştır ki, bunu haklı olarak 19. yüzyılda Darwin’in açtığı çığıra benzetenler olmuştur.
Bayle, daha erkenden, dinin dogmaları ile aklın bilgilerinin uzlaşamayacaklarını görüp anlamıştı. Sonraları bu anlaşmazlığı çok sert bir biçimde dile getirmiş, din ile bilim arasındaki çelişmenin ortadan kaldırılamayacağını eşine az rastlanır bir çaba ile tanıtlamağa uğraşmıştır. Ona göre, dinin dogmaları doğal aklın ilkelerine aykırıdır; bundan dolayı deistlerin düşündükleri gibi, akla dayanan ya da akılla aydınlatılabilecek bir din olamaz. Dogmalar aklın üstünde değil, akla aykırıdırlar; iman ile bilim arasında temelde bir çelişme vardır.
Şüphesinin karanlığı içinde ilk ışık olarak bilinci bulan Descartes, buradan Tanrı’nın varoluşunu ortaya çıkarmış, bundan da cisimler dünyasının gerçekliğine inandıracak temeli hazırlamıştır, Böylece de, şüphenin baştan aşağı yıkmış olduğu gerçek yeniden kurulmuş oluyordu: Tanrı vardır, bilinç vardır, bunları doğrudan doğruya ve açık ve seçik olarak biliriz. Tanrı bizi aldatmadığına göre, duyumlarımızda yansıyan cisimler dünyasının gerçekliğine de, hiç olmazsa araçlı olarak inanmak gerekir.
Yapılacak şey: Fenomenleri matematik ile çözümlemektir. Gözlerimizin önünde serili bulunan doğa, büyük bir kitap gibidir; ancak yazılmış olduğu dili biliyorsak, bu kitabı okuyabiliriz; bu kitap da matematik diliyle yazılmıştır; onun harfleri üçgenler, kareler, daireler ve öteki geometrik şekillerdir; bu şekilleri bilmeden doğanın hiç bir şeyini anlayamayız.
Galilei’nin hayat ve yapıtı, «modern düşünce»nin gelişmesinde bir dönüm noktasıdır. Kilise ile modern düşünce arasındaki savaşın kesin bir evresi Galilei’de sona ermiştir. Gerçi Galilei’yi mahkûm etmekle zaferi kazanmış olan Kilisedir gibi görünür, ama bu sadece bir görünüştür; gerçekte zaferi kazanan Galilei idi. Çünkü Galilei’nin makûm olması, onun bilim idealinin hızla yayılmasının önüne geçememiştir. Bu ideal daha onun yaşadığı günlerde bütün genç araştırıcılar kuşağının malı olmuştu, ondan sonra da bütün uygar dünyanın malı olacaktır.
Renaissance düşüncesinin en büyük başarısı olan yeni doğa bilimi, tek bir düşünürün değil, birçok düşünürün ortaklaşa yapıtıdır. Ortaçağın doğa tablosunu yıkıp bunun yerine yeni bir doğa görüşü koyma işinde irili-ufaklı bir sıra düşünürün payı olmuştur. Ancak, yeni doğa anlayışını son kesin biçimine yaklaştıran, bu anlayışın bugüne değin değişmeyecek temelini kuran Nikolaus Kopernikus (ya da Copernicus) (1473-1543) olmuştur.
Reformation’un başlıca kaynağı Alman mistisizmidir denilebilir. Bu mistisizmin kökleri de ortaçağdadır ve bütün öteki mistik çığırlar gibi, onun da kaynağı Yeni-Platonculuktur. Evrenin, içindeki bütün varolanlarla birlikte, Tek Varlığın özünden fışkırmış olduğu tasavvuru, Yeni Platonculuğun ana görüşüdür. İnsan da Tanrı’nın özünden türemiştir, onunla aynı özdendir, dolayısıyla insan Tanrı’yı kendisinde bulabilir. Her türlü mistiğin temeli olan bu öğreti, daha pek erkenden Hıristiyanlığa da sokulmuş, bütün ortaçağ boyunca canlı kalmış, Skolastiğin yanısıra kimi vakit açık, kimi vakit de kapalı ve gizli bir akım olarak sürüp gitmişti.
Reform’un getirdiği yeni din anlayışına geçmeden önce, bu akımın tarihi üzerine birkaç söz: Hıristiyanlık dünyasında Katoliklik ile Ortodoksluk yanında üçüncü büyük ayrılık olan Protestanlığı yaratacak süreci Alman rahibi Martin Luther (1483-1576) başlatmıştır. Reformation’un başlamasının dış nedeni, Luther’in 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı ünlü 95 tezidir. Bu tezlerinde Luther, Katolik Kilisesinin bir sapıtmasını, para karşılığında günah bağışlama belgeleri satmasını şiddetle yeriyordu. Böyle bir yergi ile başlayan bu din akımı, sonra hemen bütün Avrupa’yı bir yıkıntıya çeviren, Otuz Yıl Savaşlarını doğuracaktır. Luther’in attığı bu adım, zaten ağzına kadar dolu olan bir bardağı taşırtan son damla olmuştur.
Skolastik Felsefenin yapmak istediği ile yapabildiğinin sonunda hesabını çıkarmak istersek, şunu söyleyebiliriz: Skolastik Felsefe inanç ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe başlamıştı. Ancak, tasarladığını gerçekleştirememiştir. Yüzyıllar boyunca süren uğraşmalarının sonucu, bilgi ve inanç alanlarının birleşmesi değil, bütünbütüne ayrılması olmuştur. Ortaçağı kapayıp yeniçağı başlatan Renaissance’a bu ayrılış ile girilmiştir. Bundan sonrasında gittikçe bağımsızlaşarak kendini bulan aklın ışığıyla aydınlanmış yeni bir Avrupa Kültürü oluşacaktır.
Platonizmde hep dinî bir tutum ağır basar. Bu çığırda bilmek, dönüp dolaşıp sonunda Tanrıyı bilmektir; burada doğruyu özlemek, Tanrıyı özlemektir, Tanrıyı bulmanın mutluluğudur; Tanrıda yok olup kendini ortadan silmedir. Buna karşılık Aristotelizm hep bir bilginliğe yönelmedir; olguların dünyasına bir ilgi duymadır; olgular yığınını sistematik olarak düzenlemek, bunları kavramlarla bir işlemedir. Aristotelizm, Batı Hıristiyan Skolastiği için olduğu gibi, İslâm Skolastiği için de çıkış noktası olmuştur. Aristotelesçilik Suriye’den sürgün edilen Nasturî rahipleriyle İran’a gelmiş, buradan da İslâm dünyasına girerek İslâm Skolastiğine yol açmıştır. İslâm Skolastiğinin sonra Batıda öğrenilmesi (12. Yüzyıl sonları), buradaki Skolastiğin hızla gelişmesine yardım etmiştir.
Bu çaba ve denemelerde, Hıristiyanlığın öğretisi ana çizgileri ile artık ortada görünmeye başlamış gibiydi. Ama bu öğretiye bir birlik, sistemli bir bütünlük kazandıracak, Hıristiyanlığın inanç ve kanılarının tümünü bir bilimsel sistem durumuna getirecek, Kısaca: inancın kavramsal formu olan dogmasını kuracak Hıristiyan düşünürü Augustinus’tur (354-430). Augustinus, Ortaçağ Hıristiyan Kültürünün gerçek öğretmenidir; felsefesi, Ortaçağ Hıristiyan Felsefesinin çikış noktası ve temelidir: öğretisi, genellikle Hıristiyan Kilisesinin felsefesidir.
Hıristiyanlık, kendisine bağlananların yalnız kendi Tanrısına tapmalarını istiyordu, işte bu tekelciliği, onu Roma devletiyle çatışmaya sürüklemiştir. Çünkü devlet kendi dinine —imparator kültüne— bağlı olmayı yurttaşın bir ödevi sayıyordu, dolayısıyla, resmî dinden uzaklaşmak siyasî bir suç sayılıyordu. Çoktanrıcı dinlerde birkaç dine birden bağlanmak olabiliyordu. Yalnız kendi Tanrısının sayılmasını isteyen Hıristıyanlık, iste bu yüzden devlete karşı gelme diye anlaşılıp uzun zaman (2.5 yüzyıl) baskı altında kalmış, ağır işkence ve kovuşturmalara uğramıştır. Bu kovuşturmalar, ancak, büyük Konstantin’in 313 yılında Hıristiyanlığı öteki dinler yanında resmen bir din olarak tanımasıyla sona erecektir.
Yunan düşüncesi artık gücünü yitirmişti. Nitekim az sonra, 529 yılında, Doğu Roma İmparatoru Justinianus, o sıralarda Yeni-Platoncu tutumda olan Atina’daki «Akademia»yı kapadı; Hıristiyanlığa aykırı diye bundan böyle Yunan felsefesinin okutulmasını yasak etti. Bu da, Antik Felsefenin Sona erdiğinin dıştan belirtisiydi.
Bundan böyle Batıda uzun zaman gerçek bilim ve philosophia değil de, theosophia (Tanrıbilgeliği) hüküm sürecektir. İnsan aklının kendi gücüne güvenerek doğruyu araştırmaya girişmesi devri artık uzun zaman için kapanmıştı. Bundan sonra bin yıl sürecek bir dönemde, ortaçağda, dinî inanca bağlanılacak; Tanrının kendisini açması diye anlaşılan vahyin sözü dinlenecektir. İnsanoğlunun doğruyu kendisinin araması davranışı, ancak Renaissance’ta yeniden ortada görünecektir. Sözcük anlamı «yeniden doğuş» olan Renaissance’ta yeniden doğan da: İlkçağ sonlarından ortaçağ sonlarına kadar ortadan çekilen eski Yunanlıların o özgür araştırma ethos’udur, bu tutumdur.
Stoalıların astroloji’ye inanmalarını da Karneades şöyle eleştirir: Bu inanç doğru olsaydı, aynı yıldız altında doğanların alınyazılarının bir olması, tersine olarak da, alınyazıları bir olanların (örneğin aynı savaşta ölenlerin) aynı yıldız altında doğmuş olmaları gerekirdi; oysa bu böyle değil.
Zenon’a göre, mutlu olmak için erdem yetiyordu (autarkeia). Stoalıların değer anlayışları da bu görüşe bağlıdır. Erdem tek başına eksiksiz bir mutluluğu sağlayabildiğine göre, bunun dışındaki hiçbir şey bir değer sayılamaz; bundan dolayı sıradan insanların değer saydıkları şeyler, zenginlik, maddî zevkler, şeref, saygınlık, sağlık, hatta hayatın kendisi bilge için aldırış edilmeyecek, ilgisiz kalınacak şeylerdir.
Toplum, devlet, bütün bireyüstü kurumlar üstün birer varlık olmayıp yalnız bireyin mutluluğunu sağlamak için olan araçlardır. Onun için Epikuros, bilgeye evlenmemeği bile öğütler: Aile yükü, sorumluluğu mutluluktan onu uzaklaştırabilir. Yine bu düşünce ile, politik-sosyal hayattan uzak kalmayı, devlet, toplum işlerine hiç karışmamağı da öğütler. Devlet, ona göre, bireylerin karşılıklı korunma gereğinden, düşünüp taşınmalarından doğmuş olan sözleşmeye dayanan bir bağdır, bir kurumdur; bundan dolayı devletin yapısı, örgütü kurulmasının nedenine uygun, yani herkese yarar sağlayacak biçimde olmalıdır.
Haz (hedone), Epikuros için, canlının her türlü çaba ve isteminin doğal amacıdır. Hedone, ilkin, maddî ve manevi hazların bir bileşimidir; ancak, bu bileşimde ilk öğe, yani maddî haz asıl temeldir; manevî hazlar, bütün güçlerine, şiddetlerine, geçmişi-geleceği kucaklayan bütün genişliklerine rağmen, bağımsız değildirler, bedene bağlı, bedenle ilgilidirler. Sonra: Epikuros haz deyince olumlu hazzı anlamaz —önce bu çeşit haz yok— daha çok, «acıdan kurtulmuş olma» anlamındaki olumsuz hazzı anlar. Acıdan kurtulma: vücudun ıstıraptan, ruhun huzursuzluktan kurtulmuş olmasıdır (ataraxia); kısaca: haz acısızlıktır, acı karşısındaki özgürlüktür.
Platon dinî coşkusu olan, şair yaradılışlı bir düşünürdü, siyasî-sosyal bir reformcuydu. Karakteri bakımından, daha çok, Thales, Pythagoras ve Parmenides’in açtığı çığır içinde yer alır. Aristoteles ise büyük stilde bir araştırıcı, bir toplayıcı, bir gözlemcidir: O, daha çok, Anaxagoras’ın, Demokritos’un yolunda yürüyen bir bilgin tipidir. Bütün düşünce tarihinde onun gibi bilgisi böylesine geniş, kucaklayıcı birisini bulmak pek güçtür. Onun, bilginin o zamanki durumu çerçevesinde, ele almadığı hiç bir obje alanı, araştırmasına konu yapmadığı hemen hemen hiç bir problem yoktur diyebiliriz.
Kendisinden önceki gelişmeyi biraraya toplayıp bunu daha da ileri götürmüş olan Aristoteles felsefesi, çağının bütün bilgisini kucaklayan bir sistemdir; doğruluk sevgisinin, kavrayıcı, eleştirici bir zekânın oluşturduğu büyük ölçüde bir bilim yapısıdır. Bu sistem bilginin hemen her kolu ile uğraşır, hepsine karası derin bir anlayış gösterir. Kavrayış ve bilgisinin genişliği bakımından Aristoteles Platon’dan daha ileridir; çünkü Platon felsefesinde empirik araştırmanın, doğa biliminin yeri azdır. Aristoteles’ te ise bütün Yunan bilimi âdeta canlı bir bütün olmuştur. Bundan dolayı, iki bin yıl sürece «filozof» denince, Doğu’da olsun Batı’da olsun, hep Aristoteles anlaşılmıştır.
Demokritos’a göre, başlangıçtaki khaos içinden, şurada burada birtakım
çevrinti hareketleri doğmuş, bunların her birinden de ayrı dünyalar meydana gelmiştir. Oysa, Platon’a göre, düzenleyici Tanrı (Demiourgos) ancak tek bir yetkin dünya yaratmıştır. Duyulur dünyanın «nedeni» idealardır ama, bu dünya idealara tastamam uygun değildir, ancak olabildiği kadar uygundur.
Devlet öğretisinde Platon halkı kendi haline bırakıyor. Bu takımın ana-itkisi kazanca yönelmiştir; yığın çalışması ile devlet hayatının maddî temelini sağlar, «bekçilerin» kendisini yönetmesine boyun eğer. Bekçilerin hayatı ise, tam tersine, ta doğdukları günden başlayarak devletçe düzenlenecektir. Bundan dolayı Platon, bu takımdan olanların evlenmelerini bile kendilerine bırakmaz. Gelecek kuşakların sağlam olmaları için, elverişli çiftleri devletin başındakiler seçeceklerdir. Gençlerin yetiştirilmesi işini de, her bakımdan devlet eline alacaktır.
Sokrates doğa felsefesiyle hiç uğraşmamıştır; kavramsal doğru’yu araması da yalnız ahlâkî kaygılar yüzündendir. İnsanın ahlâkça kendisini eğitmesi, yetiştirmesiyle bilim aynı şeydir. Araştırmada bulunacak tümel doğru, ahlâk bilincine açıklık ve güven sağlayacaktır.
Sofistlerin relativizmleri ile yıkıcı bir rol oynadıkları hep söylenir. İşte onlar bu son anlatılan düşünceleriyle, bir dağılmaya yol açmışlar, daha doğrusu, kutsal gelenek döneminin kapanmasıyla ortaya çıkan bir değer anarşisini büsbütün körüklemişlerdir: Bir yandan tek kişinin yargılarında bağımsız olmasını şüpheli bir hale getirmişler, öbür yandan da, tümel olarak geçen hiç bir ölçüyü ayakta bırakmamakla, otorite ve geleneği (yasaları, hukuku, sosyal normaları, ahlâk kurallarını) adamakıllı sarsmışlardır.
Mutlu olmak için yapılacak şey, ruh dinginliğine erişmek, bunun için de her türlü sarsıcı tutkulardan duygulanımlardan kaçınmaktır. Demokritos bu duruma en iyi bilgelikte varılacağı kanısındadır. Yalnız bu, kuru bir bilgelik olmamalıdır. Gerçek bilgelik, anlayışlı bir düşünme ile ruhu korkulardan (bu arada özellikle ölüm korkusundan) kurtarmayı gözönünde bulunduran, bunu başarabilmiş olan bilgeliktir. Bütün yanlış davranışların nedeni, iyinin ne olduğunu bilmememizdir.
Demokritos, Anaxagoras’ın öğretisinde belirir gibi olan erek (telos) kavramını kabul etmediği gibi, rastlantı kavramını da açık olarak reddeder: Rastlantının sözünü etmemiz yalnız bilgisizliğimızden ileri gelir; bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu rastlantıyla açıklamaya kalkışırız.
Bu görüşüyle de Demokritos mekanist bir doğa biliminin temellerini atmış oluyordu. Ancak onun bu anlayışı ilkçağda pek yayılıp gelişememiştir. Bu da Aristoteles’in uzun süren otoritesi yüzünden olmuştur; çünkü Aristoteles’in doğayı açıklaması, tam da Demokritos’un benimsemediği iki kavrama, erek ve rastlantı kavramlarına dayanır. Demokritos’un doğa felsefesi ancak yeniçağın başlarında ele alınıp geliştirilecektir.
İlkçağ felsefesi deyince, dar anlamında Yunan felsefesi ile bu felsefeden doğmuş olan Hellenizm-Roma felsefesini anlayacağız.
Pythagorasçıların bilim alanında en büyük başarıları astronomidedir. İlk defa olarak yeri evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar, onu küre şeklinde düşünmüşler, yerin evrenin ortasındaki görünmeyen merkezî ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir.
Şimdiye kadarki filozofların doğa açıklamaları hep deney ve düşünmeye, başka bir deyişle, belli birtakım deneylerin düşünme ile işlenmesine dayanıyordu. Parmenides’de ilk olarak, deney bir yana bırakılıyor, salt düşünme ile —Varlık üzerinde yalnız düşünmekle— Varolanın nitelikleri türetilmeye çalışılıyor. Varlık’ın özü gereği, meydana gelmemiş, değişmez, bölünmez olduğu sonucuna bu yolla varılıyor. Bu arada, Anaximandros, ana maddenin öncesiz, sonsuz —Apeiron— olduğunu söylemekle, Elealılara biraz olsun öncülük etmiştir denilebilir.
Herakleitos’un öğretisinin tam karşıtını Elea adını taşıyan felsefe çığrında bulacağız. Bu çığrın başı olan Parmenides’in düşünceleri, —adı anılmıyorsa da— açık olarak Herakleitos’a karşı bir polemiktir. Bu iki öğreti arasındaki ayrılık, felsefe tarihinin görüp bildiği ilk gerçek karşıtlıktır; genel olarak da metafiziğin en temelli ayrılıklarından biridir
Babillilerin ünlü astronomisi, yıldızlara tapan Babillilerin dinine dayanıyordu, bu dinin ve pratiğin hizmetinde idi. Yıldızlar üzerinde yapılan inceden inceye gözlem güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması, hep dinî-pratik amaçlar içindi. Burada da Yunanlılar, Babillilerin zengin gözlem gereçlerinden yararlanmışlar, ama sonunda, bu pratiğin emrindeki dağınık gereçlerden- Anaximandros’tan Ptolomaios’a kadarki çalışmalarıyla-, gökyüzünün bilimsel bir görünüşünü çizen bir teori kurmuşlardır.
Toplumun bugünkü hasta durumunun kökü, yeteneğin erdemden üstün tutulmasından doğan eşitsizliktedir.
Bilgi ve yöntem anlayışında Spinoza felsefesinin çıkış noktası “Tanrı bilgisi’ kavramıdır. Bu kavram bu sistem için yalnız çıkış noktası değil, varılmak istenen son erektir de. Bütün sistemin başarmak istediği iş, bu “Tanrı’yı bilmek’ kavramında toplanmaktadır diyebiliriz. Spinoza giriştiği bu işte şöyle bir ön-teze dayanır: Bütün varolanları Tanrı, belli ve değişmez bir düzene göre kendi özünden türetmiştir; kökleri Tanrı’da olan bütün bu nesnelerin ideleri de onda olacaktır; dolayısıyla Tanrı kavramını bilince, bu kavramın kapsadığı bütün öteki ideleri de bunların birbirine olan bağlantılarını da bilmiş oluruz. Bu anlayışı ile Spinoza panteizme en keskin formülünü kazandırmıştır. Bu formülde ‘ide’ ile ‘gerçek’ birbiriyle tam bir uygunluk halindedir; burada ‘mantiki sebep’ ile ‘reel neden’ özdeş şeylerdir; başka bir deyişle: Düşüncedeki bir düzen, gerçekteki bir düzeni olduğu gibi karşılamaktadır.
Evrenin en dışında, mutlak değişmezliği ile tanrısal varlığa en yakın duran yıldızlar gökü vardır; bunun altında gezegenlerle, güneş ve ay yer alır. Yıldızların kendileri, Aristoteles için, insanüstü bir zeka taşıyan varlıklarıdır, evrenin tanrılarıdır bunlar, çünkü tanrılığa en çok yaklaşan saf formlardır, daha aşağı olan yeryüzündeki hayat üzerinde de, bunu belli erkelere yönelten etkileri vardır. Aristoteles’in bu düşüncesi Yeniplatoncu ve ortaçağ astrolojisini (gökyüzündeki olaylarla insan hayatı arasında bir ilginin olduğu inancının) kökü olmuştur.
Zaman, pek bir boyutu olmayan şimdi ile artık varolmayan geçmiş ve daha varolmamış olan gelecek arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama ve bekleme biçiminde varolabilen bir şeydir.
Zaman, pek bir boyutu olmayan şimdi ile artık varolmayan geçmiş ve daha varolmamış olan gelecek arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama ve bekleme biçiminde varolabilen bir şeydir.
İçimizde bir doğa kımıldıyor; ona kulak verir, yasalarını kavrarsak, erdeme, dolayısıyla mutluluğa giden yolu da bulmuş oluruz. , çünkü erdem dediğimiz, doğaya göre yaşamaktır.
Bilge kişi erdemli kişidir, yani kendi kendisine yeten kişidir. Bilgenin karşısında ise, dışarıya bağlı olan, varlıklarına dışarıda destek arayan budalaların kocaman yığını var.
Biz bir şeyden bu şey kötüdür diye tiksinmeyiz; bu şeyden tiksindiğimiz için ona kötü deriz. Bir takım şeyleri de bu şeyler iyidir diye elde etmek istemeyiz, bu şeyleri elde etmek istediğimiz için onlara iyi deriz.
İnsanın bilgisi arttıkça suçtan da uzak durur. Dolayısıyla en yüksek amaç olan mutluluğa, insan kendi gücü ile – bilgisini olgunlaştırmakla ulaşabilir.
Ölüm bizi korkutamaz, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de artık biz yokuz.
Raslantının sözünü etmemiz yalnız bilgisizliğimizden ileri gelir ; bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu rastlantıyla açıklamaya kalkışırız.
Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz. – Epikür
her şey olanla hiç olan arasında bulunan bir orta’dır;

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir