İçeriğe geç

Farmakon Kitap Alıntıları – Dirk Wittenborn

Dirk Wittenborn kitaplarından Farmakon kitap alıntıları sizlerle…

Farmakon Kitap Alıntıları

Kader senin ne umduğunu pek umursamaz.
Eğer içinde yaşadığın dünyadan hoşlanmıyorsan, ondan kaçmamalısın; onu değiştirmeye çalışmalısın.
Her şeyden korkmaya şartlanınca, en sonunda hiçbir şeyden korkmaz oluyordunuz.
Çaresizliğim öylesine isterik bir hal almıştı ki bir kez daha kendimi rezil edersem, yine korkakça davranırsam, hayatımın geri kalanında eziklikten asla kurtulamayacaktım.
Hüzünlü olmayı neden sevdiğimi artık biliyorum. Mutlu olmak çok fazla çaba gerektiriyor.
Bilmek acı çekmektir; en çok bilenin yası da en derindir. Bilgi ağacı, hayat ağacı değildir.
Söz konusu kadınlarsa, dürüstlük en iyi politika değildir.
“Önemli olan düşüncelerdir, objeler değil” veya “insanların afyonu olan şey alışveriştir; din değil.”
İçinde bastırılamaz bir ağlama isteği yükseldi. Ağlamanın iyileştirici etkisinin farkındaydı ve kendisini gözyaşlarına bırakmaya hazırdı; ama gözleri direniyordu. Artık ağlayamadığı gerçeğini kabul edemeyince, gözyaşlarını akıtacak bir ilaç var mıdır, diye düşündü.
Biz insanlar, karmaşık yaratıklarız.
Ne hissettiğini bilmediğin sürece, ne düşündüğünü bilmenin imkansız olduğu konusunda kafa yordu. Belki de tam tersiydi. Emin olabildiği tek şey kafasının karışıklığıydı.
Gerçeğin iç karartıcı olması, yok sayılması gerektiğini göstermez.
Araştırmalar rehabilite olan kokain bağımlılarının yüzde 35’inin hayatlarının geri kalanına kokain olmadan devam edebildiğini gösterse de, istatistiklerin insanlara sahte umutlar vermekten başka bir işe yaramadığını biliyordu.
Beyninin ışığını kullanarak, içerideki arızaları ve olasılıkları görmeye çalışıyordu; tıpkı bir denizci gibi ıssız adanın sahiline vurmuş gemi enkazının arasında işe yarar bir şeyler var mı diye araştırıyordu.
Onun numarasını çevirirken, insanları ruhsal durumunu değiştirmek için kullandığını düşündü; insanları ilaç olarak kullanıyordu.
Gerçekle yüzleşmek ne kadar zor olursa olsun, başka tarafa bakmayı da beceremiyordu.
Ona kalırsa kızlarıyla arasındaki mesafenin sebebi, her ikisinin de en başta kendilerine yabancılaşmış olmalarıydı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Evlat edinilsin ya da kendi kanından olsun, hepsini severdi; fakat bu sevginin fark gözetmediğini iddia edemezdi. Çünkü ona göre kendi kanından olanla olmayana duyulan sevgi farklıydı.
Araba radyosuna kaydedilmiş bir istasyon gibiydi; ama yıllardır iyi çekmiyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mucizevi tedavi diye bir şey yoktur.
Karısına ve çocuklarına kati suretle bir parti daha istemediğini söylemişti; zira ona göre yaşlılığın kutlanacak bir yanı yoktu.
Yarım yüzyıllık evliliğin ardından halinden o kadar sıkılmıştı ki nihayet dans etmeyi öğrenmeye istekliydi.
Kuşun kendisinden uzun yaşayacağını düşünmek, bir zamanlar onu neşelendirirdi; artık çileden çıkarıyordu.
En kötüyü hayal ettiğinde, onun gerçekleşme olasılığını düşürürsün. gibi çocukça bir inanışa bel bağladığı için kendisiyle dalga geçti. Dünya’nın böyle işlemediğini yaşayarak öğrenmişti.
Eğer telefonu açsaydı ona bir şişe vermut ve yazıcı için yedek kartuş almasını hatırlatmak için aradığını söyleyecekti. Ama aslında ihtiyacı olan karısının sesini duymak ve inşa ettikleri bu kaleye mahkum edilen tek kişi olmadığını hissetmekti.
Masanın yeniden cilalanması gerekiyordu; çalışarak geçirilmiş bir hayatın izini çekmecelerden ve dosya dolaplarından silmek bile uzun zaman ve enerji alırdı.
Biliyor musun, savaş ve Naziler bana tek bir şey öğretti. Deli insanların, hasta orospu çocuklarının yaptıklarında mana aramak, sadece senin de delirmene yol açar.
Yalnızca işler yolunda gittiğinde endişelenirdi; çünkü bunun fazla uzun sürmeyeceğini bilirdi.
Artık uyuşturucuya ihtiyacı olmadığını düşündü. Sorun şuydu ki kendisini kandırıyor da olabilirdi zira bu konuda uzmandı.
Çocukların için elinden gelenin en iyisini yaptığını düşünmek istersin. Ama bilirsin ki gerçek bu değildir.
Bağımlılar yalancıdır.
Hayat hiçbir oyunun provası değildir.
Basıldıktan sonra karısına sadece Hapishaneye düşmediği sürece, kimse her akşam aynı şeyi yemek istemez dedi.
Gittikleri evlilik terapisti, karı koca fikir birliğine vardığı sürece evliliğin kuralı olmadığını söylüyordu.
Uyuşturucu Bağımlıları toplantısında, bağımlılığın seni zayıflattığını kabul etmenin iyileşmenin ilk adımı olduğunu dinlemişti.
Bir diyet kola daha içse, yeni bir kokain krizi geldiğinde kendisini kafeinle oyalayabilir mi merak ediyordu. Uyuşturucuyu bırakmanın, onun sağladığı alternatif, yapay dünyadan kaçmanın en zor kısmı, kendini uyuşturucunun ve onu paylaştığı insanların fiziksel varlığından soyutlamaktı; bu kokaini aniden bırakmanın fizyolojik etkilerinden daha ağırdı. Sevgilin seni bağrına bassın istediğinde, tek yapman gereken cebindeki bir gramlık toza ulaşmaktı; korkutucu olan, bu sapkın inancın sana verdiği güvenlik duygusu olmadan, hayatını yönlendirmeye çabalamaktı. Bu his de seni terk ederse, yerine ne koyabilirdin ki?
Daha beteri, köprüleri yaktığı için kendisini çevresindekilerden üstün görüyordu; halbuki köprüleri daha üzerinde dururken yakmıştı. Şüphe yok ki dünyaya ahlak dersi vermeye çalışan bir uyuşturucu bağımlısı, sıkıcıdır.
Yüzeysel insanlarla arkadaşlık kurarsan, sana yüzeysel davrandıklarında onları suçlayamazsın.
Evlilik kelepçedir.
Kader senin ne umduğunu pek umursamaz.
Papağanlar 60 yıl yaşayabilir; tutsak edildiklerinde bu süre daha da uzayabilir.
Babam mükemmel ve anlayışlı biri gibi görünmekte uzmandı.
Babamın gözlerine bakarken, yalan söyleyemezdim.
Kuşağımız niçin uyuşturucuya yöneliyor? Gerçeği dururken, neden hayatın kötü bir taklidiyle idare ediyorlar? Bu soruların cevabını bilmiyorum ama hayat en azından bana şu kadarını öğretti: Eğer içinde yaşadığın dünyadan hoşlanmıyorsan, ondan kaçmamalısın; onu değiştirmeye çalışmalısın.
Bir sahtekardan bile daha sahtekardım.
İnsanları memnun etmedeki uzmanlığımın yanı sıra, çok da iyi bir yalancıydım. Annemleri, her çocuk gibi, seviyordum. Fakat artık onların her dediğine inanmayacak kadar büyümüştüm. Kafamda çeşit çeşit soru işaretleri vardı; şüphelerim belirsizdi.
Bana göre tıpkı uyuşturucu kullanmak gibi tımarhaneye gönderilmek de gençken alınan riskler arasındaydı.
Beni temin ediyordu ki bir işin içine etmiş birinin yanında daha fazla kaldığınızda, içine ettiği iş her neyse, siz de tıpkı onun gibi bunun içine etmeye başlardınız.
Her şeyden korkmaya şartlanınca, en sonunda hiçbir şeyden korkmaz oluyordunuz.
Sırada ne vardı henüz bilmiyordum; ama ne fark ederdi ki? Sırada ne olursa olsun, onu istiyordum.
Çaresizliğim öylesine isterik bir hal almıştı ki bir kez daha kendimi rezil edersem, yine korkakça davranırsam, hayatımın geri kalanında eziklikten asla kurtulamayacaktım.
Günlerim cehennem gibi, gecelerim hararetliydi.
Akıntıya kürek çekmemem için bana hayatım boyunca sürecek liste yapma alışkanlığımı kazandırdı annem.
Bazen iyileşme, öngörülenden daha çok zaman alır.
Paranoyaklar, insanların haklarında kötü şeyler söylediğine inandıklarından kafayı yiyorlardı. Ama kitaplarda, insanların hakkınızda berbat şeyler düşündüğüne inandığınızda ve zamanla bu inanışınızda haklı olduğunuzu gördüğünüzde nasıl bir hastalığa yakalandığınızı bulamamıştım. Haklı olmanız bir şey değiştirmiyordu; eğer insanlara kafayı taktıysanız, hastasınız demekti.
Bana yapılabilecek en büyük işkenceyi bulmuştu; kaldıramayacağım tek şey yok farz edilmekti. Maratonlara katılarak edindiği disiplini beni tamamen yok farz etmek için kullanıyordu. Dünya’dan silinmişim gibi hissediyordum.
Sorun şuydu ki yetişkinleri memnun etmede, yaşıtlarımı memnun etmekten daha başarılıydım. Yalnız bir çocuktum; anne yarısı ablalarım artık bizimle aynı evde yaşamıyorlardı. Aslında hasretini çektiğim onların varlığı değildi; ben etrafımda güldürebileceğim birileri olsun istiyordum. Başkalarının ilgisini başka yöne çekmek, kendi ilgimi başka yöne çekmek için kullandığım yöntemdi. Yetişkinler zayıf yönlerimi fark etmiyorlardı. Ama yaşıtlarım bu yönlerin kokusunu bir kilometre öteden alıyorlardı. En fenası, hoşlanılmanın beni tatmin etmemesiydi; illa ki herkes tarafından sevilmeliydim.
Oysa babama evet derseniz, kendisini size yakın hissederdi. Başlangıçta bu size kendinizi özel ve güvende hissettirirdi. Örneğin sorunlarınız hakkında onunla konuşabilirdiniz. Ama ona bir kez sorunlarınızdan bahsettiğinizde bu artık sizin değil, onun sorunu olur, sizi çiğneyip geçerdi.
Balık tutmak benim ilgimi eylülde Aziz Luke’s Lisesi’ne gidecek olmaktan daha çok çekiyordu. Okul, okuldu işte Daha fazlası değil.
Onu mutlu edecek şeylere kafa yormayı bırakıp sadece mutlu olurdu.
Çünkü babam balık tutmaktan hoşlanıyordu ve en önemlisi de elinde bir oltayla dizine kadar suya battığında, babamın başka birine dönüşmesiydi. Karadayken, görünmez bir el kafasının içindeki yüksek voltaj şalterini indiriyormuş gibi öfkesi etrafa kıvılcımlar saçardı ve voltajın en yakınındakilere de geçtiğinin farkına bile varmazdı. Kırıcı, korkutucu ve kimi zaman zalim sözler sarf ederken, çevresindekileri nasıl etkilendiğini kavrayamazdı. On ya da on beş dakika geçince, beyni bu sözlerin büyük kısmının ağzından çıktığını unuturdu ve babam, çocuklarının ondan uzak durmasına anlam veremezdi.
Başlarda eğlenceliydi; ama cehennemde eğlenmeye benziyordu.
Kim bilebilir? Belki de babamın uyarıları, hatırlatmaları ve öğretici masalları binlerce kere hayatımızı kurtarmıştır. Babam bilgi birikimini bizi korumak için kullanıyordu. Fakat onun inancının ve benimkinin aksine, aslında her şeyi bilmiyordu.
Babamın bizi akla gelebilecek her şey için uyarmasının nedeni, bunlardan biri evde yoklarken başımıza gelirse suçluluk duygusu yaşamak istememesiydi.
Hayat bir restoransa, size sunduğu olası felaketler menüsünün uzun ve çeşitli olacağına şüphe yoktu.
Annemi hayal kırıklığına uğratmıştım; babamın gölgesi altına tamamen girmemek için elinde kalan son bahane bendim. Kendimi de hayal kırıklığına uğratmıştım ve buna rağmen mutluydum. Babamı memnun etmek ender yakalanan bir fırsattı ve fevkalede bir deneyimdi; tıpkı güneş tutulması gibi.
Eğer babamla aynı fikirde değilseniz, bunu bir saldırı olarak algılardı. Ve eğer ona saldırırsanız, kazansanız dahi kendinizi kaybetmiş hissettireceğini görürdünüz. Annemin görevlerinden biri de babamı bu ruh halinden çıkarmaktı.
Bana yanlış gelen tüm bu düşünceleri, kendimi iyi hissettirecek bir şeye dönüştürmek istiyordum.
İşte bu, hayat boyu sürecek olan, beni ağlama noktasına getiren şeylere gülmemi sağlayan kötü alışkanlığımın başladığı andı.
En garibi de şuydu ki dünyanın ürkütücü genişliğini sezdiğim anda, izlediğim insanlardan hiçbiri onlar hakkındaki düşüncelerimden haberdar değildi. Hayatta olduğumu bilmedikleri gibi, eğer ölürsem bundan da bi haber olacaklardı; bir gün gazetelerde ölüm ilanımı görene kadar
Kaldırımlar çirkin ve gelişigüzel, birer göç yolu gibiydi. Dünyada bu kadar farklı insan tipi bulunduğunu daha önce hiç bilmiyordum. Ama hepsine uzaktan, üstünkörü baktığımda insana benzemiyorlardı. Kimisi taksi durdurmaya çalışıyor, kimisi para ödüyor, başlarını eğmiş bazıları metroya yöneliyor; bir kısmı fişek gibi doğuya, bir kısmı batıya ilerliyor. Fakat hepsi stresli bir telaş içinde Birbirlerine itip kakışlarına bakınca, peşlerinde tam olarak ayırt edemedikleri ama kokusunu aldıkları yırtıcı bir hayvan var sanırdınız.
New York’a tam da işten çıkış saatinde vardık. Beşi beş geçiyordu ki bir anda insanlar küçük adımlarla ama koşarak kaçmaya, iş merkezlerinden ve gökdelenlerden dökülmeye başladılar; devasa bir tuzaktan fışkırmış gibi caddelere akıyorlardı.
Yedi yaş aklımla, hayatın aldatmacası karşısında ürkmüştüm.
Kısacası, New York güvende olmak için sığınılacak son yerdi.
Kaçmayı babama yakıştıramıyordum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir