İçeriğe geç

Farewell Kitap Alıntıları – İbrahim Naci

İbrahim Naci kitaplarından Farewell kitap alıntıları sizlerle…

Farewell Kitap Alıntıları

Naci! Sen ve emsalin ölmediniz, bir iki kazma darbesiyle oyulmuş bir çukura gömülmediniz. Siz büyük Türklüğün, Müslümanlığın sinesinde hürmet ve saygıyla yaşayacaksınız!
(Günlüğe bu notu yazan Yüzbaşı Bedri Efendi de şehit düştü)
Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim? Issız dağlarda şöyle birkaç kazma darbesiyle açılmış bir çukura atılarak, sonra başucuna bir kırık tahta veya ağaç, belki de hiçbir şey koyulmayarak ve hatta hayvanların ayağı altında ezilmeye mahkûm kalmak Nihayete kadar her şeyden, bütün sevdiklerinden uzak ve terk edilmiş kalmak..
Neferlerden bazılarına İstanbul’a dair havadis sordum. Yalnız denizaltı korkusundan Boğaz’da vapurların işlemediğini anladım. Hey koca devlet, sen birkaç tahta parçasının hükmü altında mı kalacaktın?
Ben ki, kalbimde senelerden beri vatanım, memleketim için büyük bir aşk beslemiş, fikrimde onun yükselmesi için senelerce neler düşünmüştüm. Kalbimi yokladım. Acaba bu aşk, bu sevgi sönmüş müydü? Hayır! Onu daha büyük bir muhabbet ile coşmuş bir halde buldum. Fakat bu korku neydi?
Anladım! Bu düşmanı görmeden, onunla boğuşmadan, memleket için, millet için didinmeden ölmekten korkuyordum.
Zavallı memleket ne kadar acizdi. İstanbul’un 6-7 saat mesafesindeki bir şehre günlük gazete gönderemiyorduk. Kendi denizlerimizde bile hâkim değildik. O mavi büyüleyici Boğaz suları ise hiçbir şefkat göstermiyordu.
Kendisi kim bilir nasil bir naz u niyaz içinde büyümüş, ne yüce bir anne-baba şefkati ve merhameti ile yetiştirilmiş bu vücutlar simdi nerede yatıyorlar.
Ve ben şimdi önümde ölülerle dolu geniş bir saha, arkamda artık bana görünmeyen bir hayal, bir rüya olan karanlık sahalardan başka bir şey görmüyorum.
21 Haziran 1915 / Pazartesi

Saat 7.00.
Geceden beri düşman taarruz ediyor. Şimdi gidiyoruz. Allah hayreylesin…

Saat 11.00.
Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor Şimdi birinci onbaşım yaralandı.

Allah’a ısmarladık.

[Saat] 11.15 İ. Naci

“Saat 12.00’de talimi paydos ettim. 3. Bölük çadırına gittim. 1. Tabur’dan Nail Efendi orada idi. Biraz konustuk. Rus donanması tarafından Zonguldak ve civarında 28 vapurun batırıldığını söyledi. Teessüf, teessüf! Ordudan başka her yerde büyük bir acz var. İşte vaktiyle çalışmamanın kötülüğü. Kötülüğü değil, vahim ve feci sonucu.”
Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim.
Bu manzara ne kadar lahuti idi. İşkodra şahikalarında yalnız düşmanla değil, belki açlık, susuzluk ve sefaletle harp eden askeri temsil eden bu sancak ne muhteşemdi, ne muazzamdı .
Vapur aynı vapurdu. Fakat o gidiş ile bu gidiş arasında öyle fark vardı ki … Talih sanki aynı yer ve vasıta ile benim üzerimden saadet ve felaketi mukayese ediyordu.
Zavallı memleket ne kadar acizdi. İstanbula 6-7 saat mesafedeki bir şehre günlük gazete gönderemiyorduk. Kendi denizlerimizde bile hakim değildik.O mavi büyüleyici Boğaz suları ise hiç bir şefkat göstermiyordu .
Gün geldi, yağmurlar ıslattı…Güneş kuruttu…Bazen bir pulluk çıkardı gün yüzüne…Tarlasını süren bir çiftçinin ayaklarında ezildi kemikleriniz. Yitik bedenlerinizin adı bile yoktu. Sadece “Mehmet” kaldı isminiz arşivlerde.
Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim fakat bu ne kadar merhametsiz
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Söyle ey kuş!
Sen neye feryad ediyorsun? Yoksa sen de şehit anaları gibi yavrucağını mı kaybettin? Senin de yavruna kıydılar mı?
Fakat yazık ki bu taarruz binlerce kadını yavrusuz ,binlerce kadını açbiilaç bırakmıştı. İşte koca Fransız, İngiliz Medeniyeti!
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Hakikaten bunlar ne sağlam istihkâmlar ne yıkılmaz kalelerdi.
İşte aylardan beri cehennem tufanları içinde çarpışan bu kahramanlar şimdi karşımda. Ne kadar sessiz ve fakat ne kadar vakur duruyorlardı.
Düşmanın tahribatı pek ehemmiyetizdir.
O güzel, serin Çanakkale şimdi bir harabe gibiydi. Düşman bir çok yerleri yakmış, yıkmış. Yıkılmayanlar da boş ve kapalı
Vapur, aynı vapurdu. Fakat o gidişle bu gidiş arasında öyle bir fark vardı ki
Öyle zannederim ki emir ve nizam altında yürümek vücudu pek yoruyordu
Onun kırk kişili geçtiği yere, biz kırkbinlerle giriyoruz.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Vazife ve gayretten bahsetti.
Seddülbahir’de müthiş muharebe olduğu anlaşılıyordu. Çünkü mütemadiyen toplar atılıyor, atılıyor, hiç kesilmiyordu.
Yandı yürek nar bulamadım,
Gönlüme göre yar bulamadım.
Ben siperde düşmanla karşı karşıya olmalıyım. Çünkü çarpışmak, boğuşmak istiyorum. Kan, ateş, ölüm görmek, düşmana da kan kusturmak istiyorum.
Cesaret ve adaletleriyle şan veren ecdadımızın haşmetiyle dolu bu topraklar daha dün Bulgarların uğursuz ve kirli ayaklarıyla ne kadar çiğnenmiş, kim bilir ne kadar ağlamıştı.
Ahiret İyi, neticede herkesin müracaat edeceği bir kapı idi. Fakat bizim için pek erken değil mi?..
Ey millet sen daha ne zamana kadar şehit verecek, şehitlerine ağlayan gözler göstereceksin?..
Gözlerimin ne olduğunu fark edemediği müthiş bir uçurumda çabalıyorum, kurtaran yok, feryad ediyorum. Bütün kulaklar tıkalı
Hayat, hayat Bir günde ne büyük değişimler gösteriyor. Biraz evvel mutluluğun zirvesine yükselmiş kimselerin biraz sonra talihsiz felaketlerin en alçak derecelerinde yüzdüğü görülür.
Aldığımız her bir nefesin, bu topraklar için birilerinin verdiği ‘son nefes’ sayesinde olduğu şuuruyla bir ömür geçirmemiz dileğiyle, Allahaısmarladık
Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor Şimdi birinci onbaşım yaralandı.
Allah’a ısmarladık.
Hayat, hayat Bir günde ne büyük değişimler gösteriyor. Biraz evvel mutluluğun zirvesine yükselmiş kimselerin biraz sonra talihsiz felaketlerin en alçak derecelerinde yüzdüğü görülür. Birkaç saat evvel şen ve mutlu olan bir vücut, birkaç saat sonra hazin ve feci bir ölüm içinde artık kainata, talihe, bütün sevdiklerine hissiz kalıyor.
Vadiye paralel giden yamaca çıktığımız zaman, solda yeni birkaç mezar nazar-ı dikkatimizi çekti. Bunların ekserisinin üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık tahtalar vardı.
. Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim.
Ümit, ümit! Sönmüş bir hayata bir başka canlılık bahşeden ümit. Sen ne mukaddes ve ne muazzezsin. Sende harap ve kırık kalplere yaşattıracak bir gıda veren öyle bir duygu var ki
Yanımda akşam namazı kılındı. Huşu içinde dinledim. Bu dindar seslerde öyle hoş bir ahenk vardı ki Hikmet-i ilahi, dinledikçe kalbime soğuk bir su serpiliyor gibi oluyor.
Hayırdır inşallah! Şimdi başımızın üstünde ”hik hik ” diye feryat ede ede bir kuş uçuyor.
Söyle ey kuş! Sen neye feryat ediyorsun? Yoksa sen de şehir anaları gibi yavrucağını mı kaybettin? Senin de yavruna kıydılar mı? Söyle ey zavallı dilsiz.
Ey millet sen daha ne zamana kadar şehit verecek, şehitlerine ağlayan gözler göstereceksin?
İşte artık biz de o sahaya, o kan ve ölüm kusan meydana koşuyorduk.
Hain, namert düşman Maydos’u(Eceabat) yakıp yıkmakla sanki harp açısından ne fayda kazanıyordu. Bu öyle bir acı veren bir taarruzdu ki, harp meydanında cesur, kahraman askerlerimizin ateşleri altında zayıf ve aciz kıvranırken, onlara bir şey yapamamaktan kaynaklanan kötü bir durumdu. Fakat yazık ki, bu taarruz binlerce kadını yavrusu, binlerce zavallıyı aç ve bi-ilaç bırakmıştı. İşte koca Fransız, İngiliz medeniyeti
Hele Maydos’ta (Eceabat)
Bu küçük ve şirin kasaba şimdi ne matemi bir manzara arz ediyordu. Binaların hemen hepsi düşman mermileri ile yıkılmıştı. Kasabada bizden ve Kilya’ya gelen birkaç askerden başka hiçbir şey yoktu.
İlerledikçe manzara fenalaşıyordu. Burada adeta uğursuz bir ölüm sessizliği vardı. Her yerde bir verem sarılığı vardı. Bütün bahçelerde otlar sararak ağaç yaprakları hazin bir solgunlukla yerlere düşmeye başlamışlardı. Ah, bu Rumeli, iki senden beri ne facialar görmüş, hala da neler görüyordu. Acaba bu zavallı İslam topraklarının kabahati ne idi?
Benim zayıf ve güçsüz vücudum, o ince ve kırılgan gönlüm bu ayrılığa ve ayrılık acılarına nasıl dayanıyordu?
Artık yolda yürüyorduk. Şarkıcıları çağırttım, birkaç milli şarkı söylettim. Sonra lakayt endişesiz ölüme doğru adım atan, bir daha dönmek ve dönmemek ihtimalini bile göz önünde bulundurmayarak, bir an evvel hedeflenen yere varmak için telaş eden kendimi bir yokladım. Kalbimde zerre kadar bile korkudan eser yoktu.
Bütün arkadaşlarım düşman karşısında dururken ben geride kalamazdım. Benim ince duygularım, hayal kırıklığına meyilli kalbim buna tahammül edemezdi. Ben siperde düşmanla karşı karşıya olmalıydım. Çünkü çarpışmak, boğuşmak istiyorum. Kan, ateş, ölüm görmek, düşmana da kan kusturmak istiyorum. Hem ben, kendimin ne olduğunu anlayayım, hem düşman
O güzel sevimli Çanakkale şimdi bir harabe gibiydi. Düşman birçok yerleri yakmış, yıkmış. Yıkılmayanlar da boş ve kapalı. Birkaç dükkan açıktı.
Ben ki, kalbimde senelerden beri vatanım, memleketim için büyük bir aşk beslemiş, fikrimde onun yükselmesi için senelerce neler düşünmüştüm. Kalbimi yokladım. Acaba bu aşk, bu sevgi sönmüş müydü? Hayır! Ona daha büyük bir muhabbet ile coşmuş bir halde buldum. Fakat bu korku neydi?
Anladım! Bu düşmanı görmeden onunla boğuşmadan memleket için, millet için didinmeden ölmekten korkuyordum.
Dünya garip! (İstanbul’da) ruhumuzu dinletmek, biraz hava almak için bindiğimiz bu vapur bizi şimdi nereye götürecekti? Kim bilir belki de bir daha geri dönmemek üzere beni, garip illerin kimsesizlikleri içine atacaktı.
Ah Çanakkale! Vatanın hürriyeti, din-i mübin-i İslam’ın izzeti uğruna toprağında binlerce şühedanın ebediyet uykusunda yattığı Çanakkale!
Ne canlar emanet ettik senin bağrına Yolu hasretle beklenen babalar, evlatlar, ağabeyler, kocalar
Koynunda, sadece şehit bedenlerini değil; aynı gayeye koşar adım giden binlerce vatan evladından her birinin ayrı ayrı hayat hikayelerini, sevdaların, hüzünlerini ve hayallerini de saklıyorsun
Savaşlar İnsanoğlunun var olduğu günden beri ölümleri, gözyaşlarını, yok olan hayalleri beraberinde getiren, tarihin kanla boyanmış sayfaları
Bu vatan toprağının üzerinde hür ve başı dik olmanın bedeli, şehit kanlarıydı Anaların gözyaşları, yetimlerin baba hasreti ve genç yaşında dul kalan kadınlarımızın ağıtlarıydı
Aldığımız her bir nefesin, bu topraklar için birilerinin verdiği ‘son nefes’ sayesinde olduğu şuuruyla bir ömür geçirmemiz dileğiyle, Allahaısmarladık
Ahiret . İyi, neticede herkesin müracaat edeceği bir kapı idi. Fakat bizim için pek erken değil mi?
21 Haziran 1915/ Pazartesi
Saat 11.00
Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor Şimdi birinci onbaşım yaralandı.
Allah’a ısmarladık.
Saat 11.15 İ. Naci
Ve dünkü düşüncelerin verdiği hüzünle defterimi açtım. Acı hatıralarımı kaydediyorum. Fakat bilmem bu satırları ailem okuyabilecek mi? Defterim oraya kadar gidecek mi?
Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim. Fakat bu ne kadar merhametsiz ve ne kadar feciydi.
Fakat korku bu İnsanda hiç de akıl bırakmıyormuş.
Bu defter kimin eline geçerse bir şehit hürmetine yukarıdaki adrese göndersin.
Bu Boğaz sularının üstünde güneşin buharlaştırdığı sular nur gibi parlıyor.
Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor.. . Şimdi birinci onbaşım yaralandı.
Allah’a ısmarladık.
Saat:11.15 İ. Naci
Issız dağlarda şöyle birkaç kazma darbesiyle açılmış bir çukura atılarak, sonra başucuna bir kırık tahta veya ağaç, belki de hiçbir şey koyulmayarak ve hatta hayvanların ayağı altında ezilmeye mahkum kalmak Nihayete kadar her şeyden, bütün sevdiklerinden uzak ve terk edilmiş kalmak
Fakat yazık ki, bu taarruz binlerce kadını yavrusuz, binlerce zavallıyı aç ve bi-ilaç bırakmıştı. İşte koca Fransız, İngiliz medeniyeti
Benim zayıf ve güçsüz vücudum, o ince ve kırılgan gönlüm bu ayrılığa ve ayrılık acılarına nasıl dayanıyordu?
Yandı yürek nar bulamadım,
Gönlüme göre yar bulamadım!
Dünya ne garip! İstanbul’da ruhumuzu dinletmek, biraz hava almak için bindiğimiz bu vapur bizi şimdi nereye götürecekti. Oh! Kim bilir belki de bir daha geri dönmemek üzere beni, garip illerin kimsesizlikleri içine atacaktı.
Hatıralarınızın adına ‘hurda’ dediler Hoyratça, yok edercesine taşıdılar kamyonlarla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir