Ferhan Şensoy kitaplarından Falınızda Rönesans Var kitap alıntıları sizlerle…
Falınızda Rönesans Var Kitap Alıntıları
Freud, Kafka, Marx kendilerine özgü biçimlerde söylediler bunu: özgürlük diye bir şey yok! Bu bir tuzak, bir aldatmaca, şarkılarda kulağa hoş gelen bir söz, güzel bir kafiye işte!
Bize sorulan sorulara “EVET” ya da “HAYIR” diyebilme seçkimizi özgürlük sanmamak gerek, hele hele bir de “HİÇ BİRİ” gibi üçüncü bir yanıt hakkımız varsa, kendimizi çok özgür sanma budalalığına düşebiliriz. Bu yalnızca soruları belirleyen tarafın yanıtı da belirlemek küstahlığını göstermemiş olmasıdır.
Her şey doğallığını yitirmiş durumda.
Kimse o basiret, bağlanıyor işte zaman zaman. Tıp henüz çaresini bulamadı. Bu işe şimdilik falcılar, büyücüler bakıyor. Bir falcı ya da büyücü kadar para kazanamayan doktor da buna hayıflanacağına, basiret bağlanmasının bilimsel tarafını çözmeye uğraşsın. Beyinde ne gibi durumlarda ne oluyor ki o sayın basiret bağlanıyor?
Çoğunluk, dünyayı kötü fikir ve eylemleriyle, hem plastik, hem nükleer, hem siyasal kirletirken; bir küçük azınlık, yalnız romanlarda görülebilecek muhteşem bir umutla ortalığı temizlemeye çalışmaktalar.
Sosyalist partilere oy verenler, ezilenler ya da işçi sınıfı değil, onların ezildiğini düşünen ve buna çok üzülen o kadar da çok ezilmemiş aydın kesimdir. Üstelik bu aydın dediğimiz tip, sosyalist bir partiye oy verirken o partinin iktidara gelemeyeceğinin bilincindedir, şık bir gol atar gibi, şık bir oy atmaktadır.
Birdenbire çok önemli işlerin peşinde koşarken, ileriye dönük ne çetrefil planlar yaparken, kara mizahçı Azrail, bir şaka gibi son veriyor, sizin bu çok gülünç koşuşturmanıza, bir fıkranın son cümlesi gibi. Cenaze menaze daha da gülünç.
Futbolun bileti, sinemanınkinden, tiyatronunkinden daha pahalı. İzleyici sayısı on binlerce. Stada girerken trink para ödüyorlar, kredi kartı, çek, senet gibi değersiz kâğıt alışverişi yok. O top o kaleye girdi, giriyor, girmedi lan derken, yani biz gözümüzle büyülenmeşçesine topu izlerken, ortada bok gibi para dönüyor.
Peki muntazam vergi ödeyen salaklara niçin en azından bir madalya verilmiyor? Bu konuyu gündeme getirmeli, peşine düşmeli, iş edinmeli ve “Herkes vergi kaçırırken, salak salak ödeyenlere madalya verilmesinin incelenmesi komisyonu” kurulana kadar, elimizden geleni ardımıza koymamalıyız.
Ne gelir elimizden demeyin, örneğin hepimiz, her gün öğlen tam saat 12.00’de, buzdolabımızın fişini bir dakika için çeksek, yer yerinden oynamaz mı? Oynar, ülke sarsılır, hükümet sallanır, tutuklananlar olur ve komisyonumuza kavuşuruz.
Ancak, bu bir dakika süresince fişi, sok çıkar yapmayın, buzdolabınızı bozabilirsiniz.
Yeni bir kuşak var, şu an liseyi tüketmekle, üniversite curcunasında sistem ne uygun görürse yöntemiyle bir meslek grubuna yönelmek üzere, dershanelere koşturuyorlar. Kimi salak mekânlarda toplanıp incir çekirdeğine eziyet muhabbetler ediyorlar. Ehliyetsiz ve çok hızlı araba kullanıyorlar. Birinci ve ikinci lig ayaktopu maçlarını sıkı sıkıya izliyorlar. Soma Linyit Spor’un averajını biliyorlar. O haftanın en tartışmalı penaltısını, günlerce ve dert edinerek uzun uzun tartışıyorlar. Kimi çok gürültülü müzikli barlarda buluşup, hiç bir şey konuşmadan, elde bira, birlikte dingildiyorlar. Çok bir şeyin hiç farkındalar.
Türk parasını dolara çevirir gibi, yeşil örtüyü beton örtüye çevirme telaşımızın sonu nereye varacak acaba?
Ya da alacaksınız bilinçaltınızı karşınıza, bak lan, diyeceksiniz, sen ben var olduğum için varsın ve öldüğüm an yoksun. Bunun bilincine ve ahına er, ikide bir aklıma olur olmaz şeyler getirip, başımı belaya sokma.
“İnsanoğlu yaratılışından beri gerçek ve sürekli sorununun karşısına dikilip kendisine şu soruyu soracak mı acaba: iktisadi baskılarla elimizden alınan özgürlüğümüzü nasıl kullanabiliriz?”
diyor Keynes, “Torunlarımız İçin İktisadi Görüşler” başlıklı yazısında.
Deniz kestanesinin sindirim sistemini bilmediğim için lisede ikmale kaldım. İkmal sınavında deniz kestanesinin sindirim sistemi sorulmadığı için geçtim, daha sonra da hayatım boyunca deniz kestanesinin sindirim sistemi konusuyla hiç ilgilenmedim. Hala bilmem, yuttuğunu nasıl sindirir o deniz kestanesi. Ayrıca sindirse n’olur, sindirmese saat kaç?
Divanı Hümayun mühimme defterlerinde yazmıyor ama, bana öyle geliyor ki, 450 yıl önce bir sabah. Kanuni Sultan Süieyman Topkapı Sarayı’ndan İstanbul’a bakıp, iç geçirerek:
“İstanbul’un boku çıktı vesselam”
Diye buyurmuştur, bunu bile, en azından düşünmüştür. Hiç bir şey yeni değil, köhne Bizans’ta.
Kitap okumak gibi kötü alışkanlıkları yok. Ancak bir kitaptan söz edildiğinde, her konuda olduğu gibi, bu durumda da ahkâm kesmekten, topa girer gibi söze girmekten, topa vurur gibi, sözün gelişine yanıt çakmaktan hoşlanıyorlar.
“Ben o kitabı gördüm!” gibi bir cümleyi sarfedebiliyorlar “Neyini gördün canım? Kitabın kapağını mı?”
Ellemeden yapılan pek bir iş yok aslında… Var mı acaba? Örneğin ağustos böceklerinin cırcırı hiç bir el becerisi gerektirmiyor. Islık çalınabilir el işe bulaştırılmadan fakat bu da belirli bir iş sayılmaz. Futbol oynanabilir, elin kullanılması penaltıya yol açacağından, kullanılmaması yeğ tutulur. Ancak rakip oyuncuyla birlikte kafaya çıkıldığında, onun hayalarını sıkabilmek için el gene devreye girmek zorundadır… Ayrıca dokuz metre on beş santim baraj kompozisyonunda da, üreme organlarımızı korumak için iki el birden gündeme gelir. Uyku sırasında ellere pek bir iş düşmüyor, ancak o sırada diğer organlarda belirli bir çalışma içinde değiller. Bütün organlar için genel bir tatil söz konusu. Uyku bir iş sayılamayacağı iş sayılamayacağı için, uyuma saatleri iş saatleri dışında bırakılmıştır.
Hiç bir şeyin hesabının sorulmadığı hukuksal bir cıvıklık dönemi yaşıyoruz
Atatürk’ün Cumhuriyet’i emanet ettiği bu blucinli ey türk gençliği, giderek kendine ve çevresine yabancılaşarak başına buyruk amaçsız bir yaşama biçimini kanıksayarak, herkese ve olaylara tepeden bakarak, bu ülkenin sorunlarıyla hiç ilgilenmeyerek insanın sinirini bozuyor.
İnsanoğlu, yaratılışından beri gerçek ve sürekli sorunun karşısına dikilip kendine şu soruyu soracak mı acaba: iktisadi baskılarla elimizden alınan özgürlüğümüzü nasıl kullanabiliriz?
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Bizde heves var, kalas alacak paramız yok!
Yalandan filozof gasteciler var. Her boku biliyorlar. Örnek vermek çok ayıp, çoğunluktalar. Alın bir gavur gastesini, bakın bakalım kaç tane köşe yazarı var. Bizim gastelerden birini alın bakın, kim köşe yazarı değil?
Dünyaya yeniden gelseydiniz gene böyle salak mı olurdunuz?
Bugün yaşadıklarımız eskiden de olmuştu, hep oluyor, yarın da olacak, biz de ders almayı sürdüreceğiz. Lan amma ders aldık biz bu hayattan ve hayatımızın bir dershanede geçmesi ne saçma!
Eczacılık fakültesini bitiren araba galerisi açıyor, iktisat fakültesini bitiren meyhaneci oluyor, İlahiyat okuyor kaymakam oluyor, hukuk fakültesinden çıkan bankacı oluyor, sanat tarihi okuyan milli piyango bayii açıyor, bilgisayar mühendisi bir otelin havuz müdürü oluyor, çok okullar okuyup hiç bir şey olamayan çok! Sanırım okul konusunda genel bir yanlışlık var.
Birden topluca susuyorlar ağustos böcekleri. Kalabalık bir orkestranın parçanın bir yerinde çok etkileyici bir biçimde topluca duruşları gibi. Bunu nasıl beceriyorlar lafonten açıdan çok aptal bu böcekler? Devlet Senfoni Orkestralarında bile zart diye nota osuran var, o muhteşem suskunlukta! Hepsi aynı- anda öldüler mi yani bu böcekler? Hayır, birdenbire gene topluca giriyorlar müziğe!
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Ne diyorlar bu ağustos böcekleri? Nedir bu
şamata? Derdini tam anlatamadan cırcır ederken çatlayıp öleni var.Belli ki bu bir feryat! Anlatmak istedikleri bir şey var besbelli. Sırf karıncayı gıcık etmek için çıkarılmaz ki bu ağaç dolusu ses!
Ne diyorlar bu ağustos böcekleri? Nedir bu şamata? Derdini tam anlatamadan cırcır ederken çatlayıp öleni var. Belli ki bu bir feryat! Anlatmak istedikleri bir şey var besbelli. Sırf karıncayı gıcık etmek için çıkarılmaz ki bu ağaç dolusu ses.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Eczacılık fakültesi bitiren araba galerisi açıyor, iktisat fakültesini bitiren meyhaneci oluyor,
İlahiyat bitiren kaymakam oluyor, hukuk fakültesinden çıkan bankada çalışıyor, sanat tarihi okuyan milli piyango dükkanı açıyor, bilgisayar mühendisi bir otelin havuz müdürü oluyor, çok okullar okuyup hiçbir şey olamayan çok! Sanırım okul konusunda bir yanlışlık var.
-Falınızda Rönesans Var, Ferhan Şensoy
,
Hiç bir şeyin hesabının sorulmadığı
hukuksal bir cıvıklık dönemi yaşıyoruz.
. ~
Birdenbire çok önemli işlerin peşinde koşarken, ileriye dönük ne çetrefil planlar yaparken, kara mizahçı Azrail, bir şaka gibi son veriyor, sizin bu çok gülünç koşturmanıza, bir fıkranın son cümlesi gibi
Adaletin pokerden farkı, savunma avukatının rest çekmemesi ve kağıdı hep yargıcın dağıtması.
Yükselen burcunuz, ne kadar alçak
Kimi buzdağı insanlar vardır, göründüğünden kat be
kat daha aptaldırlar. Bizim gözümüze görünen onun
aptallığının çok küçük, kayda değmezdir bölümüdür.
Onu yakından tanıdığınızda, aptallığının boyutunun el
yordamıyla ulaşamayacağınız derinliklere sarktığını fark
edersiniz. Ama bunu kavradığınızda onunla tanışmış ve
ayaküstü de olsa, belirli bir ilişkiye girmişsinizdir. Tıpkı
bir geminin, gecenin zifirinde bir buzdağına çarpınca
durumu fark etmesi gibi. Geri dönüşünüz yoktur, derin
aptallığıyla tip sizi esir almıştır.
İlk işim Bolu’da bazı dallamaların dağlara villa
yapmasına engel olmak olurdu.
“Niye villa yapıyorsunuz? Bolulu musunuz?”
“Hayır, hafta sonu Bizans’tan gelip şömine
yakacağız. Burada devamlı arsa alarak buranın arsa
fiyatlarını artıracağız, sonra bu arsaları başka
dallamalara satacağız. Buranın da boku çıkacak, biz
başka bir yerin içine sıçmaya gideceğiz!”
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Kullanmama tarafında oturmak çok kıyak. Eleştirilme
durumun yok. Sen kullananı devamlı eleştirebiliyorsun.
Bir şeyi kullanmayanın yönetmesi daha keyifli. İnsan
kendini daha genel müdür hissediyor.
Türkçe salaklıklar kendilerine gereksiz yan iş
kolları üretiyorlar. Emek ziyanlığı. O kanırtgan açacağın
üretimi için kim bilir kaç işçi çalışıyor? Üretim sırasında
iş kazası geçiren var. İşi salakça bulup iş hayatına genç
yaşta küsen çıraklar var. Büyüyünce pezevenk oluyorlar.
O salak şişe kapağı kendi kendine açılsa, bütün bunlar
olmayacak. Kimse durup dururken pezevenk olmaz.
“Eğer, bir ülkede hükümet, Deli Dumrul gibi, her dakika vergi çıkarıyor ve uyguluyorsa, ekonomik gelişme olamaz.”
“Bugün gerçek anlamda demokratikleşmiş uluslar demokrasiyi büyük kavgalar ve savaşlar sonunda elde ettikleri için, bunun değerini ve anlamını, bizden çok farklı olarak, çok iyi bilirler.”
“Nedense çok zengin aileler çocuklarını çok zengin ailelerin çocuklarıyla evlendirmeye özen gösteriyorlar. Servetler evlendirilip, iş büyütülüyor. Ne olacaksa o kadar para?”
“Başıma ne geldiyse, alnımın yazısıdır, zaten bunlar alnımıza biz doğmadan yani daha alnımız ortada değilken alnımızın ortasına arap majüskül harfleriyle yazılmıştır, diye dikiz atan bir pencereden bakıldığında, Diderot’nun kaderci Jak’ı sanki eli öpülesi bir evliya.”
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
“Ve büyük şef, siyah mersedesiyle köşeyi döndü!” deyivermiş. Her sabah siyah mersedesiyle Berlin’i dolaşan Hitler’den söz ettiğini anlayan izleyici alkışlamış. Gösteriden sonra, kulise çok madalyalı bir gestapo damlamış, şefin arabasının siyah bir mersedes olduğunun söylenmemesinin gerektiğini, Almanca ihtar etmiş.
“Emredersiniz!” demiş komik.
Devrisi gece, çok madalyalı gestapo gelmiş oturmuş salona. Komik çıkmış meydana, tam lafın orası gelince, şöyle demiş:
“Ve büyük şef, köşeyi döndü…
Sonra gülümseyerek çok madalyalı gestapoya bakmış ve şöyle sürdürmüş cümlesini:
“Arabası siyah bir mersedes değildi tabii!”
İzleyici gülme krizine, girip alkışlarken, gülmesini tutamayan çok madalyalı gestapo, ağzındaki birasını etrafa püskürterek “Cheise!” demiş. Kötü bir şey değil dediği, hassiktirin Almancası.
Her gelene tabanca, ruhsatı versek memleket mezbahaya dönerdi.” dedi komser bir sigara yakarak, sanki memleket mezbahaya dönmemiş gibi arkasına yaslanarak.
Birileri keriz olmadan öbürleri zengin olamıyor.
insan bir düşünceye katılmıyorsa bu konudaki karşı fikrini belirtirken, gerektiğinden fazla nezaket göstermek zorunda değil.
Kitap görücüye çıkmaz, alınır ve okunur.
senin bu kafirliğin, komünistliğin n’olucak, bela mısın nesin?
Gözle görülür, elle tutulur hale gelmiş dostluklar, aşklar, umutsuzluklar, intiharı düşünmeler, aldatmalar serpiştirilmişti masalara. Herkes uygun ağız içiyor. Dostluklar meyhanelerde perçinleniyor. İçmeden sevemiyoruz bir birimizi. Çok insancıl bir durum değil yani, ayık halimiz.
24 yaşında üniversite bitirip, sınıf arkadaşıyla evlenen var.
Bir toplum ne kadar ilerlemişse o kadar sanatsal ve estetik kaygısı olur.
Küfür ve argo bir dilin zenginliğidir. Bu zenginlik
şairler tarafından kullanılıyor ve aruza oturtuluyorsa bu
edebi bir değerdir.
Gerektiğinden fazla cami var.
İnsan ahmak yaratık, hemen dolduruşa gelip havaya giriyor.
Artık neredeyse her gün hektar hektar orman yanıyor. Eskiden bu kadar çok yanmıyordu, Eskilerde yanmayı mı bilmiyordu ormanlar?
Ancak bir kitaptan söz edildiğinde, her konuda olduğu gibi, bu durumda da ahkâm kesmekten, topa girer gibi söze girmekten, topa vurur gibi, sözün gelişine yanıt çakmaktan hoşlanıyorlar.
“Ben o kitabı gördüm!” gibi bir cümleyi sarfedebiliyorlar “Neyini gördün canım? Kitabın kapağını mı?”
Bayatımsı ekmek arasında donmuş döner kemirenle, beyaz örtüler üstünde beyaz şarapla dudak ıslatıp, bir operatör gibi elinde değişik aletlerle ıstakoz didikleyen, hangi aynı şeylerden konuşabilirler?
Hayatımda hiçbir şeyi bir yararı olacak diye yapmadım.
Bir milleti istediği biçimde yoğurabilecek güçlü bir silah oluverdi televizyon.
Can Yücel mi bozuyor dilimizi, çok şiirsel küfürler ederek? Ferhan Şensoy çok mu terbiyesiz? Ne Can Baba icad etti sövgüyü, ne fakir. Üstelik bizden önce, Şair Eşref var, Sümbülzade Vehbi var…
Her şeye gülmek gerek. Bu birinci derecede yaşamsal bir olgu.
Türk parasını dolara çevirir gibi, yeşil örtüyü beton örtüye çevirme telaşımızın sonu nereye varacak acaba?
çok okullar okuyup hiç bir şey olamayan çok!
Dünyaya yeniden gelseydiniz gene böyle salak mı olurdunuz?
insan gülen hayvan madem, bu özelliğimizi öne çıkarmalıyız. it gibi somurtmanın alemi yok.
Birileri keriz olmadan öbürleri zengin olamıyor.
Bugüne dek yaşadığınız gibi sürdürmeyi düşünüyorsanız yaşantınızı, sizin için gelecek zaman yok demektir.
Biz, hepimiz, enayi gibi ödediğimiz vergilerle, bu komisyonları yaşatıyoruz.
Tolstoy sekiz yaşındayken uçmaya takmış kafayı, bu yüzden ikinci kat penceresinden atmış kendini boşluğa, uçamamış, çakılmış yere, ölememiş, alçıya alınmış. İyi ki ölmemiş, yoksa dünya edebiyatı böyle bir çılgından yoksun kalacaktı.
Dünyanın okuma oranı en düşük ülkelerinden biriyiz. En çok satan kitap kaç satıyor? En çok satan kitabı bu ülkede kaç kişi okuyor sanıyorsunuz? Kitap satın alan herkes o kitabı okuyor mu bakalım?
Aslında her kitabı okumamak lazım.
Kitap okumak gibi kötü alışkanlıkları yok.
Türkiye’de solun, sosyalizmin ve hatta hümanizmin başına gelen bütün felaketler, bu düşünceleri savunan kesim içindeki kot kafalardan gelmiştir Sadece dinle sınırlı değildir ki yobazlık. Eceli gelen komünist gidip Berlin duvarına işiyor.
Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk, istese çok yakışıklı bir padişah olabilecekken ; bize dev bir kıyak yapıp demokrasiyi armağan etmiştir.
Çoğunluk dünyayı kötü fikir ve eylemleriyle, hem plastik, hem nükleer, hem siyasal kirletirken ; bir küçük azınlık, yalnız romanlarda görülebilecek muhteşem bir umutla ortalığı temizlemeye çalışmaktalar.