İçeriğe geç

Fahr-i Alem Habib-i Hüda Hz. Muhammed Mustafa Kitap Alıntıları – Osman Nuri Topbaş

Osman Nuri Topbaş kitaplarından Fahr-i Alem Habib-i Hüda Hz. Muhammed Mustafa kitap alıntıları sizlerle…

Fahr-i Alem Habib-i Hüda Hz. Muhammed Mustafa Kitap Alıntıları

Karıncayı emirsiz, arıları beysiz bırakmayan Ezeli kudret sahibi olan Allah(cc) elbette insanları da kitapsız ve Peygambersiz bırakmaz. Çünkü âlemin nizamının sırrı ancak böyle bilinir.
“Âyinedir bu âlem , her şey Hak ile kaim , Mir’at-ı Muhammed’den , Allah görünür daim.”

Aziz Mahmud Hüdayi

Halbuki kulların Hak katındaki kıymeti, ne zenginlikle ne de soylulukladır; ancak takvâ iledir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir defasında şöyle buyurmuştur: İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasip olmamışsa bunun tek sebebi de, Efendimiz’e tam olarak uyma hususunda bir kusur ve noksanı olduğu içindir.
Gönüllerin Nazargâh-ı İlahî olduğu her zaman hatırda tutulmalı, elinden geldiğince gönül kazanmaya çalışmalıdır.
Cihan bağında ey âşık budur makbûl-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!
Din, her şeyden önce bir muhabbet işidir
“Allâh’ım! Yaratılışımı güzel kıldın, ahlâkımı da güzelleştir”

Hz. Muhammedﷺ

Kurân, nasıl ki “kelâm”da tecellî eden ilâhî bir mûcize ise, Rasûlullah ﷺ Efendimiz de
“insan”da
tecellî eden eşsiz bir sanat hârikasıdır
“Müminlerin îman bakımından en mükemmeli, ahlâkı en iyi olanıdır.
Sizin en hayırlılarınız da, kadınlara karşı en hayırlı olanlarınızdır”
(Tirmizi, Radâ 11/1162)
Zîrâ tevekkül ve teslîmiyet gösterilecek tek mercî yalnızca Cenâb-ı Hak idi.
Bu cihan akıl sahipleri için seyr-i bedai, ahmaklar içinse yemek ile şehvetten ibarettir
İnsanların küçük gördüğü şeyler de aslında mühim birer kul hakkıdır .
Benim dünya ile alakam ne kadar ki?Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen ,sonra da orayı terk edip bir yolcu gibiyim ..
Gerçek mü’ minde şu iki haslet asla bulunmaz:Cimrilik ve kötü ahlak!
Bu din(yani İslam ),Zat’ım için seçip razı olduğum bir dindir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlak yakışır .Müslüman olarak yaşadığımız müddetçe ,onu bu iki hasletle yüceltiniz.
Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Siz en faziletli ibadetten gafil kalıyorsunuz ;o da tevazudur!
Cuma günü salât-ü selâm ile meşgûl olmak, çok fazîletli bir ibâdettir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kişinin salavât ile meşgûl olması, ihtiyaç ve arzularını karşılamaya kâfîdir.
İnsâna bir şeyin azı veya tamamı nasip olmamışsa bunun tek sebebi de, Efendimiz’e (sav) tam olarak uyma husûsunda bir kusûr ve noksanı olduğu içindir.
Peygamberler sadece vahyi teblîğ etmek için değil, aynı zamanda ona uygun bir hayât tarzı ortaya koymak, her hâdise karşısında örnek bir şahsiyet sergilemek ve fiilî bir kıstas olmak üzere gönderilmişlerdir.
Kadını sadece bir zevk vâsıtası olarak görmek, onu nefsânî arzu ve heveslerin metâı olarak telâkkî etmek ve onun sadece cismânî özelliğiyle alâkadar olmak, büyük bir sefâlettir. Allâh’ın kadına verdiği yüksek husûsiyetlere karşı körlüktür. Günümüzde kadının, tüketim dünyâsında deşifre edilip bir reklâm aracı olarak istismar edilmesi, onun haysiyeti itibârıyla ne kadar acı ve onur kırıcı bir durumdur.

Oysa kadın, toplumun gerçek mîmârı olarak yetiştirilmelidir. O, fatihler büyüten bir semâvî kucak olmalıdır. Bizleri bir müddet karnında, sonra kollarında, ölünceye kadar da kalplerinde taşıyan böyle gerçek annelere sevgi ve saygı husûsunda onlara denk olacak başka bir varlık yaratılmamıştır. Kendisini âilesine hasreden vefâkar anne; engin bir sevgiye, büyük bir saygıya, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Kadın ve erkek, ilk yaratıldığı ândan itibâren birbirini tamamlayan iki engin âlemdir.
İslâm’ın gâyesi, suçlu kimseleri kaybetmek değil, kazanmaktır. Onları ıslah ederek fazîlet sahibi mü’minler hâline getirmektir.
Bugün, haberleşme ve ulaşım vâsıtalarının terakkîsi neticesinde bütün dünyâ birbirine komşu olmuş durumdadır. O hâlde dünyânın neresinde bir ihtiyaç zuhûr etse imkânımız nispetinde onunla meşgul olmamız îcâp eder.
Resûlullâh (sav) Efendimiz, yüksek hayâ, edep ve nezâketi sebebiyle kimsenin hatâsını yüzüne vurmazdı.
(Cenâb-ı Hakk’ın), kendisine şâh damarından daha yakın olduğunu bilen bir kişi, Allâh’ın râzı olmayacağı bir iş yapamaz.
Cömert insân, Allâh’a, cennete ve insânlara yakın; cehennem ateşine uzaktır.
O’nun (sav) nazarında hakîki servet, kulun Allâh (cc) rızâsı istikâmetinde sarf edebildiklerinden ibâretti.
Peygamber Efendimiz (sav), insânları affetmekle kalmıyor, ümmetine de şu tavsiyede bulunuyordu:

Özür dileyerek yanına bir kardeşi gelen kimse, ister haklı ister haksız olsun, onu kabûl etsin! Aksi hâlde Cennet’te Kevser Havuzu’nun başında, benim yanıma gelemez. (Hakîm, IV, 170/7258)

Allâh’a ve âhiret gününe imânın en mühim semeresi, merhamettir. Merhametten de infâk, hizmet, cömertlik, affedicilik gibi güzel hasletler zuhûr eder.
İnsânı yücelten ve hakîkate en fazla yaklaştıran şey tevâzûdur.
Allâh’a (cc) yaklaşma ve rızâ-yı ilâhîye mazhar olabilme yolu, O’na (sav) olan muhabbet ve bağlılıktan geçer.
Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin.
Hayat şartları sizinkinden daha iyi olanlara değil de, daha aşağıda olanlara bakınız! Zira bu, Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.
Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bulunmaz:Cimrilik ve kötü ahlâk!..
Cömert insan, Allâh’a, cennete ve insanlara yakın; cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, cennete ve insanlara uzak; cehennem ateşine yakındır!
Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur.
Siz yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!
Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldın, ahlâkımı da güzelleştir!
Rabbin Sana mutlaka verecek sen de râzı olacaksın!
Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz bir beşerdir, lâkin diğer insanlar gibi değildir. Taşlar arasında yakut ne ise Allah Rasûlü de öyledir.
O’nun ahlâkı Kur’ân idi.
İslâm’a göre cihâd, zulmü bertaraf ederek insanları huzûra kavuşturmak ve hidâyetlere vesîle olabilmek için yapılır. Yoksa kılıç, toprağı kanla sulamak, güç gösterisinde bulunmak ve mal-mülk kazanmak için kullanılmaz.

Asıl fetih, kalplerin fethidir. Yürekleri Allâh’a taşıyan fetihlerdir. Bu fetihleri de ancak, gönülleri Allah aşkıyla dolu, güzel ahlâk sahibi, fazîlet ehli insanlar yapabilirler. Sadece kılıca ve kaba kuvvete dayanan savaşlar, yıkımlar, işgâller ise, insanlığın yüz karasıdır.

“Kıyâmet günü, mü’min kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62)
“Dünyaya karşı zâhid ol, Allah seni sevsin; insanların elindeki şeylere karşı zâhid ol, insanlar seni sevsin!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 1)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetine şu tavsiyelerde bulunurdu:

“Hayat şartları sizinkinden iyi olanlara değil de, daha aşağıda olanlara bakınız! Zira bu, Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

Hazret-i Âişe’nin anlattığına göre, Ensâr’dan kendisini ziyârete gelen bir kadın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yatağının katlanmış bir şilteden ibâret olduğunu görünce, koşarak evine gitti ve içi yün dolu bir yatak getirdi. Ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yatağının değiştirilmiş olduğunu görünce, bundan hoşlanmadığını ifâde ederek:

“–Ey Âişe! O yatağı geri ver! Allâh’a yemin ederim ki, şâyet isteseydim Allah altın ve gümüşten dağları benimle yürütür, emrime verirdi ” buyurdu.

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlâllah! Sizin için bir döşek edinsek!” dediler. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:

“–Benim dünya ile alâkam ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden bir yolcu gibiyim.” buyurdular.

Peygamber Efendimiz’e mânen en yakın olanlar da yine takvâ sâhibi mü’minlerdir. Muâz bin Cebel şöyle anlatır:

“Rasûlullah beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidime ve kabrime uğrarsın!” buyurdu. Bu sözleri duyunca, O azîz dosttan, yani Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Efendimiz:

“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurdu.

Cenâb-ı Hakk’ı devamlı zikrederek O’nun her an kendisiyle beraber, hattâ kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilen bir kişi, Allâh’ın râzı olmayacağı bir iş yapamaz. İşte bu idrâk ve şuurun zirvesinde de Peygamber Efendimiz vardı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâimâ cömertliği metheder, cimriliği zemmeder ve şöyle buyururlardı:

“Cömert insan, Allâh’a, cennete ve insanlara yakın; cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, cennete ve insanlara uzak; cehennem ateşine yakındır!” (Tirmizî, Birr, 40/1961)

“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bulunmaz: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962)

O’nun nazarında hakîkî servet, kulun Allah rızâsı istikâmetinde sarf edebildiklerinden ibâretti. Nitekim bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âilesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyundan geriye ne kaldığını sordu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Hakîkatte bir kürek kemiği hâriç, hepsi duruyor!” buyurdu.

Ashâbının gönül dokusunu bu güzel ahlâk ile nakış nakış işleyen Rasûlullah (s.a.v.) bir gün:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir? diye sordular. Oradaki sahabîler:
–Ebu Damdam kimdir? diye sordular.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup İdi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvud, Edeb, 36/4887)

Ne ibretlidir ki Ebû Damdam, kendisi aleyhine yapılacak dedikodu, gıybet, hakaret gibi hazmedilmesi çok zor hatâları bile peşinen affettiğini Allâh’a arz ediyordu. Bunu da Cenâb-ı Hakk’a duyduğu nihâyetsiz muhabbet sebebiyle yapıyordu. Zira Allâh’ın kullarının, kendisi yüzünden hesap gününde zor duruma düşmesini istemiyor. Günahkâr bile olsalar, Allâh’ın kullarını rahatlatmanın Yüce Rabb’imizi hoşnud edeceğini düşünüyordu.

Peygamber Efendimiz, insanları affetmekle kalmıyor, ümmetine de şu tavsiyede bulunuyordu:

“ Özür dileyerek yanına bir kardeşi gelen kimse, ister haklı ister haksız olsun, onu kabûl etsin! Aksi hâlde Cennet’te Kevser Havuzu’nun başında benim yanıma gelemez.

Ebû Süfyan’ın hanımı Hind, Vahşî isimli köleyi kiralayarak Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd ettirmişti. Bununla da kalmayıp Şehîdlerin Efendisiʼnin âzâlarını kestirmiş, karnını yardırıp ciğerini çıkarttırdıktan sonra onu hırsla dişlemişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcasının bu perişan hâlini görünce çok üzülmüş, ciğeri dağlanmıştı. Ancak bu fecaati işleten Hind, huzûruna gelip af dilediğinde onu bile affetmekte zorlanmadı:

Hind, bey’at etmek isteyen diğer kadınlarla birlikte Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine gelmişti. Tanınmamak için yüzünü peçelemiş, kılık-kıyâfetini değiştirmişti. Öldürülmekten korkuyor, Peygamber Efendimiz’den uzak duruyordu. Diğer kadınlar konuşmayınca Hind:

“–Yâ Rasûlâllah! Allâh’a hamd olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Muhakkak ki, Senʼin rahmetin bana da dokunacaktır! Ey Muhammed! Ben şimdi Allâh’a inanmış ve O’nu tasdik etmiş bir kadınım!” dedi. Sonra yüzündeki peçeyi açıp:

“–Ben Hind bint-i Utbe’yim! Allah geçmiş günahları affeder. Sen beni bağışla ki, Allah da Senʼi bağışlasın!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tebessüm etti, Hind’i yanına çağırdı ve:

“–Demek sen, Hind bint-i Utbe’sin?!” buyurdu. Hind:

“–Evet!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Merhabâ, hoş geldin!” buyurdu. Hind:

“–Vallâhi yâ Rasûlâllah! Dün, yeryüzünde Senʼin hâne halkın ve taraftarların kadar zillete ve hakârete uğramasını istediğim başka bir kimse yoktu! Bugün sabaha çıktığımda ise, Senʼin hâne halkın ve taraftarların kadar izzet ve şerefe nâil olmasını istediğim başka biri yok!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Senin bu hâlin daha da artacak, îmânın kuvvetlenecek, Allah ve Rasûlü’ne muhabbetin daha da ziyâdeleşecektir!” buyurdu.

Gün geldi, bu fecaati bizzat işleyen Vahşî de Efendimiz’in huzuruna çıkarak af diledi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Fakat:

“–Bana görünmemeye dikkat edebilir misin? (Seni görünce acım tazeleniyor.)” buyurdu.

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, düşmanına bile merhametle bakabilen bir ruh asâletine sahipti.

Bedir Gazvesi’nde ordular karşı karşıya gelmiş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, savaş yapmadan anlaşmak için müşriklere elçiler göndererek son îkazlarını yapmaktaydı. Bu esnâda Hakîm bin Hizâm’ın da aralarında bulunduğu bâzı müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Gelip içtiler. Daha sonra ise Hakîm hâriç bu müşriklerin hepsi, kılıç çektikleri İslâm ordusu tarafından öldürüldü. Hakîm ise ileride hidâyetle şereflenecekti.

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allah Rasûlü:

“-(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir. (Hâkim, IV, 185/7310)

Allah’a ve âhiret gününe îmânın en mühim semeresi, merhamettir. Merhametten de infak, hizmet, cömertlik, affedicilik gibi güzel hasletler zuhûr eder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v), yüksek bir koltuk veya taht üzerinde değil, ashâbının arasında otururdu. Bu sebeple, bir yabancı geldiğinde, hangisinin Efendimiz olduğunu sormadan bilemezdi.
Yine o gün Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna bir kişi gelmişti. Adamcağız, Allah Rasûlü’nün maddî ve mânevî heybetinden dehşete kapılıp titremeye başladı. Onun bu hâlini gören Rasûlullah (s.a.v) gayet yumuşak ve tatlı bir lisanla:

“–Sâkin ol, sıkılma! Ben bir hükümdar değilim. Ben Kureyş kabîlesinden, kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!” buyurdu.

Ebû Kursâfe (r.a.) Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sûret ve sîret güzelliklerinden bir kısmını şöyle nakleder:

“Ben, annem ve teyzem, Resûlullah Efendimiz’in huzûruna, bey’at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:

«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nûr saçılıyordu.»”

Yahudî âlimlerinden Abdullah bin Selâm, Allah Rasûlü Medîne’ye hicret edince merakla yanına varmış, mübârek sîmâlarına bakınca da hemen müslüman olmuştu. Bunun sebebini de şöyle îzâh etmişti: “Allah Rasûlü’nün mübârek yüzünü görür görmez anladım ki O’nun yüzü, yalancı yüzü olamaz!”
İnsanlar Sen’in sırtına bastı, gül yanağını kanattı, dişlerini kırdı, lâkin Sen yine de ümmetin için ısrarla hayır istiyor ve şu niyâzda bulunuyordun:

«Allah’ım! Sen kavmimi mağfiret buyur! Zira onlar bilmiyorlar!»

Allah katında o kadar ulvî bir makâma sâhipsin ki, Cenâb-ı Hak sana itâati yüce zâtına itaât sayarak:

«Rasûl’e itaât eden Allah’a itaât etmiş olur» (Nisâ, 80) buyurdu.

Rasûlullah (s.av.) Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve seçtiği en yüce insan ve bütün insanlığa gönderdiği son peygamberdir.
Meselâ hidâyetinden evvel Habeşli Vahşî, canavar ruhlu bir vahşet adamıydı. Fakat hidâyetle şereflenip Peygamber Efendimizʼin mânevî terbiyesine teslim olduktan sonra, gözü yaşlı, yufka yürekli, derin düşünceli bir sahâbî oldu. Onun gibi daha niceleri de hidâyetlerinden evvel pek çok kötü sıfatın pençesinde, mânen ölü hâldeydiler. Fakat onlar da aynı hidâyet menbaının âb-ı hayâtını yudumlamak sûretiyle, ebedî bir diriliğe kavuştular.
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir