İçeriğe geç

Evrim Teorisi Felsefe Ve Tanrı Kitap Alıntıları – Caner Taslaman

Caner Taslaman kitaplarından Evrim Teorisi Felsefe Ve Tanrı kitap alıntıları sizlerle…

Evrim Teorisi Felsefe Ve Tanrı Kitap Alıntıları

Her bilimsel çalışma bir toplumda yapılır.. Bu yüzden sosyolojik ortamdan bağımsız bir bilimsel çalışma olamaz. Bilimsel çalışma yapılırken belirlenen ilkelerde de toplumun rolü vardır. Çalışmaların kabul edilip toplumsallaşmasında ise toplumun değerleri ve menfaatleri ile toplumu yönlendiren siyaset gibi kurumların etkisi vardır. Tüm bu unsurlar objektif bilgiye ulaşmak arzusunda olan bilimin önünde ciddi engellerdir. Objektif bilgi; menfaatlere, mevcut siyasete, kültüre veya peşinen kabul edilmiş ilkelere aykırı olabilir. Toplumdan soyutlanmış bilgi olamayacağı için, elde edilen bilginin objektifliğini belirlemekte birçok defa önemli zorluklar olmaktadır. Çünkü bu bilgiyi değerlendiren biz de toplumun bir parçası olduğumuzdan dolayı kabul edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle kuşatılmış bulunmaktayız.
Nasıl oluyor da öyle bir evrendeyiz ki mikroskobu üretmemiz ve optik yasaları sayesinde hücre organellerini keşfetmemiz mümkün oluyor?
Kalbimizin atışına sözümüz geçmez ama yıldızlara ulaşır zihnimiz. Sonsuza kondurulmuş nokta kadar âciz ama noktalığımızda sonsuzu konuşacak kadar donanımlıyız.
Eğer bilim ve felsefe objektif uğraşlar olacaksa, bilimin bize sunduğu verileri ve felsefi argümanları değerlendirirken, neden natüralizm gibi doğa-dışının varlığını baştan reddeden bir metodu veya felsefeyi benimseyelim? Ortaçağda olduğu gibi Peşinen Allah’ın varlığını kabul edip bilimsel araştırmalarınızı yapın demenin yanlış olduğu anlaşılınca Peşinen Allah yokmuş gibi bilimsel araştırmalarınızı yapın ve sonuçları ona göre değerlendirin demek mi gerekiyor? Neden, Allah’ın varlığını veya yokluğunu peşinen kabul etmeden, bilimsel verilerin bizi götüreceği yere kendimizi bırakmıyoruz? Bilimin ve felsefenin amacı doğruyu bulmaksa, neden bunların neyi söyleyip söyleyemeyeceğini baştan belirleyerek bu alanları sınırlıyoruz?
Sonuçta bu metinlerde kınanan Firavun gibi kişiler de insan ile aynı soydandır fakat bu hususu kimse insanın onuruna ve olması gerekli ahlaki yapısına zıt bulmamıştır. İnsanın diğer memelilerle veya balıklarla akraba olduğuna dair bir iddia, insanların Firavun’la akraba olduğu gerçeğinden daha kötü değildir.
Newtoncu yaklaşımda bilim insanı kâşiftir, orda bulunmayı bekleyen yasaları bulur, gösterir. Hawkingci yaklaşımda ise bilim insanı mucide daha yakındır, yasalar keşfedilecek bir nesne gibi beklemez; onlar, zihnin ürünleridir. Benim gibi düşünenlerin yaklaşımına göre ise bilim insanı, kâşif olsa da keşfedilen nesnenin sırlarına tam vâkıf olmamızda önemli güçlükler vardır. bizim durumumuz, bir araziyi sadece uçaktan çıplak gözle görüp yere inemeyen birine veya bir fili sadece dokunarak algılayıp da göremeyen bir köre veya bir bestenin notalarını okuyup da müziğini dinleyemeyen sağıra benzetilebilir.
Empedokles (M.Ö 492-432) canlıların orijini ile ilgili çok uçuk bir teori ortaya atmıştır: Ona göre önce vücudun bazı parçaları ortaya çıkmıştır; gövdesiz baş veya gözsüz kafa gibi. Mükemmel form bulunana kadar bu böyle devam etmiş ve ucubeler yok olmuştur.
İnsanın diğer memelilerle veya balıklarla akraba olduğuna dair bir iddia, insanların Firavun’la akraba olduğu gerçeğinden daha kötü değildir.
Kant’a göre insan, evrenin gayesel sebebidir. İnsan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır. Evrenin gayesi olarak alınan insanın ayırt edici özelliği ise ahlaklı olmasıdır. Kant’ın gayeci yaklaşımında nihai gaye ahlaktır. Ona göre ‘ahlaki delil’, teorik olarak Tanrı’yı ispatlamaz ama ‘pratik neden’ açısından bu inanç mutlaka gereklidir.
Newton, evrensel düzenin Tanrı tarafından yaratılıp günümüze dek muhafaza edildiğini söyledi, gezegenlerin yörüngelerini Tanrı’nın tasarımının bir delili olarak sundu, canlıların yaratılışının ve dış âlemdeki ışığa karşı canlılara gözün verilmesinin tesadüf eseri olamayacağını savundu.
‘Kopernik’in evren görüşüyle-din çatışması’ ve ‘Darwin’in Evrim Teorisi’yle-din çatışması’ gösterilir. Bu kitapların ‘din’den kastının temelde Katolik Kilisesi olduğu ve bunun tarihsel olarak inkâr edilemeyeceği gözükmektedir. Fakat bu ‘din’ sözcüğüyle diğer dinleri kastetmek hatalı olacağı gibi, bütün Hıristiyanları da bu çatışmanın tarafı görmek hatalı olacaktır; çünkü Kopernik, Kepler, Galile gibi dinin karşı cephesi olarak konumlandırılan kişilerin hepsi inançlı Hıristiyanlardı.
Roger Bacon (1214-1293) ; o, matematiği temele alan, fakat soyut akıl yürütmenin yanı sıra gözlemden ve deneyden de yararlanan birleşik bir bilimin olması gerektiğini savundu. Bu metodoloji modern bilimlerin gelişmesini sağlayan metodolojidir. Roger Bacon, bu metodolojinin, modern bilimin geliştiği Batı medeniyetine yerleşmesinde öncülük eden önemli isimlerden birisidir. O, etkisinde olduğu İslam düşünürlerine benzer şekilde, bu dünyadaki şeyleri bilirsek dini daha iyi anlayacağımızı savunuyordu. Matematiği ve gözlemi daha dindar olmanın bir aracı olarak görüyordu.
Müslüman bilim insanları teistik bir varlık anlayışını, deney ve gözleme önem veren bir bilgi teorisini ve bilim anlayışını, farklı medeniyetlerin bilimsel mirasından faydalanmayı gerekli gören bir zihniyeti, evreni ve canlıları tanıma faaliyetlerini ibadet kabul eden bir iman anlayışıyla birleştirdiler. Tüm bunları kendi bünyelerinde sentezleyen İslam düşüncesi, Batı medeniyetine önemli bir miras aktardı ve bu miras Batı’nın bundan sonraki felsefî ve bilimsel macerasında etkili oldu.
Müslümanlar, ilmin gerçek sahibi olarak Allah’ı gördükleri için; yabancı toplumlardan bilgi almada, bu toplumlardan çeviriler yapmakta bir sakınca görmediler. Hint, Fars, Mezopotamya bölgesindeki birikimden ve de özellikle Yunan mirasından yararlanıldı. Önceki insanların bilim ve düşünceye katkılarını kendi eserleri sayarak, faydalı olanı almayı, faydasız olana itibar etmemeyi prensip edindiler.
Ünlü bilim tarihçisi Sarton, 8. yüzyılın ikinci yarısından 12. yüzyıla kadarki kronolojiyi her yarım yüzyıla bu dönemlere damgasını vurmuş Müslüman bilim insanlarının adını vererek düzenlemekte ve topyekün bu dönemi ‘altın çağ’ olarak nitelemektedir.
Aristoteles’in varlığı meydana getiren nedenleri tarifi konumuz açısından önemlidir. O, varlığı meydana getiren nedenleri dört başlıkta inceler:
1. Maddî neden
2. Fail neden
3. Formel neden
4. Gayeci (Teleolojik) neden
Aristoteles’e göre bilim insanının görevi bu dört nedenin hepsi üzerine bilgi edinmektir.
Aristoteles’in meşhur mermer heykel örneğini ele alalım. Her şeyden önce mermerin varlığına gerek vardır. Bu maddî nedendir. Heykeli yapmak için çekiç ve keskiyle yontma işlemine ihtiyaç duyulur. Bu ise fail nedendir. Fakat yine, heykelin bir şekil alması, bir at, insan veya benzeri bir şekil kazanması gerekir, gelişigüzel yontulmuş mermer heykel değildir. Bu da formel nedendir. Heykelin varoluşunun genel nedeni, heykeltıraşın amacının gerçekleşmesidir. Aristoteles buna gayesel neden yani bütün şeyin nihai nedeni der.
Evrenin bir kaostan oluştuğu (Platon’un düşüncesi) düşüncesinden, kompleks canlıların daha basit canlılardan oluştuğu düşüncesine kadar her türlü ‘evrim’ fikri Aristoteles’in düşüncesine tersti.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Aristoteles, açıkça biyolojik çalışmalarını değerlendirirken, gözlemin teoriye göre önceliğini ve teorinin ancak gözlemlerle uyumlu olma durumunda geçerli olduğunu ileri sürer.
Heidegger, Nietzche’nin kendi felsefesini Platonculuğa karşı bir felsefe olarak gördüğünü ve Tanrı öldü sözüyle Platoncu metafiziğin ölümünü kastettiğini söyler.Görülüyor ki Batı felsefesinde Platon birçok fikrin kaynağı olarak kabul edilmektedir
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Harvey, Galile’nin Ölçülebileneni ölçmek, ölçülemeyeni ölçülür kılmak. prensibini, biyolojiye ciddi şekilde ilk uygulayan kişi, olarak gösterilir.
Evrim Teorisi’nden etik alanına geçmeye çalışmanın ağır
bedelleri olmuştur. Buna verilen en çarpıcı örnek, bu teorinin en önemli simalarından Haeckel aracılığıyla Evrim Teorisi’nin Almanya’da öğretilmesi ve bu teoriden çıkarılan ahlaksal sonuçların Hitler’i etkilemesidir.
Bilimin farklı, felsefenin farklı, dinlerin farklı hakikatleri olamayacağını ve bu alanların arasına kalın duvarlar örülemeyecegini düşünenlerdenim
Matematik, Tanrı’nın evreni yazdığı dildir.
~Galileo
Her şeyin kendine has gelişim süreci vardır ;
Her biri birbirinden farklı yanlarını muhafaza etmelidir ,
Bu , Doğa’nın geri döndürülemez kanunudur .
“Evrendeki oluşumları sırf insana hizmet gayesi ile sınırlamak Tanrısal hikmeti sınırlamak değil midir?”
Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamala bertaraf edileceklerdir diyordu. Ingilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini düşündükleri için güven tazeliyorlardı ve tabi ki bu durum teorinin ilk ortaya konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur.
Evrim Teorisi; 19. yüzyılda, esas itibariyle İngiltere’deki felsefi, bilimsel, teolojik, politik, sosyolojik ortamdaki paradigmadan etkilenerek ortaya konmuştur.
Darwinizm’de önceden oluşan varyasyon, çevrenin elemesine yakalanır veya yakalanmaz, ama çevreye uymak için canlı kendi kendini farklılaştırmaz.
(Darwin’e göre zürafaların boyunları yüksekteki yiyecekleri yiyebilmek için uzamadı. Zaten boynu uzun olan zürafa türü vardı ve avantajlı oldukları için onlar hayatta kaldı.)
Lamarck’ın Evrim Teorisi’nin günümüzde algılanan şekliyle Evrim Teorisi’nden önemli farklarından biri onun bütün türler için ortak bir atayı savunmamış olmasıdır.
Birçok kitapta bilim-din çatışmasının en önemli iki örneği olarak Kopernik ve Galile’nin evren görüşüyle din çatışması gösterilir. Bu kitapların dinden kastının temelde Katolik Kilisesi olduğu ve bunun tarihsel olarak inkar edilemeyeceği gözükmektedir. Fakat bu ‘din’ sözcüğüyle diğer dinleri kastetmek hatali olacağı gibi bütün Hıristiyanları da bu çatışmanın tarafı görmek hatalı olacaktır çünkü Kopernik-Kepler-Galile gibi ‘ dinin karşı cephesi’ olarak konumlandırılan kişilerin hepsi inançlı Hıristiyanlardı.
Böylece ortaçağ Hıristiyan dünyasına Thomas Aquinas’ın şahsında en iyi temsil edilen sistem(paradigma) hakim oldu. Aquinas’ın canlıları belirli, değişmez bir sayıda gören yaklaşımının canlılar dünyasına yönelik evrimsel bir teorinin oluşumunu uzun yıllar engellediği düşünülmüştür. Bu paradigma çok açıklayıcı gözüküyordu fakat her türlü bilgi elde edilmiş ve iş bitirilmiş havasında sunulduğu için bilimsel bilginin gelişiminin önünü tıkamıştı.
Einstein için evrenin anlaşılır olması Allah ‘ın kendini açığa vurma şekliydi.
Bilimin ve felsefenin objektif bir uğraş olduğuna inanılıyorsa, olması gereken tavır, baştan evrenden Allah ‘a yükselmeyi yasaklamak yerine, mevcut olguların gerçekten de Allah’ın varlığını gösterip göstermediğine objektif bir şekilde yaklaşmak olmalıdır.
Batı ‘dan transfer edilen bilim ve eğitim sisteminin paradigması bir paket halinde dünyanın her yerine ulaşmış, bu paket teknolojik geriliklerinin yıkım ve komplekslerini yaşayan ülkelerce, analitik bir değerlendirmeye tabi tutulmadan benimsenmiştir.
Kant ‘a göre insan, evrenin gayesi sebebidir. İnsan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır. Evrenin gayesi olarak alınan insanın ayırt edici özelliği ise ahlaklı olmasıdır.
Arı peteğinin düzgün yapıda olması için dörtgenlerin açısı 72 derece 32 dakika olmalıdır.

Bu yapıda ince bir kusur olsa örneğin 69 veya 72 derece olsa mükemmel olmayan bu açıyı yapan arının doğal seleksiyon ile elendiğini söylemek mantıklı bir sebep olmaz.

Naturalistler göz gibi karmaşık yapıların evrimini daha basit göz yapılarına indirgeyerek ve zamanı sonsuz derecede uzatarak çözmeye çalışarak gözlerin 40-60 defa ayrı şekilde evrimleşmiş olması gerektiğini söylüyorlar.

Kompleks sistemlerden birisi olan sonar sistemi yarasa dışında yunuslarda da vardır. Evrim teorisi için bu kadar alakasız iki memelide bulunan kompleks yapıyı ortak atadan açıklamak oldukça zordur.

Doğal seleksiyon daha iyi olanın yaşayabileceğini söyler, bu yüzden kendine yetern kompleks, rekabet edebilen sistemleri öngörür. Bir molekül için doğal seleksiyon mekanizması geçerli olmaz.
Göründüğü gibi doğal seleksiyon aslında var olan türlerin nasıl ürediğini açıklamak yerine çevreye uyumsuz ucube varlıkların neden gözlemlenemediğini açıklamakta başarılı bir teoridir.
Darwinin türlerin kökeni kitabı ”Yaratıcının meydana getirdiği bir yada bir kaç canlı formundan diğerlerinin evrimleşmiş olduğunu öngören bir hayat görüşünce yücelik olduğu ” ifadesiyle biter.

Darwin sanıldığı gibi ateist değildir. Yazılarında bazen deist bazen agnostik olduğunu söylemiştir.

Galile, Matematik Tanrı’nın, evreni yazdığı dildir.
Sarton, 8. yüzyılın ikinci yarısından 12. yüzyıla kadarki kronolojiyi, her yarım yüzyıla bu dönemlere damgasını vurmuş Müslüman bilim insanlarının adını vererek düzenlemekte ve topyekün bu dönemi altın çağ olarak nitelendirmektedir.
Paley, eserinin başında, yerde bulduğu bir saatin nasıl orda olduğunu düşündüğü zaman ayağına çarpan bir taş için düşündüğünden daha farklı sonuçlara varacağını söyler. Saatin değişik parçaları bir amaç için konmuştur, bu parçalar düzenli bir hareketi gerçekleştirerek zamanı göstermektedir. Bu parçalar değişik bir şekilde bir araya gelseler, ne saatin içindeki hareket gerçekleşir ne de saat bir işe yarar.
Harvey, Galile’nin Ölçülebileneni ölçmek, ölçülemeyeni ölçülür kılmak. prensibini, biyolojiye ciddi şekilde ilk uygulayan kişi, olarak gösterilir.
Batı dünyası İslam medeniyeti üzerinden tanıştığı Aristoteles’in felsefesini ve bilimini Katolikleştirdikten sonra adeta resmi görüş olarak kabul etti. Aristoteles’in dünyayı evrenin merkezi kabul eden görüşü ve diğer birçok fikri Katolik Kilisesi’ni cezbetti ve ciddi bir tahlil yapılmadan birçok görüşü içselleştirdi.
Meşhur bir hikayeye göre bu dönemde atların kaç dişi olduğunu merak edenler atların ağzını açıp dişlerini sayacaklarına Aristoteles’in kitaplarına başvuruyorlardı. Böylece ortaçağ Hıristiyan dünyasına, Katolik Kilisesi ile Aristoteles sentezi olan ve Thomas Aquinas’ın çalışmalarında en iyi şekilde temsil edilen sistem hakim oldu.
Heidegger, Nietzsche’nin kendi felsefesini Platonculuğa karşı bir felsefe olarak gördüğünü ve Nietzsche’nin Tanrı öldü. sözüyle Platoncu metafiziğin ölümünü kasteder.

**Görülüyor ki Batı felsefesinde Platon birçok fikrin kaynağı olarak kabul edilmektedir ve sırf Platon’un karşıt fikri veya panzehiri olmak iddiası bile bir biyolojik yaklaşıma (Darwin örneği) veya felsefi yaklaşıma (Nietzsche örneği) önemli bir konum kazandırabilmektedir.

Demokritos evrenin işleyişini, mekanik bir şekilde atomların hareketleriyle açıklar. Aristoteles ise Demokritus’u gayeci (teleolojik) yaklaşımı tamamen dışlayıp evreni doğal bir zorunlulukla açıkladığı için eleştirmiştir.

Gayeciliğin kabul edilip edilmemesi ve mekanizm-gayecilik tartışması, Evrim Teorisi ile ilgili tartışmalarda önemli bir yere sahiptir. Böylece Aristoteles’in Demokritusçu yaklaşımla Atomcu kuram bağlamında yaptığı tartışma, 2000 yıldan daha uzun bir zaman diliminden sonra, tarihin yeni oyuncuları tarafından yepyeni bir içerik merkezinde tekrarlanmıştır.

Douglas Medin’in yürüttüğü geniş çaplı bir araştırma, insan zihninin taksonomi ile düşündüğünü göstermektedir. Bu araştırma Amerika’nın şehirleşmiş bireylerinden Mayaların yağmur ormanlarındaki bireylerine dek geniş ve farklı bir kitleye uygulanmıştır. Buna göre tüm farklı kültürlerdeki insanların zihni, insanların dışındaki canlıları belli özler temelinde türlere bölüp taksonomi yapmaktadır. Bu deneyden varılan sonuç, taksonomi yapmanın, insan zihninin gözlemlerinden bağımsız, apriori bir özelliği olduğudur.
Hegel’in etkisi Schelling’inkinden çok daha büyük ouştur. Hegel’in felsefesinde de evrim çok merkezi bir role sahipti fakat artık burada doğanın evrimi değil, insanlık tarihinin evrimi merkeziydi. Bu evrimi gerçekleştiren; Hegel’in kimi zaman Mutlak, kimi zaman Tin (Geist), kimi zaman akıl dediği Tanrı’dır. Hegel’de varlık ile mantıksal olan ve Tanrısal doğa ile insansal doğa aynıdır; bu yüzden Hegel’in bilgi teorisinde Tin bilinç ile bilinebilir.
Görülüyor ki Hegel, insan aklını, subjektif bir yargılayıcı olarak değil, objektif gerçekliğin bir kavrayıcısı olarak görmektedir. O, Kant’ın gerçekliğin bilinemeyeceği, yalnızca fenomenin bilinebileceği düşüncesine karşı çıkar. Kategoriler, Kant’ın sandıği gibi sadece varlık üzerine düşünmeye değil, aynı zamanda varlığı kavramaya yararlar; çünkü varlık ile özdeştirler. Düşünce kalıbına giren formlar Tanrısal yaratmanın aşamalarıdır. Tanrısal yaratma evrimsel bir süreç içinde ortaya çıkar. Hegel’in felsefesinde Tanrı evrene içkin olup, tarihin evrimsel sürecinde kendini gerçekleştirir. Hegel’de Schelling’de olduğu gibi evrene içkin gaye fikri vardır.
Rastgele atılan bir zarın altı gelme olasılığı çok düşüktür ama zarları bilinçli bir şekilde altı olarak koyabilen biri için düşük olasılıklar bağlayıcı değildir.
Aslında Evrim Teorisi’ne en tarafsız gözle bakma imkanına sahip olanlar teistlerdir. Çünkü teist ontoloji, Evrim Teoisi’ni hem kabul edecek hem de reddedecek imkanı içinde barındırır.
Buna karşın Yeni-Darwinizm’in kurucularından olan Theodosius Dobzhansky, Evrim Teorisi ile dinlerin çatışmadığını ve kendisinin hem yaratılışçı, hem de evrimci olduğunu söyledi.
Huxley, Darwin’in yavaş ve sürekli bir evrimi öngören yaklaşımına karşı, canlıların evrimleşmesinde sıçramalar olabileceğini savunarak Darwin’den ayrılmıştır.
Lamarck, canlılara içkin olan ve onları kompleksliğe götüren bir eğilim olduğunu ve bunun, Yaratıcı’nın canlılara bahşettiği bir unsur olduğunu söyledi.
İnsan biyolojisini Tanrı’nın planının bir sonucu gören dinler açısından biyolojik yapının dinlerle uyumlu olması aleyhten ziyade lehte bir unsur olarak değerlendirilmelidir.
Newton’un yazdığı bir kitabı, günümüzde, bir fizik öğretmeni ders kitabı olarak yazmış olsaydı bu kitabın ders kitabı olması yasaklanırdı. Hatta Darwin’in en meşhur eseri olan Türlerin Kökeni’ni, bugün bir biyoloji öğretmeni yazmış olsaydı herhalde bu kitaptaki Yaratıcı’ya atıflar çıkartılmadan bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı.
Kant, tasarım deliline itirazlarını ateizm adına değil, bilinemezci (agnostik) yaklaşım adına yapmıştır. Kant’ın bilinemezciliği saf aklın bilinemezciliğidir; Kant pratik aklın , saf akıl üzerinde otoritesini kabul ettiğinden dolayı bilinemezci kalmaz ve Tanrı’nın ve ahiretin varlığını kabul eder. Onun felsefesinde ahlak kuralları, hem teizmin kabul ettiği her şeye gücü yeten, iyilik sahibi Tanrı’yı hem de ahiretin varlığını gerektirir. Kant’a göre insan, evrenin gayesel sebebidir. İnsan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır. Evrenin gayesi olarak alınan insanın ayırt edici özelliği ise ahlaklı olmasıdır. Kant’ın gayeci yaklaşımında nihai gaye ahlaktır. Kant’ın ahlaki teolojisini (dinbilimini), gayeselliğin yetersizliklerini kapatan bir yaklaşım olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Kant, gayeci yaklaşımın (teleoloji) teolojiye bir giriş olmasına karşıdır ama gayecilik, ahlaki teolojiye yardımcı olursa durum değişir. Ona göre ahlaki delil , teorik olarak Tanrı’yı ispatlamaz ama pratik neden açısından bu inanç mutlaka gereklidir.
Kant, mekanik bir yaklaşımın canlıları açıklamada yetersiz olduğuna inandı ve biyolojide, parçaların bütünle ve birbirleriyle ilişkisinin gayeci kavramları kullanmayı gerektirdiğini söyledi. Kant, teizmin doğayı gayeci yaklaşımla açıklamasının bütün diğer açıklamalardan daha üstün olduğunu söyler fakat bunu objektif bir delil olarak görmez, sadece, subjektif düzenleyici bir idea olarak görür. Kant’a göre teizm, doğayı en iyi şekilde anlayacak çerçeveyi çizer; her ne kadar ona göre bu çerçeve ispat edilemese de.
Tanrı’yı kudreti mutlak olarak gören Leibniz, Tanrı’nın evrene her an müdahale etmediğini söylerken, kudreti mutlak bir Tanrı anlayışıyla kendisini çelişiyor olarak görmemiştir. Tam tersine, Tanrı’nın baştan gerekli müdahalenin hepsini birden en mükemmel şekilde yapmasından dolayı bir daha müdahaleye gerek kalmadığını ifade etmiştir.
Leibniz (1646-1716), insan ve hayvan bedenindeki oluşumların aynı bir saatteki oluşumlar gibi mekanik olduğunu söylemiştir. O, H. More gibi dirimselcilere karşı tavır almıştır. Leibniz, düşünce sürecinin bile aritmetikleştirilebileceğini ve mekanizmle gerekli aritmetik sürecin açıklanabileceğini savunmasına karşın, Hobbes’un (1588-1679) bilinci ve ruhu bile materyalist bir mekanizme indirmeye kalkışına karşı çıkmıştır. O, Tanrı’nın her şeye gücünün yetmesine ilişkin dini inançla bilimin evreni mekanik bir tarzda açıklaması arasında bir çelişki olmadığını ifade etmiştir.
Descartes, sadece insanların madde dışında düşünen bir cevhere (ruha) sahip olduğunu düşündüğünden hayvanları makineler olarak gördü.
Descartes’in felsefesinde Tanrı (diğer varlıklarla kıyaslandığında) gerçek cevherdir, diğer bütün varlıklar Tanrı’nın sayesinde var olabilirler. Descartes, bu şekilde Tanrı ve diğer tüm varlıkları ayırdıktan sonra, insan zihnini ve maddeyi de 2 farklı cevher olarak ayırır. Düşünme insan zihninin, uzam ise maddenin en temel özelliğidir. Burada düşünen zihnin maddi bedenle nasıl iletişime geçtiği, maddi bedeni nasıl hareket ettirdiği sorusu ortaya çıkar.
Evrim Teorisi’nden etik alanına geçmeye çalışmanın ağır
bedelleri olmuştur. Buna verilen en çarpıcı örnek, bu teorinin en önemli simalarından Haeckel aracılığıyla Evrim Teorisi’nin Almanya’da öğretilmesi ve bu teoriden çıkarılan ahlaksal sonuçların Hitler’i etkilemesidir.
Tüm gücü elinde toplayan Tanrı’nın ‘ahlaki buyruğu’ kadar güçlü bir emir olamaz. Ne ebeveynin ne devletin ne de toplumun emirleri bu kadar güçlüdür; çünkü bir buyruğu güçlü yapan o buyruğu verenin gücüdür.
1. Dinlere göre insanlarla diğer canlılar arasında mutlak şekilde mahiyet farkı olması gerektiği iddiası doğru değildir.
2. Kutsal Metinler’den ruhun ayrı bir cevher olduğuna dair bir sonuç çıkarılıp çıkarılamayacağı tartışmalıdır.
3. İnsan ile hayvanlar arasındaki mahiyet ve derece farkıyla ilgili bir tartışma, dinler ve Evrim Teorisi arasında bir gerileme dönüştürülemez. Beklenenden çok farklı bir şekilde, dinlerin içinde insanın diğer canlılardan mahiyet farkı olmadığını savunanlar olduğu gibi; Evrim Teorisi’ni savunan ve ortaya koyan isimlerden, insanlarla hayvanlar arasında mahiyet farkı olduğunu savunanlar olmuştur.
28- Rabbin meleklere demişti ki: “Ben, kuru bir çamurdan,
şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım.”
29- “Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek kapanın.”
Kur’an-ı Kerim, Hicr Suresi, 15/28-29
1. Evrim Teorisi’ne inananların tümü, insanlarla hayvanlar arasında sadece derece farkı olduğunu söylemezler.
2. Teistlerin hepsi de insanlarla hayvanlar arasında mahiyet farkı olduğunu savunmazlar.
Aslında Evrim Teorisi’ne en tarafsız gözle bakma imkânına sahip olanlar teistlerdir. Çünkü teist ontoloji, Evrim Teorisi’ni hem kabul edecek hem reddedecek hem de bu teoriye karşı bilinemezci bir tavır içinde kalacak imkânı içinde barındırır. Oysa ateistlerin aynı objektif tavrı Evrim Teorisi’ne karşı göstermeleri kolay değildir. Çünkü materyalist-ateist ontoloji, birbirlerinden bağımsız ortaya çıkan canlı türlerini sadece maddî evren içinde kalarak açıklama konusunda Evrim Teorisi dışında bir alternatife sahip değildir.
eğer Tanrı’nın yarattığı bir evrim mümkün ise, o zaman “Tanrı vardır” ve “Evrim Teorisi doğrudur” önermeleri birbirlerinin değillemesi olamazlar. Evrim Teorisi’nin yanlışlanması, Tanrı’nın varlığını ispat ediyor olsa bile; bu, Tanrı’nın varlığı ispat edildiğinde Evrim Teorisi’nin reddedilebileceğini göstermez. Fakat “Tanrı vardır” önermesinin eğer değillemesi yapılabilirse, o zaman Evrim Teorisi anlayışı alternatifsiz kalmış olur.
‘Tanrı canlıları neden evrimle yaratmasın ki’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir