İçeriğe geç

Evrim Nedir? Kitap Alıntıları – Ernst Mayr

Ernst Mayr kitaplarından Evrim Nedir? kitap alıntıları sizlerle…

Evrim Nedir? Kitap Alıntıları

&“&”

Öncelikle, biyo-çeşitlilik hakkında hala çok eksik bir bilgiye sahibiz. Yaklaşık 2 milyon hayvan tanımlanmış olduğu halde, henüz tanımlanmamış tür sayısın 30 milyon civarında çıkacağı tahmin edilmektedir.
Bir cinsin tüm türlerinin ortak bir atası vardır ve bu durum bir ailenin tüm türleri veya hiyerarşideki herhangi daha üst bir kategorinin tüm türleri için de geçerlidir. Bir taksonun ( yani organizmalar grubunun) üyelerinin birbirlerine bu denli benzemesinin nedeni bu ortak atadır.
Belli organizmalar, birçok bakımdan birbirlerinden farklı olmalarına rağmen bir dizi ortak karakteristiği paylaşıyorlarsa, bunun sebebi aynı ortak atadan gelmeleridir. Benzerliklerinin sebebi bu ortak atadan aldıkları kalıtımsal özelliklerdir; bu farkları atalarının yolları ayrıldığından beri edinmişlerdir.
Mantarların daima bitkilerle ilgili olduğu düşünülmüş… Mantarların hücre çeperlerinin, bitkilerin hiçbir yerinde bulunmayıp, böceklerin sert kısımlarını meydana getiren bir madde olan kitinden oluştuğunu öğrenmek kuşkusuz şaşırtıcıydı. Moleküler analizler, sonunda mantarların temel kimyasının, Hayvanlar Alemi ile epeyce yakın ilişkide olduğunu ortaya koydu.
Aslında, kuyruksuz maymun benzeri Australopithecus aşamasından Homo aşamasına adım atmak, insanlaşma tarihinin en önemli olayıdır.
Hayatın bu görünümünde çeşitli güçleriyle birlikte başta bir ya da birkaç biçim olarak başlayan ve çok basit bir başlangıçtan en güzel ve en harika biçimlere evrilmiş ve evrilmekte olan bir ihtişam var."

C. Darwin

Bilgili insanlar artık insanın kökeninin primatlar, daha belirgin olarak, kuyruksuz maymunlar olduğunu sorgulamaz.
Dünyanın her yerindeki halkların kültürlerinde aşağı yukarı benzer yaratılış hikayeler bulunur. Bunlar, insanoğlunun, insan kültürünün oluşmasından beri bu dünya hakkında sordukları temel soruları cevaplama arzusundaki bir boşluğu doldurmuşlardır. Bu hikayelere hâlâ kültürümüzün bir parçası olarak değer veririz fakat dünya tarihi hakkındaki asıl doğruları öğrenmek istediğimizde de bilime başvururuz.
Hiçbir seçilim, memelilerin pigme sivri fareden veya yabanarısı yarasasından daha küçük olmasına ya da uçan kuşların belli bir ağırlığın üzerine çıkmasına izin vermez.
Eşeysel seçilim, foklar, geyikler, koyunlar ve diğer memeli türlerinde olduğu gibi bazı türler içinde erkeklerin kavgada rakiplerini yenmelerine yardımcı olan ve bu erkeklerin daha geniş bir harem edinmelerini sağlayan diğer erkeksi karekterleri de destekler. Bu tür özelliklerinden yararlanan erkekler, üreme başarılarını arttırmışlardır.
Belli bir genotipin oluşturabileceği fenotipik varyasyon aralığına reaksiyon normu adı verilir. Dolayısıyla fenotip, genotiple çevre arasındaki etkileşimin sonucudur. Bazı türlerin reaksiyon normu çok geniştir; fenotiplerini çevrenin geniş ölçüdeki değişikliklerine uyarlayabilirler ve fenotip esneklikleri yüksektir. Seçilimin hedefi genotip değil, fenotip olduğu için gen havuzunda büyük ölçüde genetik varyasyonun varlığına izin verir.
Fenotip organizmanın sadece yapısı ve fizyolojisini değil, davranış genlerinin tüm ürünlerini de içerir. Buna bir kuşun yaptığı yuva, örümceğin ağı, göçmen kuşların göç yolu da dahildir. Dawkins, organizmanın karakteristiklerinin bu yönüne genişletilmiş fenotip adını vermiştir.
Fenotip kelimesi, bir bireyin diğer bireylerden farklılık gösterebilen morfolojik, fizyolojik, biyokimyasal ve davranışsal özelliklerinin bütünüyle başlar, genotipin çevreyle etkileşimi nedeniyle yetişkinliğe kadar sürer. Aynı genotip farklı çevrede çok farklı fenotipler oluşturabilir. Kısmen suda yaşayan bir bitki, karada yaşarken sudakilerden tamamen farklı yapraklar geliştirebilir.
Hayvan, bitki ya da başka bir organizma türüne ait olan her birey, hayatının her dakikasında hayatta kalmak için mücadele eder; eğer potansiyel bir avsa, yırtıcılarla mücadele eder; yırtıcı bir hayvansa, av için diğer yırtıcılarla savaşır. Bir birey, hayatta kalmak için yaşam koşullarının tüm gerekliliklerini başarıyla yerine getirmek zorundadır.
Doğal seçilimin iki aşamalı yapısından ötürü evrim, hem rastlantının hem de zorunluğun sonucudur. Gerçekten de evrimde, özellikle genetik varyasyonun oluşumunda çok fazla rastlantı faktörü mevcuttur, oysa doğal seçilimin ikinci aşaması, ister elemisyonu olsun, şans içermeyen bir süreçtir. Mesela göz, Darwin karşıtlarının çoğunlukla iddia ettiği gibi şansın eseri değil, görme açısından en etkili yapıya sahip bireylerin nesiller boyu kayrılan hayatta kalışlarının sonucudur.
Mevcut koşullara en iyi uyarlanmışlığı sağlayan niteliklere sahip bireylerin yaşaması en muhtemel bireyler olduğu aşikardır.
Bir tür ortaya çıktığı yerde, yerel bir popülasyonla temsil edilir. Bireylerin eşit olmayan hayatta kalma ve üreme başarıları nedeniyle şansın ve doğal seçilimin eseri olarak her popülasyonda süregelen genetik bir dönüşüm mevcuttur.
Gen mutasyonları, hücre bölünmesi esnasında kopyalama hataları oluşmasından ileri gelir. Hücre bölünmesi ve gamet oluşumu esnasında DNA moleküllerinin kopyalanışı dikkat çekecek derecede doğru olsa bile raslantısal hatalar oluşabilir. Bir baz çiftinin yerini farklı bir diğerinin alması durumuna gen mutasyonu denir.
Eşeysel üreyen organizmalar normalde diploid’dir, yani kalıtım yoluyla biri babadan, diğeri anneden alınan iki kökendeş kromozom setleri bulunur.
Edinilmiş karakterin kalıtımı olmaz.
Edinilmiş karakterlerin kalıtımına ilişkin en çok örnek gösterilen durum, zürafanın uzun boynudur. Lamarck’a göre, her nesilde zürafanın beslenme amacıyla ulaşılabilir en üst dala uzanmaya çalışmasıyla boyunları uzamış ve bir sonraki nesil, bu uzamayı kalıtım yoluyla almıştır. Benzer şekilde, eğer mağara hayvanlarının gözlerinde olduğu gibi, bir yapı kullanılmıyorsa aşamalı olarak kaybolur.
Bireyler evrilir mi? Kesinlikle genetik anlamda değil. Elbette fenotipimiz hayatımız boyunca değişir ama genotipimiz doğumdan doğumdan ölüme temelde aynı kalır? O zaman canlı organizmanın evrilecek en alt düzeyi nedir? Popülasyondur. Ve popülasyon, evrimin en önemli alanı haline gelir. Evrim en iyi şekilde, her popülasyona ait bireylerin nesilden nesile genetik dönüşümü ile anlaşılır.
Cansız evrende de hemen hemen her şey evrilir, yani farklı yönler alan dizilimler içerisinde değişir. Peki, canlılar dünyasında evrilen nedir? Elbette türler ve Linne hiyerarşisindeki türlerin kombinasyonları, yani cinsler, aileler, takımlar ve canlı varlıkların tamamına ulaşan daha üst taksonlar ve canlı varlıkların hepsi evrilir.
Dünya’da şu an mevcut olan yaşamın tek bir kökenden türediği aşikardır. Bunu, en basiti dahil tüm organizmaların aynı genetik şifreye sahip olmasından ve mikrobik olanlar dahil tüm canlı hücrelerin birçok yönden benzer özellikler taşımasından anlıyoruz.
Astronomik ve jeofiziksel kanıtlar, Dünya’nın yaklaşık 4.6 milyar yıl önce oluştuğunu göstermektedir. İlk başta genç Dünya, yüksek ısıya ve radyasyona maruz kaldığı için yaşama uygun bir ortam değildi. Astronomlar, yaklaşık 3,8 milyar yıl önce yaşanabilir bir hale geldiğini ve yaşamın bu sıralarda başladığını tahmin etmektedirler.
Birçok organizmada tam olarak işlevsel olmayan ya da hiç işlevi olmamış yapılar vardır. İnsanların kör bağırsağının ucundaki apandis, buna bir örnektir. Keza Çubuklu balina embriyolarındaki dişler ve bir çok mağara hayvanındaki gözler de bu tür örneklerdir.
Fosil kayıt ortak köken için çok fazla kanıt sağlar. Örneğin orta tersiyer tabakalarında köpeklerle ayıların ortak atası olan fosiller bulabiliriz. Biraz daha önceki tabakalarda kedilerle, köpeklerin ortak arasını bulabiliriz. Aslında paleontologlar, tüm etoburların aynı ortak atasal tipten geldiğini göstermeyi başarmışlardır.
Üst Jura dönemine (145 milyon yıl öncesi) ait ilkel bir kuş olan Archaeopteryx fosilinin üzerinde hala dişleri, uzun kuyruğu ve sürüngen atalarının diğer karakteristikleri görülebilmektedir. Bununla birlikte diğer yönlerden örneğin, beyni, iri gözleri, tüyleri ve kanatları açısından yaşayan kuşlara benzemektedir. Büyük bir boşluğu dolduran fosillere kayıp halka denir. Archaeopteryx’in 1861’deki keşfi, özellikle memnun ediciydi çünkü anatomi uzmanları kuşların sürüngen ataların torunları olması gerektiği sonucuna varmışlardı.
Bir fosilin bulunduğu tabaka ne kadar eskiyse o fosil, yaşayan örneklerden o kadar farklı olacaktır. Darwin, önceki tabakaların fauna ve florası sonraki daha yeni tabakalarda bulunan torunlarına doğru kademeli olarak verilmişse, bu durumun beklenen bir şey olduğu sonucunu çıkarmıştı.
Evrimin gerçekleştiğine dair en inandırıcı kanıt, eski jeolojik tabakalarda soyu tükenmiş organizmaların keşfedilmiş olmasıdır. Geçmişte belli bir jeolojik dönemde yaşamış olan biyotanın bazı kalıntıları, o dönemde mevcut tabakaların içine fosil olarak gömülmüştür. Bir önceki tabaka, bir sonraki tabakada fosilleşmiş olan biyotanın atasını barındırır. En yeni tabakada bulunan fosiller, genellikle hala yaşanmakta olan türlere benzerler, hatta bazı durumlarda ayırt bile edilemezler.
Evrim, fiziksel veya işlevsel doğal olayların belgelendirilen ve delillerle ispat edilemeyen, tarihsel bir süreçtir. Bir bütün olarak evrim ve belirli evrimsel olayların açıklamaları, gözlemlerden çıkarsanmasıdır. Varılan bu tür sonuçlar hemen akabinde, yeni gözlemler karşısında tekrar tekrar test edilmelidir, ilk çıkarsama ya değiştirilir ya da tüm bu testler tarafından doğrulanmışsa kayda değer şekilde güçlendirilir. Bununla birlikte, evrimcilerin vardığı sonuçların çoğu şimdiye dek başarılı bir biçimde o denli çok sınanmıştır ki kesin oldukları kabul edilmiştir.
Bazen, evrimin düzen yaratarak fizikteki entropi kuralıyla çeliştiği iddia edilir. Bu kurala göre evrimsel değişim düzensizlik artış yaratmalıdır. Aslında bir çelişki yoktur, çünkü entropi kuralı sadece kapalı sistemler için geçerli ike, organizma türlerinin evrimi organizmaların çevre pahasına entropiyi düşürdükleri ve güneşin sürekli bir enerji girişi sağladığı açık bir sistemde gerçekleşir.
Evrim, organizma popülasyonlarının özelliklerinde zaman içinde meydana gelen değişimdir. Diğer bir deyişle, popülasyon evrimin birimidir. Genlerin, bireylerin ve türlerin de rolü olmakla birlikte organik evrimi niteleyen, popülasyonlardaki değişimdir.
Yeryüzündeki her şey sürekli değişim halinde gözükmektedir.Dünyanın dönüşü nedeniyle oluşan gece-gündüz döngüsü bu tür düzenli bir değişimdir. Ay’ın etrafında dönüşünü neden olduğu gelgitler esnasında deniz seviyesinde oluşan değişiklikler de bu türden değişikliklerdir. Daha büyük olanı ise dünyanın güneş etrafında bir yıl süren dönüşümün sebep olduğu mevsimsel değişikliklerdir. Tektonik levhaların hareketleri yıldan yıla değişen kışın şiddeti ya da düzensiz iklim değişikliklerinin (el nino-buzul çağı gibi) yanı sıra, belli bir ulusun ekonomisindeki refah dönemleri gibi diğer değişiklikler düzensizdir. Düzensiz değişikliler, çeşitli süreçlere rastgele tabi olduklarından kestirilemezler.
Evrim biyolojideki en önemli kavramdır. Biyolojide, evrimi göz önüne almadan layıkıyla cevaplanabilecek tek bir “Neden?” sorusu yoktur.
Ökaryatların başlangıcı muhtemelen, Dünya’daki yaşamın tarihindeki en önemli olayıydı. O sayede bitkiler, mantarlar ve hayvanlar gibi daha karmaşık organizmaların ortaya çıkması mümkün oldu.
En basit bakteri dahil, Dünya da şu an mevcut olan yaşamın tek bir kökenden türediği aşikardır. Bunu, en basiti dahil tüm organizmaların aynı genetik şifreye sahip olmasından ve mikrobik olanlar dahil tüm canlı hücrelerinin birçok yönden benzer özellikler taşımasından anlıyoruz.
Hayatın bu görünümünde çeşitli güçleriyle birlikte başta bir ya da birkaç biçim olarak başlayan ve çok basit bir başlangıçtan en güzel ve en harika biçimlere evrilmiş ve evrilmekte olan bir ihtişam var.
Sonsuz evrende bir yerde, gerçekten de insan zekasına paralel bir şey oluşmuş olsa bile onunla temas kurma ihtimalinin sıfır olduğu düşünülmelidir. Evet, nereden bakılırsa bakılsın, insan tek başınadır.
Aslında fosil kaydı, bir organizma tipinden farklı bir organizma tipine sıçrama olduğunu gösteren kesintili bir sürece işaret eder. Fosil taşıyan tabakaların sadece küçük bir bölümü, Dünya yüzeyine çıkmıştır. Fakat hiç fosilleşmemiş herhangi bir organizma da olabilir çünkü ölü hayvan ya da bitki, leşçiller tarafından yenmiş ya da bozunmuş olabilir. Neyse ki, ara sıra atalarıyla modern torunları arasındaki boşluğu dolduracak nadir bir fosil bulunur. Arkeopteriks…. (ilkel kuş, dinazor atadan)

Üzerinde hala dişleri, uzun kuyruğu ve sürüngen atalarının diğer karakteristikleri görülebilmektedir. Bununla birlikte diğer yönlerden, beyni, iri gözleri, tüyleri ve kanatları açısından yaşayan kuşlara benzemektedir. … anatomi uzmanları kuşların sürüngen ataların torunları olması gerektiği sonucuna varmışlardı. Arkeopteriks, onların bu tahminini teyit etmiştir."

Araştıran insan aklı sadece gerçekleri keşfetmekle tatmin olmaz. Olayların neden ve nasıl meydana geldiğini de bilmek isteriz.
Yeryüzündeki yaşamın ilk öncüleri, iki büyük (birkaç da küçük) problemi çözmek zorundaydılar: (1) enerji elde etmek ve (2) çoğalmak.
Almanya’da yirminci yüzyıla kadar, bireyoluş ve evrim aynı terimle, Entwicklung terimiyle anılmıştı. Kademeli evrimi anlatan bu kavrama transformasyonizm denir. Bu kavram bir nesnenin ya da özünün kademeli değişimine dayalı herhangi bir teori için kullanılır. Cansız varlıklar dünyasında gözlemlenen görünürdeki tüm evrimsel süreçler, bu kategoriye girer. Bir yıldızın bir tipten diğerine değişimi; sıradağların tektonik kuvvetlere bağlı olarak oluşumu ve arkasından gelen erozyonun tahribatına bağlı olarak yokoluşu, bu durumun örnekleridir. Transformasyonizmin kademeli sürekliliği.
Eğer dünyadaki tüm doğal olayların, özcülük felsefesinde belirtildiği gibi, temeldeki sabit tiplerin göstergesi olduğuna inanılırsa, değişim ancak yeni tiplerin ortaya çıkmasıyla olabilir. Bir tip (öz) kademeli olarak evrimleşemeyeceği için (tiplerin sabit olduğu düşünülür!) yeni bir tip ancak, mevcut bir tipin yeni bir sınıfı ya da tipi doğuracak şekilde ani mutasyonu veya (anı değişinimi) ile başlayabilir. Çoğunlukla saltasyonistler (değişinimciler) olarak adlandırılan bu görüşün destekçileri için dünya, kesintilerle doludur. Transmutasyoncu, bir mutasyonun yeni bir birey tipinin başlamasıyla sonuçlandığını varsayar. Çocukları ve torunlarıyla birlikte bu birey, yeni bir türü temsil eder.
Cansız evrende de hemen hemen her şey evrilir, yani farklı farklı yönler olan dizilimler içerisinde değişir. Peki, canlılar dünyasında evrilen nedir? Elbette türler ve Linne hiyerarşisindeki türlerin kombinasyonları, yani cinsler, aileler, takımlar ve canlı varlıkların tamamına ulaşan daha üst taksonların hepsi evrilir. Peki, alt seviyelerin durumu nedir? Bireyler evrilir mi? Kesinlikle genetik anlamda değil. Elbette fenotipimiz hayatımız boyunca değişir ama genotipimiz doğumdan ölüme temelde aynı kalır. O zaman canlı organizmanın evrilecek en alt düzeyi nedir? Popülasyondur. Ve popülasyon, evrimin en önemli alanı haline gelir. Evrim en iyi şekilde, her popülasyona ait bireylerin nesilden nesile genetik dönüşümü ile anlaşılır.
On dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başlarında Darwinci olmayan bir diğer ideoloji, canlılar aleminin giderek daha çok mükemmeliyete doğru ilerleme eğilimi olduğuna dair inanç olarak açıklanabilecek erekçilik idi. Erekçiliği benimseyenler, evrimin zorunlu olarak, alçaktan yükseğe, ilkelden gelişmişe, basitten karmaşığa, kusurludan kusursuza doğru ilerlediğini farz ederlerdi. Bir iç kuvvetin var olduğunu varsayıyorlardı. Erekçilikteki bu inanç Aristoteles’e kadar gider. Darwin, böyle belirsiz kuvvetleri kesinlikle reddediyordu. Newton’un dünyadaki her şeyin sadece mekanik kuvvetler tarafından kontrol edildiğine dair inancını tamamen kabullenmişti. Darwin, bilime, Newton’un açıklayıcı sisteminde bulunmayan tarihsel bir bakış açısını geliştirmişti.
Darwin, tamamen yeni bir düşünce tarzı başlatarak, özcülüğün tipolojik geleneğinde radikal bir çatlak yaratmıştı. Canlı organizmalar arasında gördüklerimiz, sabit sınıflar olmayıp, değişken popülasyonlardır demişti. Her tür, çok sayıda popülasyondan oluşur. Bir sınıfın tersine, bir popülasyon içindeki her bir birey, diğer bireylerden farklıdır. Bu durum, altı milyar bireyden oluşan insan türü için bile geçerlidir. Darwin’in popülasyonların incelenmesine dayanan yeni düşünce tarzına popülasyon düşüncesi denir. Bu yaklaşım, sistematik çalışmalarında hayvan ve bitki türlerinin insan türleri kadar değişkenlik ve benzersizlik gösterdiğini keşfeden çoğu doğabilimciye uygun gelmişti. Popülasyon düşüncesinin yavaş yavaş özcülüğün yerini alması, evrimsel biyolojide uzun süren tartışmalara yol açmıştı. Evrimin tüm değişinimsel teorileri, özcülüğe dayalıyken, popülasyon düşüncesi kademeciliğin kabulünü destekler. Popülasyon düşüncesi, biyolojideki en önemli kavramlardan biridir: Modern evrim kuramının temeli ve biyolojinin felsefesinin temel bileşenlerinden biridir.
Özcülük, eskiçağdan Darwin’in zamanına kadar neredeyse evrensel olarak kabul gören dünya görüşüydü. Pisagor ve Platon tarafından temeli atılan özcülük, doğanın görünürde değişken olan tüm olağanüstü olaylarının sınıflandırılabileceğini öğretir. Her sınıf, tanımıyla (özüyle) nitelendirilir. Bu öz, sabittir (değişmez) ve tüm bu tür diğer özlerden kesin sınırlarla ayrılır. Örneğin Pisagorcular, bir üçgenin, şekli ne olursa olsun daima bir üçgen olduğunu, dörtgenlerle ya da herhangi bir geometrik şekille ara şekiller vasıtasıyla bir bağlantısı kurulamayacağını savunmuşlardır. Ağaçların sınıfı, bir gövde ve yapraklı bir taç olarak tanımlanır. Bir at, büyük dişleri ve tek tırnaklı ayakları ile tanımlanır. Özcülüğe, sadece Hıristiyanlar değil, en agnostik (bilinmezci) düşünürler de sadık kalmışlardı. Bir sınıfın görünen tüm değişkenliklerinin kaza eseri ve alakasız olduğu kabul ediliyordu. Özcüler, bir türün böyle bir sınıf olduğunu düşünüyor, düşünürler ise, bu türü doğal cins olarak adlandırıyorlardı.
Yaklaşık 2,7 milyar yıl önceki ortaya çıkışlarından sonra ökaryotlar, önemli ölçüde çeşitlenmişlerdir. Protistlerin çeşitliliğinin göstergesi, Margulis ve Schwartz’ın (1998) protistlere ait en az 36 şube fark etmiş olmaları gerçeğidir. Bu çeşitliliğe dahil olanlar amipler, mikrosporlar, cıvık mantarlar, ateş rengi algler, terliksi hayvan, sporlar, kriptomonadlar, kamçılılar, sarı-yeşil algler, diatomlar (sert kabuklu alg türü), kahverengi algler (bazıları çokhücrelidir), yumurta mantarları (su mantarları), miksosporlar (sporozoa), kırmızı algler, yeşil algler, ışınlılar ve daha az bilinen yaklaşık 20 şubedir. Ancak, tekhücreli ökaryotlar arasındaki ilişkilere dair bilgimizin yetersiz olduğu, protistleri 80 şubeye ayıran bir diğer modern sınıflandırma tarafından kanıtlanmış oldu. Protistlerin büyük ölçüde heterojen (ayrışık) olmaları nedeniyle resmi takson olan Protista artık kabul edilmemektedir. Moleküler yöntemlerin çok daha yoğun bir şekilde uygulanmasını gerektiren protistlere ait sabit bir sınıflandırma yapmaktan hâlâ çok uzak olduğumuz açıktır.
Yeryüzünde sadece bakterilerin yaşadığı 1 milyar yıldan sonra, yaşam tarihinde belki de en önemli ve çarpıcı olay gerçekleşti: Ökaryotlar ortaya çıktı. Ökaryotlar, zarla çevrili bir çekirdeğe ve ayrı kromozomlara sahip olmalarından ötürü prokaryotlardan çok farklıdırlar. İlk ökaryotun doğuşu, önemli bir evrimsel adımdı. Bir arkeabakteri ile bir öbakteri arasında ortak yaşam yoluyla meydana gelen kimera, ilk ökaryotu oluşturmuştu. Bu başlangıç şekli, ökaryot genomunun kısmen arkeabakteriyel, kısmen de öbakteriyel bileşiminden anlaşılmıştır. Yeni ökaryot hücresi bunun ardından, mitokondri ve (bitkilerde) kloroplastlar gibi çeşitli ortak yaşamları hücresel organel olarak edinmiştir.
Astronomik ve jeofiziksel kanıtlar, Dünya’nın yaklaşık 4,6 milyar yıl önce oluştuğunu göstermektedir. İlk başta genç Dünya, yüksek ısıya ve radyasyona maruz kaldığı için yaşama uygun bir ortam değildi. Astronomlar, yaklaşık 3,8 milyar yıl önce yaşanabilir bir hale geldiğini ve yaşamın bu sıralarda başladığını tahmin etmektedirler fakat bu ilk yaşamın nasıl bir şey olduğunu bilemiyoruz. Şüphesiz, etraftaki cansız moleküllerden ve güneşin enerjisinden gerekli maddeleri ve enerjiyi elde edebilen makro molekül kümelerinden oluşuyordu. Bu erken evrede yaşam defalarca başlamış olabilir fakat bu konuda hiçbir bilgimiz yok. Eğer, çeşitli yaşam başlangıçları olmuşsa da, diğer formlar yok olmuştur. En basit bakteri dahil, Dünya’da şu an mevcut olan yaşamın tek bir kökenden türediği aşikârdır. Bunu, en basiti dahil tüm organizmaların aynı genetik şifreye sahip olmasından ve mikrobik olanlar dahil tüm canlı hücrelerin birçok yönden benzer özellikler taşımasından anlıyoruz. İlk yaşam fosili, 3,5 milyar yıllık bir tabakanın içinde bulunmuştur. Bu ilk fosiller, bakteri benzeridirler, aslında mavi-yeşil bakteriye ve hâlâ mevcut olan diğer bakterilere benzemektedirler.
Birçok organizmada tam olarak işlevsel olmayan ya da hiç işlevi olmamış yapılar vardır. İnsanların kör bağırsağının ucundaki apandis, buna bir örnektir, keza çubuklu balina embriyolarındaki dişler ve birçok mağara hayvanındaki gözler de bu tür örneklerdir. Böyle işlevini kaybetmiş yapılar, atalarda tamamen işlevsel olan fakat artık niş kullanımında meydana gelen bir değişiklik yüzünden büyük ölçüde gerileyen yapıların kalıntılarıdır. Bu yapılar yaşam tarzındaki bir dönüşüm yüzünden işlevlerini kaybettiklerinde artık, doğal seçilim tarafından korunmazlar ve yavaşça yapıları bozulur. Evrimin önceki sürecini göstermeleri açısından bilgilendirici olurlar. Bu üç fenomen (embriyonik benzerlikler, yinelemeli oluş ve işlevini kaybetmiş yapılar) yaratılışçı bir açıklama için aşılamaz güçlükler anlamına gelirken, ortak kökene, değişkenliğe ve seçilime dayanan evrimsel bir açıklamayla tamamen uyumludur.
Darwin bunun açıkça ortak köken" nedeniyle olduğunu gösterene kadar tam bir muammaydı. Darwin, her taksonun, en yakın ortak atanın soyundan gelenlerden ibaret olduğunu ve böyle bir kökenin evrim gerektirdiğini kanıtlamıştı. Gözlemlenen olgular, Darwin’in evrim teorisine o kadar mükemmel bir şekilde uyuyordu ki, "değişim yoluyla ortak köken" teorisi de 1859’dan sonra neredeyse hemen kabul görmüştü. On dokuzuncu yüzyıl zoologları ve botanikçilerinden birçoğunun en yoğun uğraş konuları olan sınıflandırmanın artık bir açıklaması vardı. Sonuca hangi ilişki ve ortak atadan yola çıkarak varıldığı konusunda en çok kullanılan kanıt, morfolojik ve embriyolojik benzerlikti, bu tür benzerliklerin aranması, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında karşılaştırmalı morfoloji ve embriyolojinin yükselişine neden olmuştu..
Darwin’in önemli katkılarından biri, ilk tutarlı teori olan dallanan evrim’i öne sürmek olmuştu. Onun dallanma teorisini öne sürmesine yol açan, Galapagos Adaları’ndaki kuşlar üzerinde yaptığı bir gözlemdi. Galapagos Adaları aslında Güney Amerika ya da başka bir kıtayla hiçbir bağlantısı olmayan deniz dibi volkanlarının zirveleriydi. Tüm Galapagos faunası ve florası, oraya deniz üstünden taşınarak gelmişti. Darwin, Güney Amerika’da yalnızca bir tür alaycı kuş olduğunu biliyordu, fakat üç Galapagos Adasının her birinde, birbirinden farklı olan birer alaycı kuş türü bulmuştu. Gayet doğru bir şekilde, Güney Amerika alaycı kuşunun Galapagos’un üç ayrı Adasında üç farklı türe dönüştüğü sonucuna varmıştı. Sonrasında, dünyadaki tüm alaycı kuşların, ortak bir atanın soyundan gelmiş olmasının muhtemelen olduğu mantığını yürütmüştü çünkü temelde birbirlerine çok benziyorlardı. Alaycı kuşlar ve akrabaları olan Toxostoma ile Amerikan alaycı kuşları da, tahminen ortak bir ataya sahiptiler.

Bu çıkarımlar zinciri Darwin’i dünyadaki tüm organizmaların ortak bir atadan geldiği ve tüm hayatın muhtemelen tek bir kökene dayandığı nihai sonucuna götürmüştü. Darwin, şöyle yazmıştı, Hayatın bu görünümünde çeşitli güçleriyle birlikte başta bir ya da birkaç biçim olarak başlayan ve çok basit bir başlangıçtan en güzel ve en harika biçimlere evrilmiş ve evrilmekte olan bir ihtişam var".

Evrimin gerçekleştiğine dair en inandırıcı kanıt, eski jeolojik tabakalarda soyu tükenmiş organizmaların keşfedilmiş olmasıdır. Geçmişte belli bir jeolojik dönemde yaşamış olan biyotanın bazı kalıntıları, o dönemde mevcut tabakaların içine fosil olarak gömülmüştür. Bir önceki tabaka, bir sonraki tabakada fosilleşmiş olan biyotanın atasını barındırır. En yeni tabakada bulunan fosiller, genellikle hâlâ yaşamakta olan türlere benzerler, hatta bazı durumlarda ayırt bile edilemezler. Bir fosilin bulunduğu tabaka ne kadar eskiyse o fosil, yaşayan örneklerden o kadar farklı olacaktır. Darwin, önceki tabakaların fauna ve florası sonraki daha yeni tabakalarda bulunan torunlarına doğru kademeli olarak evrilmişse, bu durumun beklenen bir şey olduğu sonucunu çıkarmıştı.
Darwin, evrimin iki ayrı yönünü açıkça görmüştü. Biri, soyoluşun yukarı doğru" hareketidir, atasal durumdan edinilmiş duruma doğru kademeli değişimidir. Buna anagenez denir. Diğeri, soyların ayrılarak evrilmesini, daha kapsamlı açıklarsak, soyoluş ağacında yeni dalların (kladların) oluşmasını kapsar. Biyo çeşitliliğin bu başlama sürecine kladogenez denir. Daima bir türleşme olayıyla başlar fakat yeni klad, zaman içinde, atasal tipten gitgide ıraksayarak soyoluş ağacının önemli bir dalı haline gelebilir. Kladogenez çalışması, makro evrim araştırmalarının önemli ilgi alanlarından biridir. Anagenez ve kladogenez, birbirinden çok bağımsız süreçlerdir.
Bu olay belki de, insanoğlunun gördüğü en büyük düşünsel devrimdi. Sadece dünyanın değişmezliği ve yeniliğine olan inanca değil, organizmaların dikkate değer uyarlanma sebeplerine ve en şaşırtıcı da, insanın canlılar dünyasındaki benzerliğine meydan okuyordu. Darwin, evrimi varsaymakla ve meydana gelişiyle ilgili ezici kanıtlar sunmakla kalmamış, evrim için herhangi bir doğaüstü güce bağlı olmayan bir açıklama da getirmişti. Evrimi doğal olarak, yani herkesin Doğada günlük olarak gözlemleyebileceği doğal olaylar ve süreçleri kullanarak açıklamıştı. Aslında Darwin, evrim kuramına ek olarak, evrimin niçin ve nasıl olduğuna dair dört teoriyi daha bu itibarla öne sürmüştü. Türlerin Kökeni, tabii ki karmaşaya sebep olmuştu. Neredeyse kendi başına, bilimin laikleşmesinde etkili olmuştu.
Organik dünyanın bu sürekli değişimi aslında neyle ilgilidir? Bu soru, Darwin cevabını zaten bildiği halde, ilk başta gayet tartışmalıydı. Nihayetinde, evrimsel sentez esnasında bir fikir birliğine varıldı: Evrim, organizma popülasyonlarının özelliklerinde zaman içinde meydana gelen değişimdir." Diğer bir değişle, popülasyon evrimin birimidir. Genlerin, bireylerin ve türlerin de rolü olmakla birlikte organik evrimi niteleyen, popülasyonlardaki değişimdir. Evrimsel düşünce, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısıyla on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında sadece biyoloji alanında değil, dilbilim, felsefe, sosyoloji, ekonomi ve diğer düşünce dallarında da yaygınlaştı. Buna rağmen her şeyi düşünürsek, bilimde uzun bir süre azınlık görüşü olarak kaldı. Durağan dünya görüşü inancından evrimciliğe gerçek geçişe neden olan etkileyici olay, Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabının 24 Kasım 1859’da yayımlanmasıydı.
Bu üçüncü görüşe göre, dünya uzun ömürlüdür ve daima değişmekte, evrilmektedir. Bu, biz modern insanlara bile garip görünebilir; evrim kavramı Batılı düşünceye ilk önceleri yabancı gelmiştir. Hıristiyan köktendinci dogmanın etkisi o kadar güçlüydü ki, evrim fikri tam olarak kabul edilebilir hale gelmeden önce, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda uzun bir gelişmeler dizisi gerekmişti. Bilim söz konusu olduğunda evrimin kabullenilmesi, artık dünyanın sadece fizik kanunlarının faaliyet alanı olarak görülemeyeceği, tarihi ve daha da önemlisi, zaman içerisinde canlılar dünyasında gözlemlenen değişimleri de bünyesinde barındırması gerektiği anlamına gelir. Evrim" terimi, yavaş yavaş bu değişiklikleri simgeler hale gelmiştir.
Bu, elbette, İncil’de verilen Hıristiyan bakış açısıdır. Ortaçağda ve on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar Batı dünyasında hâkim olan görüş buydu. Üstün bir varlığa, İncil’deki iki yaratılış hikayesinde anlatıldığı gibi insan türlerini olduğu kadar tüm dünyayı da yaratan mutlak güce sahip bir Tanrı inancına dayanıyordu. Bu inanışa sahip olanların çoğu, Tanrı’nın, eseri tüm hayvanlarla bitkilerin birbirlerine ve çevrelerine mükemmel bir şekilde uyarlanacakları şekilde tasarladığına da inanırlar. Günümüzde dünyamızda mevcut olan her şey hâlâ ilk yaratıldıkları günkü gibidir. Bu, İncil’in yazıldığı zamanlarda bilinen olguların ışığında tamamen mantıklı bir vargıydı. Bazı ilahiyatçılar, İncil’deki soyağacına dayanarak dünyanın çok yeni, MÖ 4004 yılında, yani yaklaşık 6000 sene önce yaratıldığını hesaplamışlardı. Dünyanın her yerindeki halkların kültürlerinde aşağı yukarı benzer yaratılış hikayeleri bulunur. Bunlar, insanoğlunun, insan kültürünün oluşmasından beri bu dünya hakkında sordukları temel soruları cevaplama arzusundaki bir boşluğu doldurmuşlardır.
Yunan düşünürü Aristoteles, dünyanın daima var olduğuna inanıyordu. Bazı düşünürler, bu ezeli ve ebedi dünyanın hiç değişmediği, hep sabit kaldığı kanısındaydılar; diğerleri ise, dünyanın farklı aşamalardan (döngülerden") geçtiğine ama nihayetinde daima önceki aşamaya geri döndüğüne inanıyorlardı. Bununla birlikte, ezeli ve ebedi bir dünya inancı hiçbir zaman pek de popüler olmamıştı. Öyle görünüyor ki bir başlangıç açıklamasını arama dürtüsü mevcuttur.
İnsanoğlunun bilinmeyeni, anlaşılmaz olanı anlama ve açıklama dürtüsü daima vardır. En ilkel kabilelerin folkloru bile, dünyanın başlangıcı ve tarihi üzerinde düşündüklerini gösterir. Şu tür sorular üzerinde düşünmüşlerdir: Dünyayı kim ya da ne meydana getirdi? Gelecek neler getirecek? Biz insanlar nasıl meydana geldik? Kabile mitlerinde bu sorulara çok sayıda cevap verilmiştir. Çoğunlukla dünyanın mevcudiyeti, sorgulamadan, her zaman şimdi olduğu şekliyle var olduğuna inanılarak, olduğu gibi kabul edilirdi ama insanın yaratılışı ya da başlangıcı hakkında sayısız hikâyeler vardı. Sonradan, dinlerin kurucuları gibi düşünürler de bu sorulara cevap bulmaya çalıştılar. Bu cevaplar incelenirken üç sınıfa ayrılabilirler: (1) ezeli ve ebedi bir dünya, (2) kısa süreli değişmeyen bir dünya, (3) evrilen bir dünya.
Araştıran insan aklı, sadece gerçekleri keşfetmekle tatmin olmaz. Olayların neden ve nasıl meydana geldiğini de bilmek ister.
Bazı evrim karşıtları, &‘Her şey aynı kalsaydı daha doğru olmaz mıydı?’ diye sorarlar.
Belki genetiği anlamadan önce bu soru geçerli olabilirdi ama artık olamaz."
İki kıta birbirinden ne kadar uzun süre önce ayrıldıysa, biyotaları birbirlerinden o kadar farklı hale gelmiştir."
Modern memeliler, Paleosen’in başlangıcındaki (60 milyon yıl önce) Alvarez soy tükenmesi olayından sonra evrilmeye başlamışlardır."
Nesiller boyu süren doğal seçilimin sonucu evrimdir.”
Evrimsel düşünceyle evrimsel modelleri, patojenlerin antibiyotiğe, ekin zararlılarının haşere ilaçlarına olan dirençlerinin üstesinden gelmek, hastalık vektörlerini (örn. Sıtma sineği), insanlarda salgın hastalıkları kontrol altına almak, evrimsel genetik sayesinde ekilecek yeni bitkiler üretmek ve daha birçok sorunu çözmek için kullanırız.
İnsanlığın geleceği hakkında sık sık sorulan iki soru vardır. İlki, “İnsan türünün birkaç türe ayrılma ihtimali nedir?” Bunun cevabı açıktır: Böyle bir ihtimal hiç yoktur. Kuzey Kutbu’ndan tropik alanlara kadar insan benzeri hayvanların yaşayabileceği olası tüm nişleri insanlar işgal etmiş durumdadır. Ayrıca insan popülasyonları arasında hiçbir coğrafi yalıtım söz konusu değildir. Son 100.000 yılda gelişmiş olan coğrafi açıdan yalıtılmış insan ırkları, temas yeniden kurulduğunda hemen diğer ırklarla melezlenmişlerdir. Gününüzde insan popülasyonları, türleşmeye yol açabilecek uzun dönemli, etkili bir yalıtım olamayacak kadar fazla temas içerisindedirler.
Homo erectus’un çok başarılı olduğu bellidir. Bu türe atfedilen fosiller, Doğu Asya (Pekin) ile Java’dan Gürcistan’a (buradaki 1,7 milyon yıllıktır) kadar olan bölgede ve Doğu ile Güney Afrika’da bulunmuşlardır. Yaygın olmanın yanı sıra, büyük bir değişiklik olmadan en az 1 milyon yıl boyunca var olmuşlardır. Afrika’da bulunan en yeni H. erectus fosilleri (yakl. 1 milyon yıllık), H. sapiens’e doğru bir eğilim göstermektedir. Bu, H. sapiens’in Afrika’da ortaya çıktığına dair bulguyla gayet iyi uyuşmaktadır. Homo erectus’un belirgin özelliği bir dizi basit taş aleti ve ateşi kullanmasıdır. Ateşi kullanma becerisi, muhtemelen insanlaşmanın belirleyici bir adımıdır.
Beyin hızla büyümüş ve H. Erectus’un beyni Australopithecus’un beyninin iki katını geçmişti. Eşeysel dimorfizm azalmıştı; erkekler artık Australopithecus’ta olduğu gibi dişilerden yüzde 50 değil sadece yüzde 15 daha ağırdı. Dişler, özellikle de azı dişleri, çok daha ufalmıştı. Kollar kısalmış, bacaklar uzamıştı. Erken dönem Homo’ların, ateşi sadece koruma amaçlı değil, pişirme amaçlı da kullanmış oldukları aşikârdır. Diş boyutlarının küçülmesi, bilindiği üzere, Homo’nun beslenme düzenine giderek eti kattığına yorulmuştu. Fakat Wrangham ve meslektaşları, bitkisel yiyeceklerinin pişirilerek yumuşamasının daha önemli bir neden olduğuna inanmaktadırlar.
Moleküler biyolojinin büyük başarılarından biri de, makro moleküllerin tam olarak gözle görülebilen yapısal karakterler gibi evrimleştiğini göstermek olmuştu. Dolayısıyla, insan makro moleküllerinin kuyruksuz maymunlarınkilerle karşılaştırılması, insanın evrimine ışık tutabilirdi ve tutmaktadır da. Aslında, insan molekülleri, diğer organizmalarınkine nazaran şempanzeninkine daha çok benzer, ayrıca Afrika kuyruksuz maymunlarının molekülleri de diğer türlerinden çok insanınkine benzer. Benzerlik o kadar büyüktür ki, insanla şempanzenin bazı enzimleri ve diğer proteinleri neredeyse aynıdır, örnek olarak hemoglobini verebiliriz. Diğerleri, çok hafif farklı olmakla birlikte bu fark, şempanze ile maymunlar arasındaki farktan azdır.
İnsanların tüm anatomik yapıları en ufak detaya kadar Afrika kuyruksuz maymunlarıyla, özellikle şempanzeyle uyuşur. R. Owen, bir keresinde, beynin yapısında gerçek bir fark bulunduğunu sanmış fakat T. H. Huxley bu iddiayı çürütmüştü; fark nitelik açısından değil, sadece nicelik açısındandı. Sonraki benzer çabalarda da aynı sonuç elde edilmişti. Kesinlikle insana ait birkaç fark, kol ve bacak orantılarıyla merkezi sinir sisteminin boyutunda, özellikle de ön beyindeydi.
Yaşayan kuyruksuz maymunlar iki gruptan oluşur: Afrika kuyruksuz maymunları (goril, şempanze ve insan) ve Asya kuyruksuz maymunları (jibonlar ve orangutanlar). Bu iki grup arasında bariz bir ayrım vardır; dallanma, yaklaşık 12-15 milyon yıl önce gerçekleşmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir