Şermin Yaşar kitaplarından Ev Yapımı Sihirli Değnek kitap alıntıları sizlerle…
Ev Yapımı Sihirli Değnek Kitap Alıntıları
Hani, “yaşıyor muyum onun bile farkında değilim” dediğin durumlar oluyor
ya, güneşin doğuşunu izle. Gözlerinin seçemediği bir karanlığın yavaş
yavaş yerini aydınlığa bırakmasını, sessizliğin yerini sese bırakmasını, yeni
aydınlıkta dolaşmaya başlayan sokak köpeklerini, yanıp sönen ve “bu saatte
beni takmasan da olur” diyen trafik lambalarını, uykulu arabaları izle.
Yaşadığın sokağın güne nasıl başladığını izle.
Başaranlara bakıp “senin imkânın var, senin zamanın var, senin yeteneğin
var, ben de yok ” diyorlar. Sorun bunlarda değil. Mesele şu ki gayretleri
yok. Bir şey olmadığında, ilk denemede hüsranla sonuçlandığında “ne
yapalım kader” diyor insanlar ve çekiliyorlar kenara.
İnsan önce
kendisiyle barışacak, önce kendini sevecek ki sonra başkalarına dağıtabilsin
sevgisini
Kendi mutsuzluğunun farkına varıp,
“Ne yapıyorum ben yaaa, üç günlük dünyayı kendime dar ediyorum. Hadi,
yeniden başlayayım, ömrümün geri kalanını mutlu geçirmek
için uğraşayım” diyebilmeli. Önce kendini topla, kendine gel. Bu
dünyaya şikâyet etmek için gelmiş olamazsın..!
Dünya kötü diyoruz, hayat berbat, sıkıntılar, dertler, kederler,
adaletsizlikler Bu dünyada yaşanmaz diyoruz. Gittikçe yapışıyor üzerimize
dünyanın pisliği, gittikçe daha çok batağa çekiyor bizi. Oysa silkelemek, toz
kondurmasak insanlığımıza, temiz tutmaya çalışsak kendimizi,
çözeceğiz hayatla olan meselemizi.
Sonbaharda daldan düşen bir yaprak görüyorum, aheste aheste
savruluşunu izliyorum.
Doğa adil, adaletsiz olan insan.
Değerli bir vazonun kırılması mesele
haline gelirken, insanın kırılmasını sıradan görür olduk
Gördüklerimi unutmam mümkün değil,
Hayat, güzel ve güzel olduğu kadar tuhaf da
Yazmak; derdinizi, öfkenizi, sıkıntınızı anlatmanın en asil halidir.
Sıradanlığın son derece sıradan keyfini sürsek
Böğürtlen lekesini en iyi böğürtlenin yaprağı çıkartır. Dert dermanın yanı başında
Kış aylarını sevmiyorum, depresyonum tetikleniyor”, diyorlar. “Sonbahar hüzünlü sevmiyorum” diyorlar. “Yağmurlu havaları sevmem”, diyorlar. Ne kaldı geriye? Yılın yarısını tükettik. Sen gökyüzüne bak ve “kendi mevsimini” yaşa Bir şey ifade etmiyorsa eğer sana güneşin her gün doğması, gökyüzünün maviliği, senin için düşen yağmurlar ve kar taneleri, göremiyorsan güzelim bulutları; öyleyse eğil ve bir çocuğun gözlerine bak.
Denizyıldızları kopan bir uzvunu kendi kendine yeniden oluşturur ve yaşamaya devam eder. Doğa işini şansa bırakmıyor. Eğer hâlâ hayattaysan, toparlan ve yoluna devam et. Kendi yaramızı sarmayı öğrenebildiğimizde,
daha sıkı tutunacağız
Günebakanlar, yüzlerini güneşe doğru çevirirler ve ışığından faydalanabilmek için güneşi takip ederler. Melankolik insanımız onu da rahat bırakmamış Güneşe âşık bir çiçeğe, biz tutup “ayçiçeği demişiz Güneşe bakmaktan korkan insanlar bir kez daha galip gelmiş.
“Kendi ışığına güvenen, başkasının parlamasından rahatsızlık duymaz.”
Sincap, meşe palamutlarını toplamak için uğraşır, sonra onları toprağın altına saklar ve nereye sakladığını unutur Bu onun “zayıflığadır. Zaman geçer ve toprağın altındaki o meşe palamutları boy boy ağaçlara dönüşür Bu
sincapların “vesilesidir.
Bilemeyiz ki, ne hayırlı, ne zarar Zaman gösterecek.
••
Bırakalım gürlemek gökyüzünün işi olsun, biz yağmura özenelim. Başkalarının bize vereceklerinin yanında, kendimize verdiklerimize de bakalım.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
“Senin için çay demlerim, senin için hiç üşenmeden sokaklarda kestaneci arayabilirim, senin için peçeteden çiçek yapanm, senin için bütün gece uykusuz kalabilirim, seni beş dakika görebilmek için bir saat yol giderim, senin için sevdiğin kitapları arar bulurum, senin için tatlı yaparım, sana bir şiir yazarım” diyebilsek gerçekten yağmış oluruz. Değer bilen, zaten o dakika üzerine yağan yağmuru hisseder. Fakat bunlar küçük mutluluklar, küçük fedakârlıklar, beğenmediğimiz özveriler İlla birileri gürlesin, “senin için ölürüm, sensiz yaşayamam” desin ve yapamayacaklarını sıralasın istiyoruz. Gönül inanmadığına meylediyor.
“Gülmek için mutlu olmayı beklemeyiniz. Belki gülmeden ölürsünüz ” diyor Victor Hugo. Sahi işi bu kadar şansa bırakmalı mı insan?
Trafikte, bir köpeğin karşıdan karşıya geçme çabasına birlikte tanık olduğum hiç tanımadığım başka bir şoförle gözgöze gelip gülümsediğimizde “nereden tanışıyorsunuz” diyorlar yanımızdakiler. Buradan tanışıyoruz işte. Şimdi tanıştık, ikimiz de aynı güzelliğe şahit olduk ve ona gülüyoruz. Yetmez mi, bu tanışıklık birbirimize gülümseyebilmemiz içiri.
Gülümsemek bir tercihtir ve herkese çok yakışır.
1793’te Londra,British Museum’a Çin’den gülibrişim ağacı tohumları getiriliyor. Yıllarca sergileniyor, hiçbir kıpırdama, hareket yok 1940 yılında Londra
bombalanıyor ve müzenin botanik bölümüne, tam da bu tohumların bulunduğu kabine bir parça isabet ediyor. Kabin paramparça Haftalar sonra savaş alanından fidanlar yükseliyor. 150 yıldır uyuyan gülibrişim tohumları
yeşermiş
Hayattaysan, umut her zaman var
Etrafımıza yalnızlıkla, kaygıyla, güvensizlikle ördüğümüz duvar mı koruyacak bizi? Daha makul bir önerim var. Güven Sev Ama temkinli ol. Kendi hesabıma şunu söyleyebilirim: Yaşayacağım en büyük hayal kırıklığını, korkarak yaşamaya tercih ederim
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
“O bir adım atsa ben koşarım” diyor ya insanlar; garipseyerek bakıyorum. Ya o da aynı şeyi düşünüyorsa, nasıl buluşacaksınız? Sen bir adım at, o koşsun, olmaz mı?
“İyi insan olmak için akıl gerekmez. Ve kötüler her daim akıllılardan çıkar. Bırak biz saf olarak kalalım.’’diyordu Fareler ve İnsanlar’da Steinbeck. ..
Yeniden başlayacağız.
Bıkmadan, usanmadan, yeniden deneyeceğiz.
Dünyanın bütün olumsuzluklarına rağmen, güneş her sabah yeniden doğuyorsa, her sabah yeni bir güne açıyorsak gözlerimizi, bunun bize sunulan en büyük şans olduğuna inanıp “yeniden” diyeceğiz Bir kez daha Yeniden
Başaranlara bakıp “senin imkânın var, senin zamanın var, senin yeteneğin var, ben de yok ” diyorlar. Sorun bunlarda değil. Mesele şu ki gayretleri yok. Bir şey olmadığında, ilk denemede hüsranla sonuçlandığında “ne yapalım kader” diyor insanlar ve çekiliyorlar kenara.
Kader evet, evet nasip, amenna.
Yalnız bak, Cahit Zarifoğlu ne diyor: Takdir-i ezele teslimiz ama gayrete de aşığız.
Günün uyanışını içime çekip başımı tekrar yastığa koyduğumda şunu düşünüyorum: “Her sabah mutlaka vuku bulan bu muhteşem uyanışa, hayatı boyunca bir kez bile tanık olmadan bu dünyadan göçüp giden kaç uykucu vardır acaba?”
İlk fırsatta güneşin doğuşunu izle ve bir şans ver kendine.
Beklentilerimizi tekrar gözden geçireceğiz dostum, kocaman bir mutluluk peşinde koşmak yerine, küçük mutlulukları toplayıp biriktireceğiz. Böyle daha kolay olacak.
Her daraldığında yüzünü soğuk suyla yıka, temiz havayı çek içine ve hemen gözlerini güzelliklere çevir. Sonra bu güzellikleri topla gözlerinde. Ben öyle yapıyorum. Sonbaharda daldan düşen bir yaprak görüyorum, aheste aheste savruluşunu izliyorum. “İnsan şu yapraktan utanır, iş mi şimdi yaptığın” diyorum. Bir kuş konuyor pencereme, sanıyorum ki göz göze geliyoruz, o inceliğe tutunuyorum, insan şu kuşun hatırına yaşar be diyorum kendi kendime. Sonra üstüne çiğ düşmüş bir dal görüyorum, gülümsememe yetiyor.
Lotus çiçeği çamurlu ortamlarda yetişir ama dünyanın en temiz çiçeğidir. Herhangi bir yerine toz konduğunda kendini sallayarak bu tozdan kurtulur, kendini temiz tutar.
Dünya kötü diyoruz, hayat berbat, sıkıntılar, dertler, kederler, adaletsizlikler Bu dünyada yaşanmaz diyoruz. Gittikçe yapışıyor üzerimize dünyanın pisliği, gittikçe daha çok batağa çekiyor bizi. Oysa silkelemek, toz kondurmasak insanlığımıza, temiz tutmaya çalışsak kendimizi, çözeceğiz hayatla olan meselemizi.
Bataklıkta çiçek olmak İnsanın kaderi.
Mutluluk denen şeyin bir ömür olduğunu, seni kavrayıp alıp götürdüğünü, sonsuza kadar sürdüğünü, çok büyük, çoook büyük olduğunu sanıyor insanlar. Bu yüzden bekliyorlar, çok bekliyorlar, bazen bir ömür bekliyorlar. Oysa mutluluk denen şey an meselesi. Kısacık anlar, küçük zamanlarda saklı. Bazen yere düşen bir yaprakta, bazen bir dokunuşta, bazen bir bakışta, bir bardak demli çayda, parlayan bir yıldızda, yanan bir mumda, soba üstündeki kestanede, mandalina kokusunda saklı. En önemli şey, bunu fark edebilmek
Çocukken izlediğim bütün mutlu filmlerde ortak bir detay vardı: mutfaktaki kurabiye kutusu O filmlerde çocuklar sokakta oynar, koşarak eve gelir, öylece mutfağa dalıp kutudan bir kurabiye alıp kaçarlar, anneleri arkalanndan gülerek bakardı. Kadın mutfakta arkadaşıyla sohbet eder, masanın üzerinde o kurabiye kutusu dururdu. Kadın akşam yemeğini hazırlarken, baba mutfağa girer, önce karısını öper, sonra ağzına bir bütün kurabiye atardı. Bana göre o kurabiyeler mutluluğun sembolüydü. Gelecekteki mutlu evimin en önemli detayıydı.
Kelebeğin sırtının üzerindeki pullar müthiş bir düzenle çizilmiştir. İki kanattaki desenler birbirinin tamamen aynısıdır.
“Hayatın adaletsizliği” diye bağırıyoruz. Yakalayıp incittiğimiz kelebekler sessizce şöyle diyor: “Doğa adil,
adaletsiz olan insan.”
Gülümsemek bir tercihtir ve herkese çok yakışır.
Bütün insanlar kalpten ibarettir. Kimileri kalbiyle düşünür, hisseder, güler; onların kalbi sahiden çarpar, âşık olur, ağlar, diler, sever, acır, sızlar. Kimilerinin ki kurumuş yaprak gibidir, dokununca dağılır, ellenmez, yaklaşamazsın. Kimilerinin ki taş gibidir, ağır, sert, kapalı. Öyle ki kendi bile taşıyamaz.
Başkalarının hayatına imrenerek bakma.
Her şey çok güzel olacak demiyorum. Kötü şeyler de olacak ama üstesinden geleceğiz.
Sevginin dıştan içe gelen bir şey olduğunu düşünüyor, hep birilerinin bizi sevmesini bekliyoruz. Oysa sevgi, önce içten içe olacak… Kalbinde kendine de geniş bir yer ayıracaksın… Sonra içten dışa yayılacak… Biz bunu fark edip yerine başkalarının bizim için bir şeyler yapmasını bekliyoruz. Başkaları sevsin bizi. Başkaları bizi düşünsün, başkaları hatırlasın hep, başkaları desteklesin, kutlasın, önemsesin. Bekliyoruz… Gelsinler ve beklentilerimizi yerine getirsinler diye, hayat boyu bekliyoruz.
Sor kendine. Senin mutluluğun yolun sonunda mı, yoksa yolculukta mı? Her ikisi birden olamaz mı?
Hayat, nerede ineceğimizi kendimizin tayin edemediği uzun bir yolculuk.
Mutluluk bir hedef değil. Bu yolculukta hissettiklerin, yaşadıkların, gördüklerin, göremediklerin, merak ettiklerin, söylediklerin, tanıştıkların, duyduklarında mutluluk. Eğer mutluluğu yolun sonuna koyarsak, belki ulaşamadan inebiliriz trenden. Mesele yola çıkmadan önce onu da yanımıza alabilmekte. Mesele, hâlihazırda içinde olduğun bu uzun yolculuğun tadını çıkarabilmekte..
` Mutluluk dediğimiz şey belki de mutlu olduğumuzun farkına varamamaktadır `
` İyilikten maraz doğar `
Böğürtlen lekesini en iyi böğürtlenin yaprağı çıkartır. Dert dermanın yanı başında
“Kendi ışığına güvenen, başkasının parlamasından rahatsızlık duymaz.”
Eskiden “iyi insan olmak” gibi bir hedef vardı, bugün sınırı aştık, mükemmelin peşindeyiz.
Gönül inanmadığına meylediyor..
Bana göre, dünyanın en güzel meziyeti, “her şeye rağmen gidebilmektir”.
Hayatın adaletsizliği” diye bağırıyoruz. Yakalayıp incittiğimiz kelebekler sessizce şöyle diyor: “Doğa adil, adaletsiz olan insan.”
Tanışalım dediğimiz anda, daha önce hiç bakmayı akıl edemediğimiz yere bakmamız lazım: Kalbine
Hayattaysan, umut her zaman var
Yaşayacağım en büyük hayal kırıklığını, korkarak yaşamaya tercih ederim
Eğer yağmur, sana kasveti, hüznü, iç sıkıntısını çağrıştırıyorsa; büyümüşsün demektir.
İnsanoğlu kendine bahşedilmiş güzellikleri görmemeyi nasıl da beceriyor
“O bir adım atsa ben koşarım” diyor ya insanlar; garipseyerek bakıyorum. Ya o da aynı şeyi düşünüyorsa, nasıl buluşacaksınız? Sen bir adım at, o koşsun, olmaz mı?
Her şey çok güzel olacak demiyorum. Kötü şeyler de olacak ama üstesinden geleceğiz.
Birine yardım ettiğimizde, alenen anlatıyor, anlatıyor, gururla bahsediyoruz. Ama birinden yardım gördüğümüzde bunu bir zayıflık, eksiklik, beceriksizlik olarak görüp saklıyoruz. Birinin bize yardım ettiğini söylemek ağır geliyor nedense. İlişkilerimizde hesap tutmayı öğrendik çünkü. Borçlu çıkmak istemiyoruz. İyiliğin hesabı tutulmaz oysa.
Bana göre, dünyanın en paha biçilemez zevki gün doğumunu izlemek..
Bataklıkta çiçek olmak İnsanın kaderi.
Gördüğü güzellik karşısında sırf ne yapacağını bilmediği için çekip giden insanlarla dolu dünya.
Hayat, nerede ineceğimizi kendimizin tayin edemediği uzun bir yolculuk.
Ev” içi doldurulması gereken bir kelime. Biz onu sadece mekân olarak algıladık. İçini sonradan hepimize yük olacak eşyalarla doldurduk. Kıymet verdiğimiz şey, insan değil eşya oldu. Değerli bir vazonun kırılması mesele haline gelirken, insanın kırılmasını sıradan görür olduk.
“Doğa adil,
adaletsiz olan insan.”
Mutsuzluk dediğimiz şey belki de mutlu olduğumuzun farkına varamamaktır.
…senin haklı çıktığın an, karşındakinin haksız olduğu andır. Bu neyi değiştirir? Ortada herhangi bir anlaşma yok, düzelme yok. Bir taraf yenilmiş ve sen kazanmışsın. Çoğu zaman sevdiğin, eşin, çocuğun, dostun kaybetmiş ve sen haklısın. Bu haklılık mutlu edebilir mi insanı? Kazanan sen misin yoksa egon mu? O klasik soruya geliyor yine konu. Haklı mı olmak istiyorsun yoksa mutlu mu? Mutlu olmak istiyorsan, o zaman haklılığını, haksızlığını, ben sana demiştimleri bir kenara bırakmanı öneririm. “Bak gördün mü yine ben haklı çıktım” dediğin her an karşındakinin üzüldüğü andır. Haklı olman buna değer mi? Yine de haklı olmak istiyorum diyorsan. Tamam. Sustum. Sen haklısın.
Sadece eşya tozlanmıyor, ne yazık ki insanlar da tozlanıyor.
Sor kendine. Senin mutluluğun yolun sonunda mı, yoksa yolculukta mı?
Bir yapanlar var hayatta, bir eleştirenler, bir de bir şey yapmayıp sadece seyredenler.
İnsan kırılmasını sıradan görür olduk.
Şükretmek için her şeyin tamam olmasını, her şeyin güzel, her şeyin kıvamında, işlerin tıkırında olmasını bekliyor insanlar. Bekliyorlar ki, kendilerine çok özel bir bir nimet sunulsun, kimsede olmayan onlarda olsun, bekledikleri şeyler onların olsun… Oysa bu kolay olan… Zor olan, sıkıntılara rağmen rahatlığı görüp, olmayana rağmen olanı, eksiğe rağmen tamamı görüp yine de şükür diyebilmek…
Karşıdan nasıl gözüküyor biliyor musun?
Ders notlarını saklayan öğrenciler: Sadece ben geçeyim dersten, diğerleri kalsın.
Garip ama bilgisini öğrencisiyle paylaşmayan akademisyenler: O da benim gibi okuyup araştırıp öğrensin.
Kullandığı parfümün adını söylemeyen kadınlar: Kimse benim gibi güzel kokmasın!
Yaptığı kurabiyenin tarifini vermeyenler: Sadece benim istediğim kişiler bu lezzeti tatsın!
Yüzüne sürdüğü kremin adını saklayanlar: Sadece ben genç kalayım, diğerleri yaşlansın!
Oysa bütün mesele ne biliyor musunuz? Biz susalım, Victor Hugo söylesin:
‘Kendi ışığına güvenen başkasının parlamasından rahatsızlık duymaz.’
Lotus çiçeği çamurlu ortamlarda yetişir ama dünyanın en temiz çiçeğidir. Herhangi bir yerine toz konduğunda kendini sallayarak bu tozdan kurtulur, kendini temiz tutar. Dünya kötü diyoruz, hayat berbat, sıkıntılar, dertler, kederler, adaletsizlikler… Bu dünyada yaşanmaz diyoruz. Gittikçe yapışıyor üstümüze dünyanın pisliği, gittikçe daha çok batağa çekiyor bizi. Oysa silkelensek, toz kondurmasak insanlığımıza, temiz tutmaya çalışsak kendimizi, çözeceğiz hayatla meselemizi. Bataklıkta çiçek olmak… insanın kaderi.
Ev mi yuva mı? Herkes evin peşinde koşuyor. Daha iyisi, daha güzeli, daha büyüğü, daha manzaralı, daha gösterişli olanı bizim olsun! Sahip olduğunda, onu yuvaya dönüştürebiliyorsan mutlu oluyorsun, yoksa mekandan öteye gidemiyor.