Nermin Yıldırım kitaplarından Ev kitap alıntıları sizlerle…
Ev Kitap Alıntıları
Nermin Yıldırım kitaplarından Ev kitap alıntıları sizlerle
Ev Kitap Alıntıları
Bazen düşünüyorum da, en gevezelerimiz bile aslında ne kadar az anlatıyor. En açık sözlü olanlarımız dahi birbirleriyle ancak sislerin, perdelerin, oyunların arkasından, onların zırhına yaslanarak konuşabiliyor. Bazen kırmamak, bazen de kırılmamak için. Galiba mühim olan birine her şeyi tüm açıklığıyla söylemek ve onun hakkında her şeyi öğrenmek değil, birbirinin zaaflarını, korkularını bilip dürtmeden, yaralamadan, kanatmadan, kabullenmeyi becermek. Şu hayatta hepimizin istediği omzumuzda sıcak bir el ve kulağımızda yumuşak bir ses: Geçecek.
Huzursuzluk da huzur gibi ruhta köklenen vahşi bir çiçek, baygın rayihasını salıp sivri dikenlerini batırarak içten içe açmaya devam ediyor. Galiba insan yaşı kaç olursa olsun, kanaya, kanata, güle, ağlaya, şükürle isyan arasında gidip gelerek her adımda biraz daha büyüyor. Sonra yeterince şanslıysa, bir gün yeniden çocuklaşacak kadar kocadığında, biraz usanarak, biraz bağışlayarak, biraz da omuz silkip artık o kadar da umursamayarak ölüp gidiyor. Genellikle sıradan bir şekilde. Ve her nasılsa hazırlıksız. İyi ki de öyle.
Japonlar değer verdikleri bir eşya kırıldığında, kendilerine bakmayı sevdikleri bir ayna ya da anneannelerinden miras bir vazo mesela, tamir ederlerken kırılan parçanın yerini altın tozuyla doldururlarmış. Hiç kırılmamış gibi görünmesini değil, aksine kırılıp yapıştığı yerin parlamasını isterlermiş. Bir eşya, bir insan, bir ruh yaralandığında, yüklendiği hatıraların, kıymetini artırdığına inanırlarmış. Bir defa kırılan artık kırılmıştır, haklısın. Ama kendine ve hayata tutunmak için mücadele ettiği kadar güçlüdür de. Düştüğümüz yerde kırık mı kalacağız, yoksa parçalarımızı birleştirip yeniden tam olmak, başka türlü bir tam olmak için çabalayacak mıyız, mesele o. Anlıyor musun?
O da herkes gibi başkalarına üzüldüğünde bile kendine ağlıyordu.
Malum bir kere incinen kalp, sonrasında korunmak için olmadık önlemler geliştirir, hayatta kalma metodu saydığı zırvalıklarla kendi kendini kırpa kırpa güdükleştirir.
Galiba zamanın göreceliği en çok aşkta, savaşta bir de hastalıkta ortaya çıkıyor. Dünyanın kalanı için akrep üç aşağı beş yukarı benzer şekilde soksa da, bu üç grupta ayakta kalmaya çalışanlar için zehrini başka türlü akıtıyor.
İnsan dünyayla kurduğu rabıtayı kendi ihtiyaçları üzerinden anlamdırıp neyin lüzumlu neyin lüzumsuz neyin zarif neyin kaba neyin akıllıca neyin aptalca olduğunu öyle saptıyordu
Hayat ne acayip bilmece. Birinin hatırlamadığı, öbürünün unutamadığı olur hep böyle.
İki insan arasındaki kıymetli yakınlıklar bir seferde, aniden bitse, bıçak gibi kesilse yine acı olur ama bitişi seyretmek, sahip olduğun şeyin elinden kayıp gidişini anbean hissetmek en fenası. Kayıyor, kayıyor, hala bir parçasına dokunuyorsun ama artık tutamıyorsun. Ne zaman tümüyle avucundan akıp gideceğini düşünerek, korkuyla, acıyla, can çekişen birinin başında bekler gibi çaresizce bekliyorsun. Bu en fenası.
Bir yerdeki boşluğu farkedince orayı doldurmak için çabalamaktan kendini alamıyor insan. Sonunda canının yanacağını hissetse bile. Dilin habire çekilmiş dişin boşluğuna gitmesi gibi.
İnsan olmanın paradoksu. Yaşamaktan korkarız ama yaşamak bizim işimiz. Ölmekten korkarız ama ölmek bizim işimiz. Ne çileli şeyleriz!
Sözcüklerin iyileştirebileceği bir yara değildi onunki. Anlatmak da iyileştirmezdi. Sadece zehrinin birazını dışarı atmış olurdu. Sadece o kadar. Kötünün iyisi.
Dünyanın en büyük yalanıydı bu. Zaman geçiyordu, evet. Zamanın geçtiği doğruydu. Ama zamandan başka hiçbir şeyin geçtiği yoktu.
Yeri geldiğinde tren kompartımanlarını, gemi kamaralarını, sokak banklarını, kaplumbağaların kabuklarını, ihtiyarların hatıralarını, çocukların umutlarını yuva yapan neydi? Sığındığımız yer miydi yuva? Gittiğimiz mi, terk ettiğimiz mi, döndünüz mü yoksa?
İnsan ne kolay alışıyor. Alıştıklarını ne kolay vazgeçilmez sayıyor. Ne kolay onlarla tarifliyor kendini ve sonra ne kolay bomboş kalıyor. Sonradan edinip vazgeçilmez kıldığı her şeyi alışkanlıkla yaşamsal bir parçasından vazgeçiyor.
Ne çok gürültü var, ne meşakkatli şey taşıması insanın kendi kendini.
Ölülerin ağırlaştığını okumuştum bir yerde. Diriler de hatıralar üst üste bindikçe yıllar içinde ağırlaşıyordu böyle.
Hayat acayipti. Herkesin içinde başka türlü bir ev hayali. Bir çatı, bir yuva, bir sevgili, bir dost bir ben, hangi kisveye bürünürse bürünsün, içine girip sığınabileceği, orada kendini güvende hissedeceği imkansız bir huzur telakkisi. İşte o huzurun terkibi kimimiz için en yaşamsal, fiziksel, adı sanı belli bir ihtiyaçken, kimimiz için envanterlerde anılmayacak denli tali, ruhi bir reçeteden ibaretti. Tam da böyle olduğu için bazılarımız ısıtmayı beceremeyen evlerimizi yakıyor, bazılarımız da ısınmayı çoktan geçmiş, hiç değilse donmamak için başımızı sokacak bir dam arıyorduk.
Yetişkinlik hayatında bolca aşk acısı çekmiş biri olarak aşkın kendisine inanmıyor, daha doğrusu nesnesinden ziyade öznesi ile alakalı bir his olduğunu biliyordum. Öyle büyütülecek bir yanı yok yani, hepi topu biçki dikiş meselesi. Kendi ihtiyacına göre biçtiği kostümü elindeki en münasip modele giydirmeye çalışıyor insan. Ait olmadığı bedenden sarkıyor haliyle kıyafet. Paçası uysa beli oturmuyorum, omzu denk düşse kolu kısa geliyor. Sonra vay efendim sen onu benim istediğim gibi giymedin, vay sen beni yeterince sevmedin. Halbuki terzi de modele değil, diktiği elbiseye bayılıyor. O elbise ki kuvvetle muhtemel baştan çizilmedi bile, mesela çocukken bir bayram sabahı babasında gördüğüne yahut görmek istediğine benzetildi. Olsun, aşık onu öyle düşünmüyor. Hem ne yapsın, yaşadığı her hataya semavi manalar yükleyecek illa, şu içi çürümüş hayata kolay mı tutunuluyor?
Şiddetini bugünkü yetişkin sözcüklerimle tarif edemeyeceğim denli güçlüydü, çünkü katıksız, kıyassız, dolaysız ve saftı. Akılla anlama, sözcüklerle yaftalama çabasıyla seyreltilmemiş, gözü pek bir duygu sağanağıydı. Tecrübeyle kirlenmemiş, pazarlıklarla tarumar edilmemişti. Haritasız ve plansızdı; gerek de yoktu zaten, kendi kendinim pusulasıydı. Her şeyin varacağı değil, başladığı yerdi. İpek değil, kozaydı. Öyle saf bir mutluluktu ki geri gelmeyeceği aşikar bütün büyük kayıplar gibi, hatırası canımı yakıyor şimdi. Hoş, o zamanki hislerimi tastamam hatırlamam da mümkün değil artık. Sadece çocuksu bir ruhla algılanabilecek, yetişkinlerin karşısında ancak dehşete düşeceği, devasız illet, amansız felaket sayacağı vahşi bir şeydi. O yüzden çok güzeldi. Hayatım boyunca değil aynını, benzerini bile yeniden yaşayamayacağım kadar güzel ve sahici. Malum, bir kere incinen kalp, sonrasında korunmak için olmadık önlemler geliştirir, hayatta kalma metodu saydığı zırvalıklarla kendi kendini kırpa kırpa güdükleştir. Ama o ilk aşk O kendini koşulsuz verme, katıksız mutluluk hali, o her şeyin iyi olacağına duyulan mutlak ve kirlenmemiş inanç, Allah’ım, ne güzel, ne biricik ya hazineydi. Bir kere kaybedenin sonsuza dek yitirdiği
Ne vakit bir şehre, bir eve, bir aileye, bir okula, bir dosta, bir sevgiliye, bir hayatın ritmine alışsam, kendimi onun bir parçası kılmaya kalkışsam, iki seneye kalmadan ayrılmak, sonra her şeye sıfırdan başlayıp yenisine alışmak mecburiyetinde kalıyordum.
…Ama insanın kendine söylediği yalanların da bir miadı var. Katı olan her şey buharlaşıyor,hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve biz sonra ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.
O zamanlar çok anlamadıysam da her defasında yeni bir parçamı kaybederek defalarca budadım kendimi.
…Değil aileye,eve,yuvaya,bir çatıya alışmak,kendini ona ait saymak nedir bilmiyordum. Neyi bilmediğimi de bilmediğimden,yaramı yanlış yerde arayıp zırhımı yanlış kumaştan biçiyordum.
Çocukluğunda ebeveyniyle sağlıklı bağ kuramayanlar, büyüdükten sonra hep ana babalarına benzeyen kimselere çekilir, kendilerini tanıdık ve tekinsiz duygulara taşıyan bu insanlara hissettikleri kaygılı yakınlığı aşk zannederlermiş.
Asıl hata, yaptıklarım değil, bana onları yaptıranların arasında kalmayı sürdürmemdi.
Hem her şeyin ortasındaydım hem de hiçbir şey bana değmiyordu.
Her şeyin kendi içinde akan bir zamanı vardır. Biz dışarıdan bakanlar, o iç zamanı göremeyiz ki. Herkesin zamanı kendine esir alır, biz o zindanı bilemeyiz ki.
Zaman geçiyordu evet. Zamanın geçtiği doğruydu. Ama zamandan başka hiçbir şeyin geçtiği yoktu.
Herkes elinde ne varsa onu veriyordu işte birbirine. Kimi selamını, kimi yemeğini, kimi neşesini.
Her şeyin geçtiğini, zamanın cümle derde şifa verdiğini söyleyenlere sövüyordum içimden. Zaman geçiyordu, evet. Zamanın geçtiği doğruydu. Ama zamandan başka hiçbir şeyin geçtiği yoktu.
Hayatta daha kötülerinden korunmak için yanlış tercihler yapmak gerekebiliyor bazen.
Gece bitti,sabah oluyor.
Sabah ne güzel kelime
Sabah ne güzel kelime
Hadi artık rahat rahat uyuyalım. Ya da belki uyanalım işte, kim bilir. Kimin kimin rüyası olduğunu kim bilebilir?
Bütün vedalar zordur. Bütün kopuşlar öyle. Bazen olmayacak şeylere alışırız. Tutunmaya çalışırız. Sonra bir yerde omuzlarımız düşer, beceremeyeceğimizi anlarız. O vakit kesip atmak gerekir. Ya onlar gider ya biz bırakırız. Esasında ikisi de aynı şeydir. Kopardın ve canın yanar, böyledir.
Neticede,Iyilik etmek için kötü bir sebebe ihtiyacı yok mu insanın?
Hayat ne acayip bilmece. Birinin hatırlamadığı, öbürünün unutamadığı olur hep.
Kendini anlatmak sonunda hep pişmanlık .
”Kederli bir akşam, içmişiz, sarhoşuz, hepsi bu. ”
Neydi ev sahiden? Yeri geldiğinde tren kompartımanlarını, gemi kamaralarını, sokak banklarını, kaplumbağaların kabuklarını, ihtiyarların hatıralarını, çocukların umutlarını yuva yapan neydi? Sığındığımız yer miydi yuva? Gittiğimiz mi, terk ettiğimiz mi, döndüğümüz mü yoksa?
Biz dışarıdan bakanlar, o iç zamanı göremeyiz ki. Herkesin zamanı kendini esir alır, biz o zindanı bilemeyiz ki.
İnsan ne kolay alışıyor. Alıştıklarını ne kolay vazgeçilmez sayıyor. Ne kolay onlarla tarifliyor kendini ve sonra ne kolay bomboş kalıyor. Sonradan edinip vazgeçilmez kıldığı her yeni alışkanlıkla yaşamsal bir parçasından vazgeçiyor.
Güçlü olmaya çalışmaktan yıldım.
Ne çok gürültü var, ne meşakkatli şey taşıması insanın kendi kendini.
Geleceğim, bekle dedi. gitti,
Ben beklemedim
O da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi.
Ben beklemedim
O da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi.
Birini sahiden sevebilmek için tanımak gerek. Biz tanışmıyorduk.
.. Ama insanın kendine söylediği yalanların da bir miadı var. Katı olan her şey buharlaşıyor,hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle Yaşamaya devam ediyoruz.
E peki madem, vakti gelince dünyanın sonunda buluşuruz o zaman
Herkesin içinde başka türlü bir ev hayali. Bir çatı, bir yuva, bir sevgili, bir dost, bir ben, hangi kisveye bürünürse bürünsün, içine girip sığınabileceği, orada kendini güvende hissedeceği imkansız bir huzur telakkisi. İşte o huzurun terkibi kimimiz için en yaşamsal, fiziksel, adı sanı belli bir ihtiyaçken, kimimiz için envarterlerde anılmayacak denli tali, ruhi bir reçeteden ibaretti. Tam da böyle olduğu için bazılarımız ısıtmayı beceremeyen evlerimizi yakıyor, bazılarımız da ısınmayı çoktan geçmiş, hiç değilse donmamak için başımızı sokacak bir dam arıyorduk.
Bir kere karşılaşan hep karşılaşır! Eğer isterlerse. İkisi de!
İnsan bazen başına geleni yok sayarak atlatmak ister.
Bazen, o ölüm yokmuş gibi yaşamayı nasıl beceriyoruz, gerçekten aklım almıyor ..
Hem zaten yaşadığı hayat mıydı? Hangimizin yaşadığı hayattı ya da? Bilmiyordum, belki de Jean Seberg fotoğrafları gibi bir şey. Çoktan tükenmiş ve ulaşılmaz. Suretine bakıp varlığına inanmaya çalıştığımız, aslında artık orada, uzakta bir yerde bile olmayan, kimisi için hiç başlamamış ve kimisi için de çoktan bitmiş, büyülü, muhteşem bir şey. Korkunç kederli bir şey!
Herkes ayrı tımarhanelik.
Ömrü hayatımda tanıdığım en hain, en omurgasız, en kaltaban insandım. Öyleydim çünkü öbürleri açık vermiyordu.
Akıl bende de var, asıl lazım olan yaşama kudreti. Onu da kimsenin bayramlık şeker gibi ikram ettiği yok. Hem bu akıl işi fazla abartılıyor. Ben aklımı kullandım da ne oldu?
Baktım, bağ olmadı. Bıraktım, dağ olmadı. En nihayet tuttum yaktım ama hiçbir şeyin külü öyle uzaklara muzaklara savrulmadı. Mikroplar ateşten besleniyormuş meğer. Ölmediler. Semirdiler.
Her şeyin kendi içinde akan bir zamanı vardı. Biz dışarıdan bakanlar, o iç zamanı göremeyiz ki. Herkesin zamanı kendini esir alır, biz o zindanı bilemeyiz ki.
Sevdigim birine bakarken, bir yandan onunla etle tırnaktan bile yakin olmayı umar, bir yandan da asla hakiki bir yakınlık kuramayacağımızı bilmenin ıstırabını duyardum. Bütün bu
insanlar, derdim kendi kendime, karılar, kocalar, analar babalar,
kardeşler, evlatlar, dostlar, arkadaşlar, ne kadar tanıyorlar birbirlerini? Bir insan digerini sahiden tanıyabilir mi? Tanıyamaz ve
bunu da bal gibi bilir. Hepimiz biliriz. Ben de biliyordum. Ansızın ölümcül bir hastalık gibi beliren o uzun sessizliklerle yaralanıyor, içimde palazlanan kaygıları zapturapt altına almaya çalışıyordum.
insanlar, derdim kendi kendime, karılar, kocalar, analar babalar,
kardeşler, evlatlar, dostlar, arkadaşlar, ne kadar tanıyorlar birbirlerini? Bir insan digerini sahiden tanıyabilir mi? Tanıyamaz ve
bunu da bal gibi bilir. Hepimiz biliriz. Ben de biliyordum. Ansızın ölümcül bir hastalık gibi beliren o uzun sessizliklerle yaralanıyor, içimde palazlanan kaygıları zapturapt altına almaya çalışıyordum.
Her şeyi bıraktığımı, umursamadığımı sandığım zamanlarda bile hep mücadele ediyordum. Elimde bir şeyler var sanıp tutmaya çalışıyordum. Bazen elimde bir seyler oluyordu da sahiden. Ama eciş bücüş, faydasız şeyler. Kötü sevgililer, bencil arkadaslar, zorlama hobiler, aptal saptal isler. Onlardan kaçarken bile kaçmiyordum da kaçıyor gibi yapiyordum. Arkamdan gelip gelmeyeceklerini görmek için herhalde.
… dünyanın kendinden ibaret olmadığına ama dünyayı değiştirmeye kendinden başlamak lazım geldiğine inanarak büyümüştü..
Ama yol çok uzun, bazı ayakkabılar çok yorgun. Anlıyor musun?
Benim için giden bir kere gidiyordu ve artık ömür billah dönmüyordu. Bunu kabullendim, buna alıştım ve bununla yaşadım.
Zaman dursun isterdim, zaman dursun ve biz Ali’yle yan yana asılmış iki fotoğraf gibi o duvara yaslanalım
Anlatmaya lüzum bırakmadan anlayanları severim.
Biliyorsun, insan kolay yaralanıyor. Sonra çareyi doktorlarda arıyor ama yaralanan sensen eğer, kendine önce kendin merhamet edeceksin.
Sahiden arkadaş olmamızdan önce bile, yakartop oynarken topu hep kafama kafama atardı.
Sence biz gereğinden çok mu düşünüyoruz?
Bazen beklenmedik bir iyilik, beklenen kötülükten daha fazla incitir bizi.
Yanlış yerlerde arayınca bulunmuyor.
Anlatmaya lüzum bırakmadan anlayanları severim.
Bazen beklenmedik bir iyilik, beklenen kötülükten daha fazla incitir bizi.
Asıl hata, yaptıklarım değil, bana onları yaptıranların arasında kalmayı sürdürmemdi.
Bir süredir biz kendimle epey kalabalığız.