Sema Kaygusuz kitaplarından Esir Sözler Kuyusu kitap alıntıları sizlerle…
Esir Sözler Kuyusu Kitap Alıntıları
“ben farkına varmadan sırtıma kondurulmuş bir kemik gibi hayat. sürükledikçe ağırlaşıyor, ben büyüdükçe yük oluyor.”
Ben farkına varmadan sırtıma kondurulmuş bir kemik gibi hayat.
Ellerini tutuyorum, ama o benimkini tutmuyor. Karşılıksız bir öpüşme gibi
Omuzlarımda tuhaf bir ağrı var. Bazen kendimi kaplumbağa gibi hissediyorum. Ben farkına varmadan sırtıma kondurulmuş bir kemik gibi hayat. Sürükledikçe ağırlaşıyor, ben büyüdükçe yük oluyor.
Ruhlarımız arkadan yetişiyor hayata,yere düşürdüğümüz ukdeleri toplaya toplaya.
Silkeledim kendimi başkalarından işte böyle çıplak kaldım.
Ellerini tutuyorum, ama o benimkini tutmuyor. Karşılıksız bir öpüşme gibi
Bugün nasılsın, diye sorsalar, istesem de kimseyi iyi olduğuma inandıramam.
Yalnız kalmanın en iyi yöntemi, meğer yolu uzatmakmış.
Bu boğuntuyu tanıyorum bir yerden. Bu soluksuz kalıp başını yukarı, en yukarı uzatmayı.
Başkalarının bilmediğini bir tek sen biliyorsan yandın! Benim gibi yapayalnız kalırsın. İçin için çürür, ama ölemezsin..
İnsanı ne öldürür? Durduk yerde, kazasız? Bir düşman. Üzüntünü iyi tanıyan biri..
Eşyaya olan bu aptalca bağımlılığımdan ölesiye sıkılırken, nasıl oluyor da rahat edebiliyorum?
Bugün nasılsın, diye sorsalar, istesem de kimseyi iyi olduğuma inandıramam.
Hani dertleştikçe, dertler daha bir katılaşır ya ve üzerinde hiç durulmayacak şeyler konuşuldukça büyür, büyür, abartılı ayrıntılarla eşsiz bir taşa dönüşür, bir yumruk büyüklüğünde insanın karnına yerleşir
Daha ne kadar korkarak yaşayacağım böyle? Kapıcılardan, piyangoculardan, gişe memurlarından, jetonculardan, bütün yabancılardan. Yok yok! Eminim herkes korkuyordur başkalarından. Ama alışmışlar. Birbirlerine, birbirlerinin korkularına sığınmışlar.
Bir insanın kalbi nasıl kırılır? Hiçbir şey demeden hem de.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsanı ne öldürür?
“Başkalarının bilmediğini bir tek sen biliyorsan yandın! Benim gibi yapayalnız kalırsın. İçin için çürür, ama ölemezsin Çünkü hiç yorulmazsın”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kimsenin duyamadığı bir şeyi duymak, bilemediği bir şeyi bilmek en acılı hastalıktan daha ağrılı, en koyu yalnızlıktan çok daha betermiş.
Acıyı bire bir başkaları yaşamıştı, biz çocuklarsa bu acının devamında gelen sağırlığın, duyarsızlığın, körelmenin tam bir temsilcisi olarak yetiştirildik.
Sistem tarafından bilinçli olarak cahil bırakıldık.
İnsanı ne öldürür? Durduk yerde, kazasız? Bir düşman. Üzüntünü iyi tanıyan biri.
Bu boğuntuyu tanıyorum bir yerden. Bu soluksuz kalıp başını yukarı, en yukarı uzatmayı.
Sesi bir mırıltı, işitmekte zorlanıyorum. Bulanık gördüğüm yüzüne öfkesiz bakıyorum. Aslında hiç de öfkelenmemiştim ona. Biraz olsun öfkelenecek kadar dünyaya ısınabilseydim
Bir bitkinin çıt diye ölümü de ölümdür oysa. Peki bir göl nasıl ölür? Hüzünlü bir ses çıkarmadan, azar azar buharlaşarak mı, yoksa tümüyle unutursak mı bir gölü?
İnsanı ne öldürür? Durduk yerde, kazasız? Bir düşman. Üzüntünü iyi tanıyan biri.
../pohpohlama dolu yalan cümleler kura kura, kendini, aslında hiç gerçekleşmeyen bir dostluğa, olanaksız bir sevgiliğe mi inandırıyordu?..
İnsanı ne öldürür? Durduk yerde, kazasız? Bir düşman. Üzüntünü iyi tanıyan biri..
Nasıl ki sizin için dizili bir yazı, benim için derin bir boşluksa, ben hâlâ o boşluğun önünde yazarken ki halimle durmaktayım. Hiç büyümeden.
Güzelliği fazla övmemek gerek. Çok ayıp. Doğanın küçük bir rastlantısı deyip geçmeli. Olmuyor. İnsan, büyüleyici bir şey gördüğünü sanıp yerinde dakikalarca duralıyorsa, o duralamanın yarattığı sessizliğin içinde küçük parçalara ayrışıveriyor Kendini kapatıyorsun üstüne. Bir tek etinin uğultusu, bir de soluk Tanrı’yla burun buruna durmak gibi. Sonra o tanrısallıktan azıcık sana geçmedi, diye için için bir hınç. Sessizlik buhar gibi yayılarak sessizliklere dağılıyor. Seni nemli tutacak büyücek bulutlara.
Omuzlarımda tuhaf bir ağrı var. Bazen kendimi kaplumbağa gibi hissediyorum. Ben farkına varmadan sırtıma kondurulmuş bir kemik gibi hayat. Sürükledikçe ağırlaşıyor, ben büyüdükçe yük oluyor.
Bu boğuntuyu tanıyorum bir yerden. Bu soluksuz kalıp başını yukarı, en yukarı uzatmayı.
İnsanı ne öldürür? Durduk yerde, kazasız? Bir düşman. Üzüntünü iyi tanıyan biri.
“ İnsanı ne öldürür? Durduk yerde, kazasız ? Bir düşman. Üzüntünü iyi tanıyan biri. “
“Bir bitkinin, çıt diye ölümü de ölümdür oysa.”
“Kimsenin duyamadığı bir şeyi duymak, bilemediği bir şeyi bilmek en acılı hastalıktan daha ağrılı, en koyu yalnızlıktan çok daha betermiş.”
Dünyayı hep bu biçimde dinlemedim mi zaten? Hem geç kalan bir algı hem de sezgisel bir oyunla
Ben farkına varmadan sırtıma kondurulmuş bir kemik gibi hayat. Sürükledikçe ağırlaşıyor, ben büyüdükçe yük oluyor.
Hayalî bir kentin belli belirsiz haritasını taşır teninde. Zilşan, hiç iyileşmeyen bir deriye sarınarak, tepeleriyle ünlü bir şehrin ağrısını hisseder yaralarında.
Bir kaya yok olur mu bölünerek? Ya bir insan, suya vuran yansısında bulabilir mi çürümekte olan yüzünü?
Bu boğuntuyu tanıyorum bir yerden. Bu soluksuz kalıp başını yukarı, en yukarı uzatmayı.
Zaman zaman, yazma eylemi ile kibirliliği birbirinden ayıramıyorum. Bana kalırsa, yazdıkça kendi cehennemime çekilen bir zavallıyım da.
herkesin işi var gücü var aynı benim gibi ve herkes bir yana savurmakta kendi bedenini ruhlarımız arkadan yetişiyor hayata yere düşürdüğümüz ukteleri toplaya toplaya bir ruhun gözle görünür en dokunaklı halidir saydam eliyle bir ümidi kavraması şimdi hiçbiri anlamayacaktır
Dalgaların gürültülü sığınağında insan sesleri erimeli, denizin içinde kırılmalı ışıklar; uzun uğultular duymalıyım önce, sonra sessizlere bölünen sessizlikler
Bir de hep yüzeysel şeyler boğuyor beni. Düşsel yaratıkların oynadığı değil, gerçek insanların yaratıklaştığı bir yüzeysellik benimki.
Hayali bir kentin belli belirsiz haritasını taşır teninde. Zilşan, hiç iyileşmeyen bir deriye sarınarak, tepeleriyle ünlü bir şehrin ağrısını yaralarında hisseder.
“Başkalarının bilmediğini bir tek sen biliyorsan yandın! Benim gibi yapayalnız kalırsın. İçin için çürür, ama ölemezsin Çünkü hiç yorulmazsın”
Daha ne kadar korkarak yaşayacağım böyle? Kapıcılardan, piyangoculardan, gişe memurlarından, jetonculardan, bütün yabancılardan.
Neden ardıma bakmadığıma gelince.. bakmadım işte. Sanki bakarsam, ne kadar uzun olsa da ömrümü orda tüketecekmişim gibi bir sezgi doğdu içime
Büyük bir sıkıntı seninki, demişti. Kocaman. Ben de nemli bir bakışla suskun, eve dönüp yine sayfalarca günce yazdım. Öfff’lerle başlayan Tanrı’nın görmediği cümleler.
nasıl ki sizin için dizili bir yazı, benim için derin bir boşluksa, ben hâlâ o boşluğun önünde yazarkenki halimle durmaktayım. Hiç büyümeden
Dışarıda akıp giden süreğenlikten alıkonulmuş, kendi dakikalarını kuran hayali bir zemberek geriliyor içimde.
YAZMAK DURDURUYOR. Yazarken kaç yaşındaysam, o tarihte kalıyorum
Biraz olsun öfkelenecek kadar dünyaya ısınabilseydim
Sistem tarafından bilinçli olarak cahil bırakıldık.
Kadın, çocuksuluğumu anladı benim. Göründüğümden daha çocuk olduğumu ya da.
Başkalarının bilmediğini bir tek sen biliyorsan yandın! Benim gibi yapayalnız kalırsın. İçin için çürür, ama ölemezsin..
Oysa insan eline almalı harflerini önce, kendi bağrına damgalayıp sonra yazmalı.
Sessizlik buhar gibi yayılarak sessizliklere dağılıyor. Seni nemli tutacak büyücek bulutlara.
Kimsenin duyamadığı bir şeyi duymak, bilemediği bir şeyi bilmek en acılı hastalıktan daha ağrılı, en koyu yalnızlıktan çok daha betermiş.
İnsanın insana ettiği kötülüklerin en küçüğü, öte yandan en aşağılık olanıymış, istismar.
Kimsenin duyamadığı bir şeyi duymak, bilemediği bir şeyi bilmek en acılı hastalıktan daha ağrılı, en koyu yalnızlıktan çok daha betermiş. Böyle insanlar hep üzgün ve sinirli olurlarmış bu yüzden. Kalabalık çok daha kalabalık, yere düşen gölgeler olduğundan fazla karanlık görünürmüş onlara.
“İnsan düzgün bir şeyler konuşuyorsa düzgünce oturmalı di mi?”
Çok çirkindir, hem de ne çirkin! Yoksulluğun bir kızı köpekleştireceği kadar.
Yazmayı öğreneli beri, kendi kendime hep yazı yazmıştım. Beni ‘dışarıdan’ yalıtan durmaklığımın, satışa hazır bir nesneye dönüştüğünü görmek basbayağı üzmüştü beni
Edebiyatım nedir? Sayfalarca biriktirdiğim öznelliğim mi? Kanaat simsarlarınca günden güne ele geçirilen ‘zamanın ruhuna’ karşın, bağımsızca yazarak kendi ruhuma baktırmak mı yoksa?