Rasim Özdenören kitaplarından Eşikte Duran İnsan kitap alıntıları sizlerle…
Eşikte Duran İnsan Kitap Alıntıları
…
“İsteyene ver sen onu (Cenneti), bana seni gerek, seni
…
“Hayvan yememesi gereken şeye zaten meyletmez. İnsansa, yapması ve yapmaması gereken şeylerin tümüne meyillidir. Onu, bu meylinden alıkoyansa iradesidir.”
“Kimse kendinden olandan fazlasını veremez. Fakat insanın kendinde olan ancak onun tecrübesiyle kendine mal ettiğidir.”
“Millete lider olma pozisyonunda bulunanlardan, milletlerinin kalbindeki nuru arayacakları yerde, kendi önyargılarını millete telkin etmeye çalışanlar görüldüğünde, bu zevatın edebin neresinde durduğunu anlamak da böylece kolaylaşmış olur.”
…
~ Edep, ceberut yalan karşısında, sessiz hakikatin yanını tutmaktır.~
…
İnsanlar Asr-ı Saadet’te kendilerini dinin öngörülerine doğru değiştirme çabasında bulunurlarken; sonraki dönemlerde, dini içinde yaşadıkları dünyanın şartlarına göre algılama çabasının içine girmiş oldular.
Dinin mahiyetini doğru anlayabilmek için şu soru karşısındaki fikrî tavrımızın berraklaşması gerekiyor: din, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamaya mı çalışıyor, yoksa bir hakikati tebliğ mi ediyor?
İşte, aynı şey hepimizin gözünün önünde olup bitiyor, ama orada görülmesi gerekeni ancak birimiz görüyoruz..
Utanma duygusu iyilikten başka birşey getirmez
Ayağımıza takılan bir taşın bile niçinini bulmakta acze düşüyoruz. Kuşkusuz, bazı dünyasal bahaneleri yan yana getirmekte güçlük çekmiyoruz. Bir taşın, bulunduğu yerde bulunuşu ile oraya doğru hareket eden birinin, o belli noktada karşılaşmalarının mukadder olduğunu ileri sürmek kolaydır. Ama mukadderatın nasıl olup da gerçekleştiği veya daha isabetli bir ifadeyle o mukadderatın niçin o mukadderat olarak ortaya çıktığı gene de bir sorudur. Ve sırdır. Aklın buradan ötede ulaşabileceği hiç bir menzil yoktur.
Sonsuz melodilerin zenginliği sekiz adet notadan çıkartılıyor. Ve nihayet rakamların sonsuzluğu ve sonsuzluk düşüncesi on adet rakama başvurularak ifade ediliyor. Her kısıtlanmışlığın içinden bir sonsuzluk çıkartılabiliyor ve her sonsuzluk eninde sonunda birkaç işaretle dile getirilen bir formülün içine sıkıştırılabiliyor. Bizi kısıtladığını düşündüğümüz duvarlar çok işe yarıyor bu yüzden: kendimizi kısıtlanmış hissetmesek belki düşüncenin sonsuzluğunu da fark etmezdik. İnsan oluşumuzun değerini de bilemezdik, onun değerinin içine gömülü bulunduğumuz bu ölümlü, bu dayanıksız, bu günün birinde çürüyüp gideceğinden emin olduğumuz topraktan hâsıl edilmiş bedenin içinden fışkırdığını anlayamazdık! İnsanı hayvandan aşağı düşüren şeyin bu bedenin içinde gizli olduğu gibi, onu melekten üste çıkaran şeyin de bu aynı bedenin içinde gizli bulunduğunu kavramamız mümkün olmazdı: onu mümkün kılan, insanî değerin beden içindeki kısıtlanmışlık hali değil mi?
Emek sarf etmeden gerçekleştirdiğimizi sandığımız minicik işlerimizin aslında ne büyük emeklere mâl olduğu, bir adım atmanın, bir lokma yutmanın ne büyük gayretler gerektirdiği, ancak o iş artık yapılamadığı zaman anlaşılıyordu.
İbadetlerin kişi üzerindeki hakkı, kişinin kötülüklerden sakınmasıdır.
Ayağımıza takılan bir taşın bile niçinini bulmakta acze düşüyoruz. Kuşkusuz, bazı dünyasal bahaneleri yan yana getirmekte güçlük çekmiyoruz. Bir taşın, bulunduğu yerde bulunuşu ile oraya doğru hareket eden birinin, o belli noktada karşılaşmalarının mukadder olduğunu ileri sürmek kolaydır. Ama mukadderatın nasıl olup da gerçekleştiği veya daha isabetli bir ifadeyle o mukadderatın niçin o mukadderat olarak ortaya çıktığı gene de bir sorudur. Ve sırdır. Aklın buradan ötede ulaşabileceği hiç bir menzil yoktur.
Her kısıtlanmışlığın içinden bir sonsuzluk çıkartılabiliyor ve her sonsuzluk eninde sonunda birkaç işaretle dile getirilen bir formülün içine sıkıştırılabiliyor.
Bizi kısıtladığını düşündüğümüz duvarlar çok işe yarıyor bu yüzden: kendimizi kısıtlanmış hissetmesek belki düşüncenin sonsuzluğunu da fark etmezdik. İnsan oluşumuzun değerini de bilemezdik, onun değerinin içine gömülü bulunduğumuz bu ölümlü, bu dayanıksız, bu günün birinde çürüyüp gideceğinden emin olduğumuz topraktan hâsıl edilmiş bedenin içinden fışkırdığını anlayamazdık! İnsanı hayvandan aşağı düşüren şeyin bu bedenin içinde gizli olduğu gibi, onu melekten üste çıkaran şeyin de bu aynı bedenin içinde gizli bulunduğunu kavramamız mümkün olmazdı: onu mümkün kılan, insanî değerin beden içindeki kısıtlanmışlık hali değil mi? Öyleyse: Yaşasın duvarlar! diye bağırmaktan niçin kaçınalım?
İyiden kötüye veya kötüden iyiye doğru değiştiğini söyleyeceğimiz bir şey var mıdır? Varsa o şeyin zaman olduğunu veya dünya olduğunu ileri sürebilecek miyiz? Yoksa iyiden kötüye, kötüden iyiye doğru değişen, durmadan değişen insanın kendisi mi? Kendisi değişip dönüştükçe çevresini de iyiden kötüye veya kötüden iyiye o mu değiştiriyor?
Bir yerde okumuştum. Bir baba, oğlunun devam ettiği okulun müdürüne, oğlunun daha kısa zamanda mezun olabilmesi için, derslerin basitleştirilmesinin mümkün olup olmadığını sorunca, müdürden şu cevabı almış: Şüphesiz ki, mümkündür. Yalnız bu, sizin, oğlunuzu ne olarak yetiştirmek istediğinize bağlı. Şöyle ki, Allah, bir meşe ağacını murat edince ona yüz yıllık mühlet tanır. Ama bir balkabağını murat ettiğinde iki ay kâfi gelir!
Hazreti Ömer (r.a.) anlatıyor: Bir defasında umre yapmak için Allah’ın Resulünden (s.a.v.) izin istemiştim. Allah Resulü (Aleyhisselatü Vesselâm): Kardeşim, duanda beni de unutma buyurdular.
Yunus Emre Hazretleri: İsteyene ver Sen onu (Cenneti), bana Seni gerek, Seni derken, Cemalullah’ı talep ediyordu. Yani Cennetten daha fazlasına talipti: Cennet ve onun bütün makamları zaten Cemalullah’ta mündemiç değil miydi? Rahmet de içinde olarak
Bayezid-i Bestami Hazretlerine ne murat ettiği sorulduğunda: İrade etmemeyi dilerim cevabını vermişti. İrade etmemeyi dileyen Bayezîd-i Bestamî Hazretleri irade etmeme özgürlüğünü kullanarak kendi iradesi ile Allah’ın iradesini özdeşleştiriyor: özgürlüğe bunun ötesinde tanınabilecek bir sınırsızlık kuramsal olarak da mümkün değil: irade etmemeyi dilemek, Allah’ın iradesine teslim olma gerçeği ile iç içe bulunuyor. Duanın ve dolayısıyla özgürlüğün doruk noktası da bu iradenin içinden fışkırıyor.
Sonsuz melodilerin zenginliği sekiz adet notadan çıkartılıyor. Ve nihayet rakamların sonsuzluğu ve sonsuzluk düşüncesi on adet rakama başvurularak ifade ediliyor. Her kısıtlanmışlığın içinden bir sonsuzluk çıkartılabiliyor ve her sonsuzluk eninde sonunda birkaç işaretle dile getirilen bir formülün içine sıkıştırılabiliyor.
Bizi kısıtladığını düşündüğümüz duvarlar çok işe yarıyor bu yüzden: kendimizi kısıtlanmış hissetmesek belki düşüncenin sonsuzluğunu da fark etmezdik. İnsan oluşumuzun değerini de bilemezdik, onun değerinin içine gömülü bulunduğumuz bu ölümlü, bu dayanıksız, bu günün birinde çürüyüp gideceğinden emin olduğumuz topraktan hâsıl edilmiş bedenin içinden fışkırdığını anlayamazdık! İnsanı hayvandan aşağı düşüren şeyin bu bedenin içinde gizli olduğu gibi, onu melekten üste çıkaran şeyin de bu aynı bedenin içinde gizli bulunduğunu kavramamız mümkün olmazdı: onu mümkün kılan, insanî değerin beden içindeki kısıtlanmışlık hali değil mi?
Utanma duygusunun mahlûkat içinde insana mahsus olduğunu biliyoruz. İnsan
iyilikten kötülüğe veya kötülükten iyiliğe doğru değişirken, onun insanî özü
belki aynı kalıyor
Timur, ordusuyla Ankara yaylasına
kadar geldi ve orada Bayezid Han’ı yendi ve onu esir aldı. Sonra da, dönüp ülkesine gitti. Peki niçin? Basit bir kuvvet gösteri için, bir bilek güreşi için bunca
insanın kanını heder etmenin anlamına akıl erdirebilmek mümkün görünüyor
mu?
Bir baba, oğlunun devam ettiği okulun müdürüne,
oğlunun daha kısa zamanda mezun olabilmesi için, derslerin basitleştirilmesinin
mümkün olup olmadığını sorunca, müdürden şu cevabı almış: Şüphesiz ki,
mümkündür. Yalnız bu, sizin, oğlunuzu ne olarak yetiştirmek istediğinize bağlı.
Şöyle ki, Allah, bir meşe ağacını murat edince ona yüz yıllık mühlet tanır. Ama
bir balkabağını murat ettiğinde iki ay kâfi gelir!
Edep, yalan
karşısında hakikate sözcülük edecek tavra sahip çıkmaktır. Edep, ceberut yalan karşısında, sessiz hakikatin yanını tutmaktır.
İslâm kıskanç bir dindir. Kendisinin zuhur ettiği yerde bir başkasının (batıl olanın) zuhuruna göz yummaz. Kendisi varsa, bir başına var olur. İktidarını, hâkimiyetini başkasıyla paylaşmaz.
Gerçekten iyi at mı kalmadı yoksa attan anlayan mı kalmadı?
İnsan iyilikten kötülüğe veya kötülükten iyiliğe doğru değişirken, onun insanî özü belki aynı kalıyor, ama bu özün dozu utanma duygusunun yoğunluğu oranında değişime uğruyor: utanma duygusu yoğunlaştıkça insan olma durumu da çoğalıyor ve bunun tersi: utanma duygusu gevşedikçe, insan olma durumunda da gevşeklik ve insan olmaktan uzaklaşma başlıyor.
İnsana bir an öyle gelebilir ve, aslolan günah işlememek değil midir, diye sorulabilir. Öyle ya, iyi bir kul olmak günah işlemekle değil ve fakat günah işlememekle kaimdir, diye düşünülebilir. Ancak günah işlemek Allah’ın mahlûkatı arasında yalnızca insana mahsus bir özelliktir. Çünkü meleklerin ve hayvanın günah işlemeye istidadı yoktur. Onlar nasılsalar öyle kalacak bir fıtrat üzerinde bulunurlar.
Bir insanın ne kadar değerli olduğu da, artık onunla temas imkânımızın ortadan kalktığı zaman ortaya çıkıyor.
Bir geyik bir pitona nasıl yakalanır? Yakalanıyor işte..
Tamah, kulağa bir şey duyurmaz.
Hayvan ot yedi de semirdi mi, insana gıda olur, ortadan kalkar. Fakat toprak da, ruhu çıkıp insan görüşten ayrılınca onu yeyip sömürür.
Hazreti Ömer anlatıyor: Bir defasında umre yapmak için Allah’ın Resulü (sav)nden izin istemiş, istediği izni kendisine: Kardeşim duânda beni de unutma! diye buyrularak verilmiş. Hazreti Ömer, Allah’ın Resulü (sav)nün: Bu tarzda hitap buyurmaları benim için dünyaya bedeldir diye ilave ediyor.
Dua, Allah’a sığınmak, onun rızasını talep etmek, daha da ileriye giderek Allah’la beraber olmak ve O’nunla bütünleşmek ise, bu, aynı zamanda, kişinin Allah’ın rahmetine gark olma anlamını da tazammun eder, demeye gelir.
Haramlardan kaçınmak bir çiledir. Ama çilenin belki en aşağı katmanıdır. Yeterinden fazla olandan kaçınmak da bir çiledir; bu da belki mertebede ikinci katmanda yer alır. Ve Allah’tan başka her şeyden vazgeçmek bir çiledir; bu da çilenin üst sırasında konumlanır.
Kâmil kişi, başkalarının kendisini sorumlu tutmadığı durumlarda da kendini sorumlu tutabilir veya başkalarının onu sorumlu tuttuğu bir durumda, o kendi sorumluluğunun sınırını belirleyebilir.
Bir Müslüman, kendi hür ve müstakil iradesinin dışında bir hayatı yaşamaya mecbur tutulmaktadır, ortada her hâlükârda bir zorbalık var demektir.
insanlar Asr-ı Saadet’te kendilerini dinin öngörülerine doğru değiştirme çabasında bulunurlarken; sonraki dönemlerde, dini içinde yaşadıkları dünyanın şartlarına göre algılama çabasının içine girmiş oldular.
Bir Müslüman’ın tanımı icabı, aynı zamanda İslâmî bir bilince sahip olması gerekmez mi?
İnsanların dinle karşı karşıya gelmelerini nasıl açıklıyoruz: insanlar, dünyayı açıklamak, onun sırlarına vakıf olabilmek için kendiliklerinden olağanüstü güçler icat ederek mi bu olaya yaklaştılar; yoksa dinin kendisi insanlar için bir hayat tarzı mı öngördü ve insanlar öngörülen bu hayat tarzını yaşarlarken, tabiatı da yaşadıkları hayat tarzının icabına göre yorumlamaya mı başladılar?
Her kısıtlanmışlığın içinden bir sonsuzluk çıkartılabiliyor ve her sonsuzluk eninde sonunda birkaç işaretle dile getirilen bir formülün içine sıkıştırılabiliyor.
Bu çeşit ağlamak ancak Şuayb Peygambere nasip olmuştur. O ağladı, ağlamaktan gözleri kör oldu, gözleri tekrar verildi, ağladı gözleri tekrar kör oldu, gözleri tekrar verildi, ağladı tekrar kör oldu. Böylece üç defa tekrarlandı. Allah tarafından vahiy geldi ki: Ey Şuayb! Eğer cehennem ateşinden korkup ağlarsan seni ateşten halas ettim. Eğer cennet arzusundan ağlarsan en güzel cennetimi sana nasip ettim, yerin cennettir! buyurdular. Şuayb Peygamber: Yarabbi onlar için ağlamıyorum, sana kavuşmak için, vuslat için ağlıyorum! dedi. Bunun üzerine ikinci vahiy geldi: Ağla Şuayb, ağla! Beni isteyenlere bu âlemde ancak ağlamak düşer, gözyaşı kadar gönlü yücelten, rahmet deryamı coşturan bir şey yoktur! buyurdular.
Acaba değişen genel anlamıyla çevre midir (yani insanın dışında olan dünya mıdır) ? Yoksa değişen insanın kendisi midir?
Basit şeylerin değeri onlara ulaşamadığımız zaman ortaya çıktığı gibi, bir insanın –herhangi bir insanın- ne kadar değerli olduğu da, artık o aramızdan çekilip gittikten sonra anlaşılıyordu.
Hakikat belki aramakla bulunmaz, ama onu bulanların arayanlar olduğu da her zaman söylenir.
Bir de, içinde yaşadığımız çağın hızlı diye nitelenmesi, bizi, baş döndürücü bir hız girdabının içine sürüklemeye yetiyor. İşimizin daima biraz daha aceleyle ve biraz daha hızla ifa edilebilmesi için, birileri elinden geleni ardına koymuyor. Böylece, nerdeyse hiç bir şeye demlenme fırsatı tanınmıyor dense yeridir.
Hamd-ü senâlar, Hamd-ü senâlar/Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm!
Oruç, ilkin gövdeyi arındırıyor. Gövde, kendi ağırlığından, kirinden, pasından kurtarılıyor; arkasından (bu, tarihsel sıralamayı tazammun etmiyor tabiî ki) ruhun arınması başlıyor ve bitiyor. Ramazanın bitmesiyle, onun hakkını verenler için, gövdenin ve ruhun ağırlıklarından kurtulmuş olanlar için sürur (bayram) günleri başlıyor.
– Vallahi ben seni seviyorum, dedim. Bunun üzerine:
– Allah için mi seviyorsun? Dedi.
– Evet, Allah için seviyorum, dedim.
Yok gibi bir şey ama var var!
Yeryüzünde türdeşlerini arayan, onlarla bir arada bulunma bilinci içinde olan ve dahası bu eğiliminin sonunu getirinceye kadar arayışını sürdüren tek canlı, tek yaratık insandır.
Yalnızlık bilinçli olana özgü bir yaşantı biçimidir.
insanın özgürlük alanı içinde yapabileceklerinin sınırı hem şeytanın, hem de kendi nefsinin taleplerini içine alıyor. Öyleyse, insanın, insan olarak tecelli etmesini bu iki sınırla kısıtlamak ve bu kısıtlama içinde onun insan olarak tecelli edebileceğini söylemek de mümkün hale geliyor. Özgürlük de, bu çerçeve içinde kendi tanımını bulabilir.
Elbette kendini bilen rabbini bilir. Ve dönüşerek rabbini bilen kendini bilmeye başlar.
Tasavvuf, tekraren söylemiş olalım, bazılarının sandığı gibi, mücerret bir mistik yaşantı değildir. İslâm’ın şartları, ancak amentünün şartlarıyla bir arada bulunduğunda kendi bütünlüğünü koruyabilir. Ruhsuz bir şeriat tek başına anlamsız olduğu gibi, şeriatsız bir mistik yaşantı (buna artık tasavvuf dememiz mümkün olmadığı için mistik yaşantı diyoruz) da anlamsız kalır.
Meselâ İslâm hukukuna göre yönetilmeyen bir ülkede, kadınların başlarını örtmelerine müsaade edilse; hırsızlık, cinayet vb. suçlara İslâm’ın öngördüğü müeyyideler uygulansa; medenî hukuk alanında insanlar kendi aralarında İslâm hukukunu uygulamaya karar verseler; fakat bütün bu uygulamalar Allah rızası için değil de, insanların çıkarları öyle gerektirdiği için yerine getiriliyor olsa, orada, İslâm’ın (veya şeriatın) uygulanmakta olduğunu söyleyebilecek miyiz?
İslâm’ın yeniden hayat sahnesine girmesi ve onun yaşanabilir hale gelmesi, birey olarak benim sorumluluk alanım içine düşmektedir. Burada yapabileceğim şey, birey olarak İslâm’ı bizzat yaşamam ve toplum için de İslâm’a doğru onların önünü açabilecek bir etkinlik göstermem olacaktır.
Kimse kendinden olandan fazlasını veremez.
Edep nedir bilir misiniz? Bedenden bir organın kesilmesi gerektiğinde acıtıp incitmemesi için kılıcınızı bilemek, keskinleştirmektir edep.
Nuru ara! Bir hükümdar, ancak milletinin kalbindeki nuru görürse onu iyi idare edebilir.
Kendimizi kısıtlanmış hissetmesek belki düşüncenin sonsuzluğunu da fark etmezdik.
Her kısıtlanmışlığın içinden bir sonsuzluk çıkartılabiliyor ve her sonsuzluk eninde sonunda birkaç işaretle dile getirilen bir formülün içine sıkıştırılabiliyor.
Kimilerinin kurulu çitlerden özgürlük fikrine ulaştığını, kimilerinin de açık kapıları kapatarak özgürlüğü kısıtlayabileceğini düşündüğünü görüyoruz.
Ve günün birinde o duvarların arkasına bırakıldığında, o duvarlardan tahliye edildiğinde birdenbire kendisini mahvolmuş birisi olarak hissedebilir: o insan belki de gerçekten mahvolmuş birisidir: sırf kendisini öyle hissettiği için!
dünyanın her tarafındaki çeşitli tasavvufî eğilimlerin, Hz. Âdem’den bu yana gelen İslâm’dan kaynaklanmış esinlemeler veya
utanma duygusu gevşedikçe, insan olma durumunda da gevşeklik ve insan olmaktan uzaklaşma başlıyor. O kadar ki, bu bağlamda, ahlâkı tümüyle utanma duygusuna indirgemek hiç de yanlış görünmüyor
Tövbede, işlenmiş olan yanlış fiilin tekrarlanmamasına yönelik bir azim ve ceht de bulunmaktadır
Pişmanlık işlenmiş olan bir fiilden dolayı sadece keşke olmasaydı veya keşke yapmasaydım diye düşünmek ve belki bu keşkeler yüzünden vicdan azabı duymaktır.